• Sonuç bulunamadı

Klasik Türk Edebiyatında Takrizlerin Adlandırılması

Belgede Klasik Türk edebiyatında takriz (sayfa 111-126)

“Aristo‟ya göre bir kavramı veya varlığı bilebilmek onu ancak bir gruba dahil etmekle mümkündür. [....] Bu zihni mekanizmayı benimsemiş olan Aristo tedavin (codifier) ettiği bütün ilim alanlarında tasnifi ön planda tutmuştur (Okay, Edebiyat Tarihçiliğinde Usul 2011: 10). Aristo‟nun bu düşünceleri, bizi şu soruyu sormaya yönlendirmiştir: “Edebi gelenekteki varlıklarını “bilebilmek” adına, Klasik edebiyat türleri içinde takriz metinlerini bir gruba dahil etmek mümkün müdür?” Bu sorunun cevaplandırılmasında eserlerde ve birtakım kaynaklarda takriz metinlerine dair yapılmış adlandırmalara dikkat yöneltmek uygun olacaktır.

Bu çalışma kapsamında incelediğimiz takriz örneklerinin bir kısmının sitayiş, tarih, mektup, takdim, iltifât, iltifatnâme, medih, mukaddime, imza, tebrik ve teşekkür gibi farklı kelimelerle adlandırıldığı görülür. Bu çeşitliliği, takrizleri edebi gelenekte konumlandırma ve belirli bir gruba dahil etme çabalarının bir yansıması olarak değerlendirmek mümkündür. Peki yukarıda sıralanan bu adlandırmalar takriz geleneğini ne derece karşılamaktadır? Bu bağlamda birtakım örneklere değinelim.

Bazı takriz örneklerinin “tarih” olarak adlandırıldığı görülür. Bu durum Ayıntablı Aynî‟nin Sâkînâme‟sine yazılan takrizlerde karşımıza çıkmaktadır. “Sâkînâme İçün Ba‟zı Zevât-ı Kirâm Hazerâtı Taraflarından İnşâd Buyurılan Takârîz-i Nefise” başlığını taşıyan bu takrizlerin içinde, “Diğer Târih” başlıklı bir manzume yer almaktadır. Söz konusu manzumenin içeriğinin takriz söylemiyle uyumlu olduğu görülür. Peki takrizler arasında sıralanan bu manzume neden tarih

olarak adlandırılmıştır? Bu adlandırmanın en önemli gerekçesi şüphesiz Sâkînâme‟ye yazılan takrizlerin birçoğunun tarih manzumesi şeklinde kaleme alınmış olmasıdır. Bu bağlamda Sâkînâme‟de, “Sudûr-ı „İzâmdan ve Meclîs-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı „Adliyye A‟zâsından „İsmet Beg Efendi-zâde „Arif Hikmet Beyefendi Hazretlerinin Takrîzi” başlığıyla yer alan takrize dikkat yöneltelim:

Hâce „Aynî pîr iken „ahd-i şebâbı yâd idüp Köhne bezm-i ünse Nüvâs-ı safâ tarh eylemiş Meşreb-i kâl üzre ol pîr-i ma„ânî-âşinâ Ehl-i hâlün keyf-i vicdânîsini şerh eylemiş

Hüsn ü zann u inneme‟l-a„mâlayı takdîm eyleyüp Eylesün keff-i lisân ger var ise kadh eylemiş

Zâhid ü rindi ider târih-i Hikmet neş‟e-mend “Hâl-i „ışkı mül idüp „Aynî güzel medh eylemiş (1247)

Sonra târîhin ider Hikmet “dü şâhidle beyân” “Tab„-ı „Aynî hâl-i „ışkı mey diyüp medh eylemiş (1247)

(1843: 374)

Görüldüğü üzere bu takriz tam bir tarih manzumesi özelliği taşımaktadır. Bu örnek, takriz metinlerinin kaleme alınma tarzına göre gelenekte kendisine en çok “benzeyen” türle karşılanmış olabileceğini düşündürmektedir.

Takriz metinlerinin tarih olarak adlandırılmasına bir diğer örnek Üsküdarlı Hakkı Divanında yer almaktadır. “İşbu Dîvânı Tab„ Etdiren Bursalı Eşref Bey‟in Takrîz-Gûne İnşâd Eylemiş Olduğu Târîhdir” başlığını taşıyan takriz -başlığından da anlaşıldığı üzere- bir tarih manzumesidir. Burada dikkati çeken husus bu manzumenin “takrîz-gûne” olarak adlandırması ve böylelikle takrizler arasında sıralanmış olmasıdır. İçerik olarak bakıldığında takriz özelliği gösteren bu manzume aynı zamanda müstakil bir tarih manzumesi olarak da düşünülebilir. Nitekim bu

başlıktan anlaşıldığı üzere, takrizi adlandıran kişilerin kabulü de bir anlamda bu manzumenin tarih olduğu, ancak içerik ve işlev açısından takriz söylemine yakın olduğu yönündedir. Diğer bir açıdan, bu manzumenin divanı bastıran Bursalı Eşref Bey tarafından kaleme alınmış olması, bu manzumeyi üstlendiği “tanıtım, takdim” işleviyle takriz olarak değerlendirmeyi gerekli kılar. Bu durumda, söz konusu manzumeyi “takrîz-gûne” bir tarih olmaktan ziyade tarih manzumesi şeklinde yazılmış bir takriz olarak değerlendirmek daha sağlıklı olacaktır. Tüm bunlarla birlikte bu örnek, takriz geleneğinin edebi gelenekteki tasnif ve tanımında yaşanan karışıklıkların bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır.

Eşref Bey‟in söz konusu manzumesinde geçen “takrîz-gûne” teriminin tarih- takriz adlandırmasında dikkate değer bir yeri vardır. Nitekim bu terim Fatîn Tezkiresinde de karşımıza çıkmaktadır. Fatîn Tezkiresinin başında biri Arapça olmak üzere 4 mensur takriz yer almaktadır. Bu takrizleri birtakım tarih manzumeleri takip eder. Bu tarihlerin ilki Şâkir Efendi‟ye ait olup “Haleb Kadısı Esbak Meclis-i Nâfia Müftüsü Fazîletli Şâkir Efendi Hazretlerinin İşbu Tezkire-i Âcizânemizin Hitâmına Dâir İnşâd Eyledigi Târih-i Bî-hemtâdır” başlığını taşımaktadır. Söz konusu tarih manzumesinin,

Yazup takrîz-gûne bî-bedel târîhini Şâkir

Fatîn-i pür-hüner kıldı bu ehl-i hâli bir bir yâd (Sene 1269) (Çiftçi Fatîn Tezkiresi 43)

şeklindeki son beyitinde yer alan, “Yazup takrîz-gûne bî-bedel târîhini Şâkir” ifadeleri tarih ve takrizlerin birbirleriyle olan ilişkisini ve bu adlandırmaların birbiri içine geçmiş yapısını somut bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu durum, aynı zamanda, divanlarda tarih metni olarak adlandırılan ve övücü/tanıtıcı nitelik taşıyan birtakım tarih manzumelerinin başkalarının eserlerine yazılmış takrizler olma potansiyeli taşıdıklarını da düşündürmektedir.

Bazı takriz örneklerinde, takriz ve tarih adlandırmasının ayrıştırılarak bir arada kullandığı da görülür. Mehmed Emin Sabrî (Moralı) Divanında yer alan takriz başlığı bu durumu örneklemektedir. Divanda, “Hüdavendigâr Vilâyet-i Celîlesi Sâbık Müdde„î-i „Umumîsi Fuzalâ-yı Benâmdan Nâcim Efendi Hazretlerinin Târîh ü Takrîzidir” başlığıyla yer alan metin, içerdiği tarih manzumesi dışında tam bir takriz özelliği gösterir. Nitekim Nâcim Efendi‟nin,

Her bir beyti vâsıl-ı ser-hadd-i i„câz-ı belâgat ve her mısrâ„ı murgân-ı ma„ânîye birer şehbâz-ı tîz-endâz-ı şöhret ü fesâhat olan işbu divânın nâzımı,

Cihâna mâhir-i fenn-i belâgat çok gelür ammâ Hele Sabrî gibi bir şâ„ir-i mu„ciz-nefes gelmez

beyitinin bi-hakkın mâsadakı ve Türk şu„arâsının Cerîr ü Ferezdâk‟ıdır. Tab„ u neşrini ârzu eylemiş olan zât-ı kemâlât sıfâtın dahi nazmına olan nisbet-i fazl u edebi ve cihet-i karâbet ü nesebi hasebile hayrü‟l-halef bir mîr-i eşref ve hüsn-i himmeti meşkûr erbâb- ı dâniş ü şerefdir. Binâberin lâ-şekk,

Tab„ını tahsîn eder nazm-âferînân-ı cihân Sabriyâ eş„âr-ı nev-âsârına sad-âferîn (Mehmed Emin Sabrî Divanı 1882: 78)

şeklindeki değerlendirmeleri bu metnin takriz olduğunu açıkça göstermektedir. Bu ifadelerin ardından “mezkûr divânın bir mısrâ„-ı bercestesi iktibâs olunarak esâsen hüsn-i matlâ ittihâz olunmuş ve Tab„ u temsiline dâir târih-i âcizânem rişte-i nazma çekilmiştir” diyen Nâcim Efendi, metnini şu tarih kıtasıyla tamamlamıştır:

Sabriyâ eş„âr-ı nev-âsâra verdin âb u tâb Kıldı Eşref nâmını ibkâ edüb tâ-yevm-i haşr Tab„ olunca Nâcim i„lân oldu târîh-i güher Nev-zemîn eş„âr ile âsâr-ı Sabrî oldu neşr (1299)

(Mehmed Emin Sabrî Divanı 1882: 78)

Görüldüğü üzere içerik olarak tamamen takriz söylemiyle uyumlu olan bu metnin tarih olarak adlandırılmasının tek sebebi tarih manzumesi içeriyor olmasıdır. Her ne kadar bu metin, takriz yazan yahut da takrizi esere alan kişi tarafından “tarih

ve takriz” şeklinde adlandırılmış olsa da bu metni tarih kıt‟ası içeren bir takriz örneği olarak kabul etmek daha sağlıklı olacaktır.

Benzer şekilde, Hüseyin Vassâf‟ın Sefine-i Evliyâ‟sındaki tarih tarzında yazılmış takrizler, Nigârî Divanındaki mücevher tarihli takriz, Nazîf Divanı‟na Dârendevî Sâ‟ib Efendi‟nin yazdığı cevher tarihli takrîz, Tayyarzâde Atâ‟nın Tarih-i ‘Atâ‟sına Hasan Hakkı ve Emîn Efendi‟nin yazdığı takriz-tarihler yine bu bağlamda anılmaya değerdir.

Takriz metinlerinin adlandırılmasında görülen bu çeşitliliği Nâbî Divanında da gözlemlememiz mümkündür. Rubâi ve mesnevi nazım şekliyle takriz yazan Nâbî, döneminde aynı sosyal ağın içinde bulunduğu Nâimâ, Nâ„tî ve Birrî Mehmed Dede‟ye takrizler yazmış ve bu takrizlerin bir kısmına divanında yer vermiştir. Nâbî, divanında bulunan takrizlerin dışında, Birrî Mehmed Dede‟nin Bülbüliyye mesnevisine mensur bir takriz yazmıştır.

Nâbî Divanında “kaside, medih” başlığıyla yer alan bazı şiirlerin divanın farklı nüshalarında “takriz” olarak adlandırılmış olduğu görülür. Divanın bilimsel yayımını yapan Ali Fuat Bilkan bu duruma kitabının dipnotlar kısmında dikkat çekmiştir (Bilkan 2011: 149). Örneğin, şairin divanında yer alan “Kaside Der-Medh-i Birrî Çelebi Magnisâvî” başlıklı kasidenin Nâbî Divanının Süleymaniye Kütüphanesi Hamidiye 1118 ve Lala İsmail 488 numaralı nüshalarında, “Birrî Nâm Şâ‟irün Eserine Takrîzdür” şeklinde yer almaktadır. Söylemi açısından tam bir takriz özelliği gösteren bu kaside şu şekildedir:

Âferîn Birrî-i hoş-tab„-ı sühan-pîrâya Ki virür nutkı cemâl-i sühana pîrâye Bâreka‟llâh zihî tab„-ı revân-perver kim Eseri âb virür mezra„a-i ma„nâya

Lafz-ı seccâde-sıfat itse revâdur rû-mâl Hâmesinden dökilen sâye-i „anber-sâya [ .]

Sühanından görinen sûz ü güdâz-ı ihlâs Yitişür halk-ı cihân eylemege ser-mâye

Şevk ile sıdk ile nazm itdügi terkib-i garîb Keffe-i veznde gâlib görinür şûrâya

Gâ‟ibâne o kadar kadr-şinâsâna du„a Bir şerefdür ki nasîb olmaz o her hod-râya

Dest-i insâf ile şâyândur o menşûr-ı hulûs Zîr ü bâlâda bir imzâ ile bir tugrâya Olmış ol zât-ı hünermend medâr-ı zînet Levha-i zer gibi mecum„a-i Magnisâ‟ya

Yine kadr-i hüneri ehli bilür ey Nâbî Yohsa nâdâna ne şâyestedür öyle pâye (Bilkan, Nâbî Divanı 2011: 149)

Bu beyitlerde görüldüğü üzere divanın bilimsel yayımında her ne kadar “medih” olarak adlandırılmış olsa da içeriği bağlamında bu manzume tamamen bir takriz özelliği göstermektedir. Bu durum, Nâbî Divanının bazı nüshalarında bu kasidenin takriz olarak adlandırılmasının bir tesadüf olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Nâbî Divânında yer alan 18. ve 19. kasidelerin adlandırılmasında da yine aynı durumla karşılaşmaktayız. “Medh-i Tugrâ-yi Hakânî Bâ-Sitâyiş-i Vezîr-i Zî-Şân Ca„fer Pâşâ Muhafiz-ı Halebü‟ş-Şehba” başlığını taşıyan 18. kasidenin Süleymaniye Kütüphanesi Hamidiye 1117 ve Ankara Milli Kütüphane İbni Sina Yazmaları A. 3292 nüshalarında “Takrîz-nüvis-i Tuğrâ-yı Garrâ-yı Hazret-i Ca‟fer Pâşâ Vâlî-yi Halebü‟ş-Şehbâ” şeklinde yer aldığını görmekteyiz. Aynı şekilde “Tavsîf-i Tugrâ-yi Garrâ-yı „Abdî Pâşâ Vâlî-i Halebü‟ş-Şehbâ” başlıklı 19. kasidenin de aynı nüshada “Takrîz-nüvis-i Tuğrâ-yı Garrâ-yı Hazret-i „Abdî Pâşâ” olarak adlandırılmıştır (Bilkan 2011: 133-136). Bu örnekler, “takriz” adlandırmasının o dönemde -takriz geleneğinden bağımsız olarak yalnızca- “medh” kelimesinin yerine geçecek bir kavram olarak algılandığını da düşündürmektedir. Tüm bunlarla birlikte Nâbî Divanında karşımıza çıkan söz konusu örnekler, yine takrizlerin adlandırılması,

tasnif ve tanımlarının yapılmasında yaşanan çelişkileri yansıtması açısından dikkate değerdir.

Takrizlerin medhiye olarak adlandırılışına dair bir diğer örnek, Hüseyin Vassâf‟ın Sefine-i Evliyâ‟sında yer almaktadır. Mehmed Besîm Bey tarafından Sefine‟ye yazılan takriz, “Bu bâbdaki medih, fakîre âit olmayıp müşarünileyhin Mir‟ât-ı Hakîkât‟te rû-nümâ olan hâline müteâlliktir” başlığıyla diğer takrizlerin arasında sıralanmıştır. Merzifonlu Mehmed Hilmî Dedezâde‟nin başkalarına yazmış olduğu takrizler de bu bağlamda anılmaya değerdir. Külliyât‟ının Divan kısmında, Leblebici Şeyh Şemseddin Divanına ve Râsim Efendi‟nin Elli Dört Farzı içeren manzum risalesine takriz yazan Merzifonlu Mehmed Hilmî, eserinde bu takrizlere “Medâyih” başlığı altında yer vermiştir. Sahaflar Şeyhizâde Es„ad Efendi‟nin Nergisî‟nin Münşeât‟ına yazdığı ve divanında takrizler arasında yer alan kıt‟a da “sitayiş” olarak adlandırılmış bir takriz örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bazı takriz örnekleri medhiyye tarzında müstakil kısımlar da içerir. Bu durum, takriz manzumelerinin zaman zaman medhiyye olarak adlandırılmasına sebebiyet vermiş olabilir. Bu bağlamda Arpaeminizâde Sâmî‟nin Vahîd Mahtûmî‟ye yazdığı manzum takriz anılmaya değerdir. Sâmî‟nin bu uzun soluklu takrizinde padişah III. Ahmet‟in övgüsüne yer verildiği görülür. Takrizinin ilk 47 beyitinde Mahtûmî‟nin sanatı ve şiirini öven Sâmî, “Âb-ı rûy-ı sühan kasîdeleri/Vasf-ı şâhîde muntazam güheri” şeklindeki girizgahın ardından Padişahın övgüsüne şu şekilde yer vermiştir:

Nice şeh tâcdâr-ı mülk-i cihân Kadr-dân-ı sühan-verân-ı zamân

Hazret-i pâdşâh-ı Kisrâ-dâd Revnak-ârâ-yı taht-ı rüşd ü sedâd

Pâdşâh-ı yegâne zıll-i İlâh Câ-nişîn-i nebiyy-i „arş-penâh Sâhib-i tâc ü taht ü tîg ü kalem Baykara-bezm ü Keykubâd-„alem

Zübde-i dûdmân-ı „Osmânî Mefhar-ı hânedân-ı Orhanî

Şehryâr-ı zamâne Hân Ahmed Râyet-efrâz-ı şevket ü sermed [ ]

Âstânında oldı pâ-ber-câ Fevc fevc-i ma„ârif-i şettâ

Kimi hattât ü kimisi şâ„ir Hâsılı ma„rifetsüzi nâdir [ ]

Gelmedi böyle şâh-ı „adl-âyîn Cümle ma„lûm kıssa-ı pîşîn İde Hak zâtını çü beyt-i kasîd Matla„-ı Şâh-nâme-i te‟yîd

Hâr ü hasveş olup „adûsı zelîl Ola emvâc-ı „ömri bahr-i tavîl (SK Esad Efendi 2644, 44b-45a)

Görüldüğü üzere, Sâmî‟nin takrizinde padişahın övgüsüne ayrılan kısım adeta müstakil bir medhiyye özelliği taşımaktadır.

Bu bağlamda, Vahîd Mahtûmî Divanında “Takrîz-i İmâm-ı Sultânî” başlığıyla yer alan takriz de anılmaya değerdir. Söz konusu takrizin, “Vakt-i endekde hayli nâm aldun/Devlet-i pâdişehde kâm aldun” beyitine kadar şairin sanatını öven takriz yazarı, bu beyitten sonra tıpkı Arpaeminizâde Sâmî gibi, Sultan III. Ahmed‟in övgüsüne yer vermiştir. Takrizin medhiyye niteliği taşıyan birtakım beyitleri şu şekildedir:

Nazar-ı iltifât-ı sultânî Gıbta-fermâ ider gedâyânı K‟üşe çeşm-i hidîv-i „âlem-gîr Hâk-i pâ-mâli eyledi iksir N‟eylesün gayrı devlet ü câhı Nâ‟il-i hüsn-i himmet-i şâhı Nice şâh oldı yümn-i bahtından Zulmet-i fitneden cihân rûşen

Nice şâh iftihâr-ı devlet ü dîn Virmede dîn ü devlete temkîn Bermekiyyü‟ş-şiyem sitâre-haşem Şeh-i mesned-nişîn-i „adl ü kerem Şeh-i kâmil-meniş kerem-verzîş Âfitâb-ı sipihr-i dâd u dihiş Sâye-i lutf-ı mahz-ı Yezdânî Mefhar-i dûdmân-ı „Osmânî

Hazret-i Hân-ı Ahmed-i Gâzî Hulefânun bülend-pervâzı (MYK AEMNZ 491, 2a-2b)

Bu bağlamda değerlendirebileceğimiz bir diğer örnek Nazîr İbrâhim Divanında karşımıza çıkmaktadır. Divanda yer alan, “Takrîz-i Feres-nâme-i Dâniş bâ-Sitâyiş-i Hasan Paşazâde Halîl Paşa” başlıklı manzumede, medhiyye ve takriz bir arada yer almaktadır. Sâmî örneğinden farklı olarak manzumenin başlığında “takriz” ve “sitayiş” kavramlarının ayrımının yapıldığı görülür. Bu iki örnek, takriz

metinlerinin neden medhiyelerle bir arada anıldığı, dahası neden adlandırmalarda birbirinin yerine kullanıldıklarını bir derece açıklar niteliktedir.

Birtakım takriz metinlerinin “mektup” olarak adlandırıldığı da görülür. Bu adlandırmanın gerekçesi, Dergâh Yayınları Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi‟nin “Mektup” maddesindeki yer alan şu ifadelerde karşımıza çıkmaktadır:

Mektuplar işledikleri konulara göre; tehniyetnâme (tebrik etmek), tebriknâme (kutlama), takrîz (bir eseri övme yazısı), taziyetnâme (başsağlığı), arzıhal (dilekçe), niyaznâme (büyüklerden dilek dileme), müzekkere (resmi dairelerden bir diğerine bir işle ilgili olarak yazılan yazı), teşekkürnâme, dâvetnâme, cevapnâme gibi çeşitlere ayrılmıştır. [....] Bir kitabı övmek için yazılan takrîzler, Namık Kemal, Ahmed Midhat, Abdülhâk Hâmid, Muallim Naci gibi edebiyatçılarca benimsenmiş bir mektup çeşiti olmuştu. Öyle ki Recaizâde Ekrem bütün takrîzlerini Takrîzât (1887) adını verdiği küçük bir kitapta toplamıştır. (1986: 232)

Bu maddede takrîzlerin bir mektup türü olarak değerlendirilmiş olması dikkate değerdir. Alıntıda yer alan örneklere dikkat yönelttiğimizde bu tasnifin Tanzimat dönemi takrizlerine istinaden yapılmış olabileceğini söylememiz mümkündür. Ancak bazı klasik dönem takrizlerinin münşeat mecmualarında yer alması184

Klasik dönemde kaleme alınmış takrizlerin inşa geleneği çerçevesinde birer mektup türü olarak değerlendirilmiş olabileceğini düşündürmektedir.

Takrizlerin mektup olarak adlandırılması yahut mektupla anılması, bu çalışma kapsamında incelediğimiz 200‟e yakın takriz metninin yalnızca iki örneğinde karşımıza çıkmaktadır. Hüseyin Vassâf‟ın Sefine-i Evliyâ‟sında yer alan bu örnekler şu başlıkları içermektedir: “Tomâr-ı Turûk-ı „Aliyye Müellif-i Muhteremi Sâdık Vicdânî Bey Efendi‟nin Mektûblarıdır”, “Üsküdar Mevlevihânesi Şeyhi Urefâ-yı Asrdan Ahmed Remzi Dede Efendi Hazretlerinin, Muharrir-i Âcizi Taltîfen İrsâl Buyurdukları Mektûb ve Takrîz Olup Ma„a‟ş-Şükrân Derc Olundu”. Sefine-i Evliyâ‟ya yazılmış diğer takrizlerle birlikte sıralanan bu metinler söylemleri açısından takriz niteliği taşımaktadır. Nitekim Sâdık Vicdânî Bey‟in,

184

Kitâb-ı Sefine-i Vassâf her dürc-i sadef-i ma„nâsında bir dürr-i şehsüvâr-ı evliyâ mündemiç her satr-ı sahife-i meâlî-ihtivasında bir güher-i kıymetdâr-ı asfiyâ münderic bir hazîne-i asdâf olmağla müellif-i fâzıl u muhteremi el-hak tebrîk ve tebcîle elyâkdır. Böyle girân-bahâ bir mecelle-i leâlî-ihtivânın Tomâr-ı Turûk-ı Aliyye nâmındaki te‟lif-i âcizânemin tevsîk-i meâl ve tahkîk-i terâcim-i ahvâlinde müellif-i kemterine hakâyık-nümâ bir rehber rast-gû bir menba„-ı sahîhü‟l-haber ittihâzına müsâade buyurulması da her ma‟nâsıyla ilhâm-ı Hak‟tır. Binâenaleyh Hz. Hüseyin Vassâf‟a dürc-i dil ü cânda beslediğim teşekkürât-ı samimiyyeyi tebrîkât-ı mahsûsâma terdîfen arz u iblâğ vesilesiyle de takdim-i ta„zimât eylerim. (SK Yazma Bağışlar 2315, 22a)

şeklindeki övücü söylemi bu metnin takriz olduğunu bize açıkça göstermektedir.

Sefine-i Evliyâ’da Ahmet Remzi Akyürek tarafından kaleme alınan ve “Kemâlât-ittisâf el-Hâc Hüseyin Vassâf Bey Efendi Hazretlerine” hitabını taşıyan metnin “mektup” ve “takriz” şeklinde ayrıştırılarak adlandırılması dikkate değerdir. Bu yazım türleri arasındaki söz konusu ayrıştırmayı metnin içeriğinde şu şekilde gözlemlemek mümkündür.

Azizim beş cilt olarak te‟lîfine hâme-rân-ı himmet olduğunuz Sefîne-i nefise-i Evliyâ elbette cevâhir-i hakâyıkla meşhûn bir deryâdır. Takdim edilen târihi müştemil şu takrîz o bahra nisbet bir katre-i nâçiz ise de öyle bir ummâna vâsıl ve orada müstağrak olacağından feyz-i meserretle lebrîzdir.

Süren keştî-i aklı bahr-ı fikre derk ider elbet Telâtum-hîz-i dünyâda eser merdin bekâsıdır Cenâb-ı Hâcı Vassâf-ı hakâyık-dân u deryâ-dil Ricâl-i Halvetînin mefharı şîrîn likâsıdır

Olup gavvâs-ı ma„nâ yirmi üç yıl sarf-ı himmetle Getirdi bir eser gevherlerin en muntekâsıdır Seni irşâd içün kâfi oku ahvâl-i ebrârı

Gerek „aşk u kemâlâtı gerek zühd ü takvâsıdır

Çıkardı bahr-ı dilden Mevlevi Remzî de bir târîh Efendi al Sefîne evliyânın Mültekâ‟sıdır

(SK Yazma Bağışlar 2315, 24a)

Görüldüğü üzere giriş kısmıyla tamamen bir mektup niteliğinde olan bu metin, manzum kısmıyla tam bir takriz özelliği göstermektedir. Takriz-mektup olarak değerlendirebileceğimiz bu örnek de yine, tıpkı tarih-takriz, medhiyye-takriz adlandırmasında olduğu gibi edebi gelenekte belirli bir tasnife dahil olmayan takrizlerin zaman zaman kendilerine en yakın türlerle karşılanmış olduklarını düşündürmektedir.

Bu bağlamda üzerinde duracağımız son husus takriz-dibace ilişkisidir. Tahir Üzgör, 40 divan dibâcesini derlediği Türkçe Divân Dîbâceleri adlı kitabında şair ve yazarların kendi divanlarına yazdıkları dibacelerin yanı sıra başkaları tarafından yazılmış dibacelerin de var olduğuna değinir185

. Bu dikkatinin yanı sıra Üzgör, klasik Türk edebiyatında önsöz yazma geleneğinin etraflı bir şekilde ortaya konulmasında divanlar dışında kalan dibacelerin, tezkire ve diğer eserlerdeki önsözlerin, çeşitli mukaddimelerin ve takrizlerin birlikte incelenmesinin önemine dikkat çeker (1990: 5). Üzgör‟ün önsöz geleneğini tartıştığı bu eserde takriz metinlerini de bu gelenek içinde zikretmiş olması dikkate değerdir. Üzgör‟ün bu ifadeleri, ürettikleri söylemler ve üslûpları açısından takriz ve dibâceler arasında bir ilişkinin kurulup kurulamayacağını sorgulamamıza imkan sağlamıştır. Bu bağlamda, “Klasik edebiyat üretimlerine yazılmış olan başlıklı/başlıksız her türden metni “takriz” olarak değerlendirmek mümkün müdür?” sorusunu sormak uygun olacaktır. Bu soruyu birtakım takriz örnekleri üzerinden cevaplandırmaya çalışalım.

185Bu dibacelerin yer aldığı divanlar şu şekildedir: Pertev Divanı, Kânî Divanı, Tâhir Selâm Divanı,

18. yüzyıl şairlerinden Kânî‟nin Divanına Nûri Halil Efendi tarafından bir dibâce yazılmıştır. Söz konusu dibâceni içeriği şu şekildedir:

[A]hd-ı karîde zamânını idrâk itdigimüz ashâb-ı ma„ârifden âvâze-i kûs-ı iştihâr-ı tanîn-endâz-ı mesâmi„-i cihâniyân ve elsine-i selâsede irticâlen bilâ-tekellüf nazm u inşâsı muhayyer-i „ukûl-i kihân u mihân olan Ebû Bekr Kânî Efendi ki fi‟l-hakîka cevher-i ma„arifün kânı ve sunûf-ı kemâlât-ı şettânun mekânı idi. Egerçi cümle âsâr-ı yerâ‟a-ı bâhirü‟l-bera‟ası zabt olunmak iktizâ itse birkaç külliyât-ı Nâbî kadar devâvîn-i mute„addide tertîbi mümkin iken kendüsi hâl-i hayâtında

Belgede Klasik Türk edebiyatında takriz (sayfa 111-126)