• Sonuç bulunamadı

A. KENT

1. Kentin Tarihi

Spengler’in, “dünya tarihi kent tarihidir” (Giddens, 2000:103) tespiti ve insanlığın tarihinin, kentlerin ve kentsel hayatın tarihi olarak okunabileceğinin (Hatt ve Reiss, 2002a: 27) vurgulanması, dünya tarihinin kent ile başlatılmış olduğunu göstermektedir36. Tarihin uygarlıklar üzerinden okunması ve uygarlıkların da kentsel hayatın sonucu olması, tarihin kent lehine yazılmasını doğurmakla kalmamış, aynı zamanda kırın tarihini kentte sonlandıracak bir teleolojiye de yol açmıştır.

Marksizmin/Sosyalizmin, ilk ilke olarak, “köy ve kent arasındaki farkları giderme”yi37 (Reiner ve Wilson, 2002: 184) benimsemesi de, yine tarihi, kent lehine sonlandırmaya matuftur.

36 Kent ile ilgili çalışmalar nerdeyse aynı cümleyle başlamaktadır: “medeniyet tarihi, kentlerin tarihidir” (Kıray, 2007: 9; Yörükan, 2006: 33).

37 Marksizm’e göre, “kent ve kır arasındaki karşıtlığın ortadan kalkması özel mülkiyetin ortadan kalkmasına bağlı olduğu gibi, özel mülkiyetin ortadan kalkması da büyük endüstriyle ve dolayısıyla onun geliştirdiği kentlerle mümkündür… Marksizm için kentler, işçilere sunduğu şartlar kötü, tarihsel gelişim içinde oynayacakları vazgeçilmez rol bakımından ise gereklidir. Kentler kapitalizmin ürünü

- 95 - Her ne kadar, Martindale’nin (2000: 46), Strong’dan alıntıladığı gibi,

“geleceğin”, kentin olacağı yönünde bir öngörüye sahip olunsa da, bütün bir

“geçmişin” kente ait olmadığı, sosyal bilim dairesinden geçen herkesin sarahatle bildiği bir konudur. Spengler, dünya tarihini kentle başlatsa da, insanlığın kentle başlamadığı ve hatta oldukça geç bir dönemine tekabül ettiği bilinmektedir.

İnsanlığın yeryüzündeki izleri onbinlerle ifade edilirken, kentin tarihi, beşbin yıla kadar götürülebilmektedir. Benevolo (1995: 19), kentin, M.Ö. üçüncü ve ikinci binlerde, Mezopotamya ile Nil, İndus ve Sarı Irmak vadilerinde verimli tarım ürünlerinin biriktirilmesi ve fazlasının takas edilmesi için bir komuta merkezi olarak ortaya çıktığını yazarken; Childe (1978: 146), yine aynı yerlerde ve tarihlerde ortaya çıkan toplumsal değişiklikleri ‘kentsel devrim’ olarak nitelendirmiştir. Tekeli (2010:

8) ise, Kuzey Mezopotamya, Çayönü ve Aşıklı’da yapılan çalışmaların, kentin oluşmasından sonra tarımın yerleşik hale gelmesinin gerçekleştiğini ifade ederek, tarımın, kentleşmenin önşartı olmadığını vurgulamıştır.

Ancak kentlerin, varlıklarını sürdürmelerinin yine kıra borçlu olduğu da görülmektedir. Weber’e (2000: 132) göre, “şehir, ortaya çıktığı her yerde -Ortaçağ’da, Antik Dönem’de, Yakın ve Uzak Doğu’da- dışarıdan gelen göçmenlerin toplandığı ortak bir yerleşim noktası olarak belirdi. Şehir, alt tabakaların sağlık koşulları nedeniyle varlığını ancak sürekli yeni göçler yoluyla sürdürebiliyordu”. İlk zamanlarda, söz konusu yerler de dâhil olmak üzere, yalnızca ara sıra kullanılan bir toplanma merkezi olan bir yer, zamanla gelenek olarak adını aldığı kabilenin tüm topraklarının yönetsel, dinsel, siyasal ve ekonomik merkezi haline gelerek, “kent”

ortaya çıkmıştır (Pirenne, 2000: 48-49). Fakat kentin, bütün dünyada eşzamanlı olarak ortaya çıktığı ve aynı gelişmişlik seviyelerine eriştiği söylenemez. Childe (1990: 41), arkeolojinin, tek bir neolitik kültürün değil, ayrı ayrı neolitik kültürlerin varlığını ortaya koyduğunu vurgulamaktadır. Yine “Childe’ın kentsel devrim olarak nitelediği gelişmelerin, coğrafya ve toplumsal ilişkiler açısından; Doğu uygarlık alanında meydana geldiği anlaşılmaktadır. Yakın dönemlere kadar kentle ilgili yapılan çalışmalarda bu konuda bir farklılık olmadığı görülmektedir” (Gölçük, 2007:

oldukları gibi, onları ortadan kaldıracak tohumları da içinde taşımaktadır. Gerçek anlamıyla kentlerde sürmekte olan toplumsal mücadele hedefine ulaştıktan sonra, ilk büyük işbölümü olan kent-kır ayırımının yok olmasıyla kentin tarihi de kapanacaktır” (Bumin, 1990: 91-93). Ancak karşıtlık, Sovyetlerde çokça tartışıldıktan sonra, sonuç olarak, birinin diğerinde mezcedilmesiyle sonlandırılmış görünmektedir.

- 96 - 5). Hatta Korkut Tuna (1987: 6), yoğunluk ve yaygınlık açısından kentin, Batı toplumlarının tarihlerinin son dönemlerinde ortaya çıkan sanayi devrimi ile yakın ilişki içinde olduğunu, bu nedenle de bunun öncesinde kentin çok da muteber bir konumda olmadığını vurgulamaktadır.

Sanayileşmenin ise, kentleşmeyi hemen etkisi altına aldığı söylenemez.

İngiltere’de sanayileşmenin etkilerini onsekizinci yüzyılın sonlarına doğru göstermeğe başladığını ve ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında bu etkinin doruk noktasına ulaştığını görmekteyiz. Fransa, Almanya ve Amerika’da bu etki kendisini daha sonraları göstermiştir. Sanayinin gerek duyduğu kömür ve demir üretiminin fazla oranda insan gücüne dayanması sebebiyle Kuzey Batı Avrupa’daki kömür yataklarının bulunduğu bölgeler nüfus birikimine sahne olmuştur. Onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıl başlarında belli başlı gelişmiş ülkelerdeki kentlerde yaşama oranı, İngiltere’de 1890’da % 49,0 iken, 1900 senesinde Almanya’da % 56,1, Fransa’da % 41,0, İspanya’da % 33,2, İsveç’te % 21,5’tir. Yine 1900 senesinde ABD’deki oran %39,7’dir (İsbir, 1986: 12).

Avrupa’da olduğu gibi Amerika’da da ondokuzuncu yüzyıla kadar Doğu uygarlık alanında yer alan kentlere benzer organizasyonlara rastlanmamaktadır.

Amerika’da “ondokuzuncu yüzyılın başında nüfusun ancak %4’ü, 8 binden fazla nüfuslu şehirlerde yaşıyor” iken; çiftlikten kente doğru hummalı bir dönüşümün yaşandığı 1890’larda, Amerikan nüfusunun üçte biri, ancak dört bin ya da daha fazla nüfuslu kasabalarda yaşıyordu (Martindale, 2000: 38, 39, 46). Buna karşılık, tarihte, müstakil nüfusu bir milyonu geçen birçok Doğu kentinin varlığı bilinmektedir38. Bazı Çin kentleri, Bağdat, Kahire, Kurtuba ve İstanbul en önemlileri arasındadır. Bununla beraber, ülke nüfusunun çoğu itibariyle bir kentleşmeye ilk kez sanayi devriminin akabinde sanayileşme ile eş zamanlı olarak İngiltere’de meydana gelmiştir (Alptekin, 2007: 51). Dolayısıyla kentlerin, tarihsel süreç içerisindeki gelişimlerinde, doğal şartlarla birlikte “toplumların kültürel yapıları, politik ve stratejik tutumları, idarî yapılanmaları, yaşam biçimleri ve geçim kaynakları gibi sosyo-ekonomik veriler de son derece etkili olmuştur. Bütün bu dinamikler; kentlerin belli bir sistematik içerisinde kurulmasına ve varlıklarını sürdürmelerine olanak sağlamıştır”

38 Michon (1997: 15), Bağdat’ın, MS 762’de Halife el-Mansur tarafından kuruluşundan 40 yıl sonra, 2 milyon yurttaşı barındıran bir kent olarak devrin en büyük başkentlerinden biri olduğunu öne sürmektedir.

- 97 - (Kürkçüoğlu, 2010: 79). Bu da kentin, “kendi başına bir olay olmadığı, bazı örgütlenme ve ilişkilere bağlı olarak mevcut toplum ilişkilerinin çapını aşan bir çözüm olarak ortaya çıktığını” (Tuna, 1987: 174) göstermektedir.

Kentlerin tarihsel süreç içerisinde geçirdikleri değişim, günümüzde modern-postmodern karşılaştırmaları ile ele alınmaktadır. Uğur Tanyeli (2004: 12), modernlik ve modernleşme anlatılarının üzerinde yoğunlaştığı, “modernleşmenin en parlak, en iddialı kuramları kent bağlamında inşa edil[diği]” ve “modernlik üreteci olarak rolleri üzerinde çok şey söylen[en]” kentin, kent tarihimizde, hep modernleşmenin nesnesi olarak konumlandığını öne sürer. Bu tarihyazımı, kente, kentliye bir aktör olarak rol vermeyen bir yazımdır. Kentte meydana gelen herhangi bir değişimin, mutlaka dışsal bir aktörce gerçekleştirildiği izlenimini doğuran bu perspektif, kenti, zaman-mekân-insan bağlamından soyutlayarak bir “boş nesne”

olarak algılamaya götürür. Oysa kent, düşüncelere çizildiği kadar kavi sınırlarla çevrelenmiş olmadığı gibi, barındırdıklarının da elini kolunu bağlamış değildir. Bu nedenle kent, içeride ve dışarıda yaşananlara karşı olabildiğince duyarlıdır; onlarla birlikte ve onların elleriyle her daim değişir, yenilenir ve kendini inşa eder (Koolhaas, 1995; Spivak, 2000). İnsanın kentle, zaman ve mekân düzleminde girdiği ilişkinin sonucu olarak, yeni mekânsal organizasyonlar ve ilişki biçimleri şekillenmektedir.

Sennett (1999: 240), modern kentsel tasarımlarda kullanılan “ızgara”

düzeninin, hiçbir şeyin değişmediği, tekrarlayan öğeleri düzenlemeden ibaret olduğunu, bir sanayi makinesinin çalışmasına çok benzeyen, sırf tekrarlardan oluşan, merkezsiz ve sınırsız bir biçim olduğunu ve bundan dolayı da insani olmadığını söyler. Saat zamanının, kentteki bir egemenliğin zamanı olarak, “toplumu yöneten tüccarların uyguladığı ekonomik, sosyal ve siyasî tahakkümün bir aracı” haline gelmesi ve ızgara mekânıyla tamamlanması (Sennett, 1999: 203-205) ise, modern zaman-mekân organizasyonunun da eşgüdümünü sağlamıştır. Böylece modern kentsel mekân, büyük ölçüde kapitalist ilkelerin oluşturduğu çerçevede şekillenmiştir.

Modernleşme sürecinde kentlerin, kentsel mekânların kapitalizmin ilkeleri çerçevesinde şekillendirmesi, sermayenin akışkanlığını kolaylaştırmak ve birikimini arttırmak yönünde bir eğilimi ve beraberinde yeni mekânsal düzenlemeleri

- 98 - getirmekte, eski çevreler ise sürekli olarak bir değişim döngüsü içine girmektedir.

Modern kent, böylece, modern kültürün şekillendiği ve yeni kuşaklara aktarıldığı yer olarak tasavvur edilmekte; kentteki ve kente sonradan gelen herkesin, süreç içerisinde aynı kültürü edinerek kentlileşeceği düşüncesi ve beklentisi söz konusu olmaktadır (Karakurt, 2006: 6). Kentin en belirgin özelliklerinden biri heterojenlik olarak gösterilmesine karşın, modern kentin bireylerinin ve mekânsal düzenlemelerinin homojenleşmesi yönünde beklenti ve politikalar geliştirilmeye çalışılmıştır.

Ancak iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki değişime paralel olarak zaman ve mekân algılamaları, dolayısıyla bireylerin dünyayı anlamlandırma tarzları da değişmiştir (Karakurt, 2006: 20). Bununla paralel olarak modernliğin biçim değiştirmesi ya da aşınması olarak görülen postmodern zamanlarda, modernlikle etkileşim sürecinde şekillenen diğer kurumsal/mekânsal düzenlemelerde olduğu gibi, kentsel mekânlar ve kent ile kentlilik ilişkilerinde de farklılıklar gözlenmeye başlanmıştır. Postmodern mimari anlayışta, heterojenlik, çok seslilik, bölünmüşlük düşüncelerine paralel olarak birbirinden oldukça farklı yaklaşımlara rastlanmaktadır.

Jencks’e39 göre, postmodern mimarlığın kökleri iki önemli teknolojik değişimde yatar. Bunlardan ilki, günümüz iletişim araçlarının, ‘alışılmış mekân ve zaman sınırlarını’ çökertmesi, böylece hem yeni enternasyonalizm, hem de kentlerin ve toplumların içinde insanların yerine, işlevine ve toplumsal çıkarına bağlı olarak güçlü iç farklılaşmalar yaratmasıdır. Diğeri ise, bu üretilmiş parçalanmanın, mekân içinde toplumsal etkileşimi yüksek derecede farklılaşmış biçimde gerçekleştirecek ulaşım ve iletişim teknolojileri bağlamında ortaya çıkmasıdır. Postmodern mimariye göre;

modern mimarlar birer sanat yapıtı olan planları ürettiler ama kent, zaten kendi başına bir sanat yapıtıdır. Yoğun olarak birbiri içine geçmiş yapılar, milyonlarca aklın ve milyonlarca bireysel kararın ürünüdür. Çeşitliliği, kestirilemeyen bir araya gelişlerden ve öngörülemeyen etkileşimlerden doğar. Böylece postmodernizm, kenti, çeşitliliğin, farklılığın mekânı olarak görmüş ve bunu ön plana çıkartmıştır (Karakurt, 2006: 13-15).

39 Postmodernizmin mimarlığa ilişkin ilk bilinçli kullanımı, 1975’te Charkles Jencks’ın ‘The Rise of Post-Modern Architecture’ başlıklı makalesinde kullanılmıştır (Karakurt, 2006: 12).

- 99 - Oğuz Işık (1993: 32), modern dönem kentler ile postmodern dönem kentler arasında yaptığı ayrımda, modernizmin homojenleştirici bakışına karşılık, postmodernizmin, kenti bir bütün olarak görmemizi sağlayan mantıksal temelleri ortadan kaldırdığını ifade eder. Böylece modernizmin kente kuşbakışının aksine, postmodernizm kenti bir anlamda sokakta yürüyen kentli insanların gözleriyle görmemizi sağladığını öne sürer. Postmodern kent, her türlü bütünlüğünden koparılmış ve parçalar şeklinde ve sokakta yürüyen insan gözüyle algılanan bir kent olarak görünür. Bu parçaların ise, bir bütünün parçaları değil, kendi başlarına anlamı olan birimler olduğu; dolayısıyla postmodernizmin kente bakışında, kent parçalarının birbirine bağlayıcı bir mantık içerisinde bir araya gelmedikleri kabul edilir.

“Modernist kent planlamacıları, gerçekten de, bilinçli olarak bir ‘kapalı biçim’

tasarımı aracılığıyla, metropol üzerinde bir “bütünsellik” olarak “hakimiyet” kurmayı hedeflerken, postmodernistler kentsel süreci ‘anarşi’ ve ‘değişim’in bütünüyle ‘açık’

durumlarda ‘oyun’ oynadığı, denetlenemez ve ‘kaotik’ bir şey olarak görme eğilimindedirler” (Harvey, 2003a: 58). Bu durum, tam da Sennett’in kentsel mekânın planlanmasıyla ilgili düşüncelerine karşılık gelmektedir. Sennett’e göre, mekânsal açıdan topografya, kültürel coğrafya gibi heterojen “engelleri” ortadan kaldıran, bürokrasinin mantığını müteahhitlik kurumuna uyarlayarak tek tip binayı sonsuza kadar yineleyebilecek bir planlama anlayışındansa, farklı tür yapılar ve estetik anlayışları bir araya getirebilen, bol çeşnili bir planlamaya gidilmelidir. Kent, sunduğu sosyal ve mekânsal çeşitlilikle, potansiyel olarak bireylere “kendi dışlarına çıkabilme” şanslarını verebilecek bir mekân olarak görülmelidir ve zaten öyledir.

Dolayısıyla kent insanı da, sadece kamusal yaşantı içinde, kamusal mekânlarda kendini ve diğerlerini görerek, ötekiliği yaşayarak, kendine dışarıdan, yeni açılardan bakmayı öğrenerek kendini geliştirebilir, kimliğini kurabilir (Diken, 1997: 75-76).

Bu nedenle de, “modern ve insancıl bir kentin plancısı farklılıkları birbirinden ayırmak yerine, onları üst üste yığmalıdır” (Sennett, 1999: 227). Farklılıkların üst üste yığıldığı kentlerde, mekânsal ve kültürel sınırların da anlamsızlaşacağı, geleneksel ve modernin bir arada yaşayabileceği ve dolayısıyla kente asıl hüviyetini kazandırdığı düşünülen heterojenliğin ancak böyle mümkün olduğu söylenebilir.

Fakat bu olumlu bakışın aksine, özellikle yaşam bölgelerinde belirgin olarak ortaya çıkan farklı mekânsal düzenlemeler ve mimari tasarımların, mekânda parçalanmanın

- 100 - yanı sıra, kentsel yaşamda da bir parçalanmanın hem nedeni hem de sonucu olarak ortaya çıkabileceği de düşünülmektedir (Karakurt, 2006: 16). Özyurt’un (2007: 124), Simmel, Wirth, Sennett ve Bauman’ın kentsel toplumda insan davranışlarıyla ilgili analizlerini değerlendirdiği çalışmada, aslında modernden postmoderne kayışın izleri de görülebilmektedir.

Günümüz kentsel mekânının biçimlenmesi, geleneksel, modern, postmodern ve küresel süreçlerin etkileşimlerinin sonucu olarak gerçekleşmiştir. Kuşkusuz bu etkileşimlerin mevcudiyeti oranında da kentsel mekânlar, ayrışmakta veya benzeşmektedirler. Yaşamakta olduğumuz küreselleşme sürecinin, gelişen iletişim ve ulaşım imkânlarının da oluşturduğu zeminde, bu etkilerin alanını genişlettiğini ve dolayısıyla dünyayı kentler üzerinden şekillendirdiğini söylemek mümkündür. Bazı kentlerin, içerisinde yer aldıkları ülkelerin geri kalanından nüfusça daha büyük, daha popüler ve daha prestijli oldukları bile söylenebilir. Hatta nüfusu yirmi-otuz milyonu aşan ve dünyanın her tarafından insanları barındırması ve tüm dünyayla güçlü bağlar kurması, onların küresel kent olarak tanımlanmalarını sağladığı da görülmektedir.

Küreselleşme sürecinin, kentsel mekânda da değişikliğe zemin hazırladığı, hızlı nüfus artışıyla yeniden yapılanan kentlerde, kentleri belirli tek bir tip altına alma, düzenleme anlayışının ortadan kalktığı ve bunun da kentsel makro formu, bir bütün olarak ele alan modern kent planlama anlayışlarının sonunu getirdiği vurgulanmaktadır. Bütünlüğünü yitirmiş ve parçalar halinde algılanan bu kent (Işık 1993: 32), aslında dünya ölçeğinde bütünselleşmeyle at başı gitmektedir. Bir yanda, kentsel mekân algılamasında tanık olunan dönüşümle birlikte, kentsel makro formun, kişisel zevkler doğrultusunda küçük planlar çerçevesinde şekillenmeye başladığı ve bireysel zevklerin egemen olduğu kentsel mekânda, birbirinden farklı, aralarında bütünsel bir bağ olmayan yapılanmaların ortaya çıktığı görülürken ve bunun izleri, günlük yaşamın geçtiği tüm mekânlarda, iş bölgelerinde, oturma bölgelerinde, rekreasyon alanlarında, eğlence mekânlarında gözlenebilirken (Karakurt Tosun, 2007: 50), diğer yanda, mikro formların dünya ölçeğinde yaygınlaşmasını sağladığı, beğenilen bir formun/ürünün/imajın istenilen yerde kolayca bulunabileceği bir nevi

“dünyalılık” tasavvuruna sebep olduğu gözlenmektedir. Bu tasavvurda, her yer ve

- 101 - kişi, her an “merkez” olarak konumlanabilmekte ve “yüzergezer” bir merkez algısı, hegemonik merkezlerin zayıflamasını, çoğu kez silikleşmesini doğurmaktadır40.

Bu ise, zaman ve mekânda yeni bir algıya karşılık gelmektedir. Farklılığın küreselleşmesi olarak tanımlanabilecek bu vasatta, her şey hızlı akar. Bu hızlı akış, sınırları belirginsizleştirip bütünsel bir dünya algısı yaratırken, yerel farklılıkları tahrik edip sürece dâhil etmektedir. Böylece “yerel”i “yer”den koparmakta ve “yersiz yurtsuz”laştırmakta, “herkes”i kendi yurdunda bir “yabancı” olarak, bir “turist”

olarak dolaştırmaktadır. Ama aynı zamanda, “hiç kimse”nin, bir başka “yurt”ta

“yabancı”lık çekmeyeceği bir “dünyalılık” algısına da yol açmaktadır. Artık herkes ve her şey hem çok tanıdıktır, hem de bilinmeyen/yabancıdır ve böylece postmodern düşüncenin hayata aksı gerçekleşmektedir.

Ancak bu yeni hayat biçiminin sorunlarla malul olduğu da görülmelidir.

Kentlerin çok hızlı büyümesi, kentte ‘bilinmeyen’ olgusunu giderek artırmış ve bilinmeyenden kaçış, yükselen özel hayat anlayışıyla birleşerek orta ve üst gelir gruplarını, kent içi alanların negatif özelliklerinden uzak, ama kente yakın bölgelerde oluşturulmuş olan banliyölere doğru kaydırmaya başlamıştır. Bilinmeyene karşı güvenlik algısı, kişileri, benzer toplumsal yapıya sahip, homojen grupların oluşturduğu yerleşim bölgelerinde yaşamaya itmiştir. Kentsel mekânda toplumsal sınıflar arasındaki bu ayrımlaşma, kentsel yazında ‘küresel ve yerel’in çatışması olarak da ifade edilmektedir. Buna göre günümüz metropollerine, küreselleşme ile yerelleşme arasındaki çatışmalar damgasını vurmaktadır. Küresel ölçekte ivme kazanan entegrasyon, dünya kentlerinde parçalanma ve dağılma süreçlerini doğurmakta ve kentin bütünü değil, yalnızca sınırları net olarak çizilmiş, toplumsal, ekonomik ve mekânsal merkezleri küresel toplumun bir parçası haline getirmektedir.

Yerel olarak ifade edilen yoksullar/alt gelir grupları ise, küresel ekonomi piyasası koşullarında tanımlanmış bir ortamda kendilerine bir yer bulmamakta ve kendi hayat koşullarını, kendi buldukları alternatif imkânlar çerçevesinde şekillendirmeye çalışmaktadırlar. Böylece kentlerde çok farklı yapılanmalar ortaya çıkmaktadır (Karakurt Tosun, 2007: 53-55). Yabancılarla/yoksullarla karşılaşmamak için, güvenlikli mekânlarına çekilen “endişeli kentliler”, kaçtıkları yoksulları/yabancıları, güvenlikli mekânlarının kapılarına “güvenlikçi” olarak, çocuklarına bakıcı olarak,

40 Bu tema, postkolonyal sosyal bilim çalışmalarının ana izleklerinden birini oluşturur. Bkz. Bhabha, 1995; Bhabha, 1999.

- 102 - bahçelerine bahçıvan olarak, kapıcı, kaloriferci olarak istihdam etmekte ve onlarla kendi “korunaklı mekânlar”ında bir arada olmanın huzurunu yaşamaktadırlar. Ayrıca ayrıcalıklı mekânlarının çevrelerinde, yine kaçtıkları gruplarca, kısa sürede “derme-çatma” evler inşa edilmekte ve çeşitli küçük “hizmet” birimleri oluşturarak, endişeli kentliler, eşleri ve çocuklarıyla etkileşecekleri yeni ortamlar üremektedir41. Dolayısıyla kent, tam da Sennett’in dediği gibi, ne kadar kaçılırsa kaçılsın zaten

“karşılaşma mekânı”dır; yeniyle eskinin, gelenekselle modernin, yerelle küreselin, varlıklıyla yoksulun, güvenle tehdidin… her daim karşılaştığı mekândır.