• Sonuç bulunamadı

I- AŞİRET VE AŞİRETÇİLİK

5. Aşiret Sisteminde İlişki Ağları

- 32 - ve talanlarda önemli rol oynarlar hem de reisin hasımlarını cezalandırma/ortadan kaldırma işinde kullanılırlar. Mülakatlarımızda, bunun bugün “fedailik” anlamına geldiği ve kısmen devam ettiği anlatılmıştır.

- 33 - 5.2. Aşiret İçi İlişkiler

Aşiretin mensupları, kendisine belli ölçüde kan bağıyla bağlıdır. Bu yönüyle aşiretin bir akrabalar topluluğu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak akrabalık ilişkilerinin belli bir hiyerarşiyi beraberinde getirdiği de görülmektedir. Aşiret liderinden kabile liderlerine, onlardan malmezinlere doğru, bir hiyerarşi oluşur. Bu hiyerarşide diğer aile ve fertler, aşiretin iş ve sayısal çokluk açısından işlevlere sahip olsalar bile, zor durumlarda vazgeçilmez de değillerdir.

Bu hiyerarşi ve buna dayalı ilişkiler, daha katı ve kapalı bir cemaat yapısını da beraberinde getirir. Ancak doğal temsilci konumundaki aile ve kabile liderleri ile aksakallılar/rispiler üzerinden hem bir itaat-otorite ilişkisi hem de iktidarla interaktif bir ilişki sürdürülmektedir. Böylece iktidara görece bir katılımın söz konusu olduğundan söz edebiliriz. Fakat bu katılım, aşirete kan bağıyla değil de siyasî zorunluluklar dolayısıyla bağlı olan aşiret-dışı unsurlar için her zaman mümkün değildir. Özellikle zalim liderlerin iktidarlarında, reis, hiçbir ilkeye riayet etmeyebilmekte ve akraba olup olmaması önemli olmaksızın, tebaaya karşı çok zalimce muamelede bulunabilmektedir (Nikitin, 2002: 211). Fakat bu, genellenebilir bir uygulama olmaktan ziyâde, bazı liderlerin kişisel özeliklerinin bir sonucu olarak gerçekleşmektedir. Zira rutin olan, söz ettiğimiz mekanizmanın reisin iktidarını etkileyebilme potansiyelidir. Çünkü reis, iktidarını sürdürebilmenin yolunun kendisine sadakatle bağlı kalacak bir tebaadan geçtiğinin bilincindedir. Bu nedenle de kanaat önderlerinin ağırlığını hesaba katmak zorundadır.

Aşiret yapısı içerisinde fertler sosyal, kültürel ve normatif açılardan sosyalleşme süreci üzerinden sosyal olarak inşa edilmektedir. Doğan her çocuk, ilkin kendi ailesindeki büyüklere, ardından malmezine, kabile ve aşiret liderine itaat etmeyi öğrenir. Bu tür bir yetişme tarzı içerisinde itaatsizlik pek de akla gelmeyen bir şey haline gelir ve genel olarak hiyerarşik itaat kültürü oluşur. Fakat aynı zamanda dönemin toplumsal yapılarını, örgütlenme biçimlerini, yetişme tarzlarını da göz önünde bulundurmak gerekir. Diğer topluluklarda da farklı bir durumun olduğu söylenemez. Aşiret sistemini diğerlerinden farklı kılan en önemli nitelik, muhtemelen kan bağına dayalı bir örgütlenmenin aynı zamanda politik bir model de sunmasıdır.

Başka politik modellerden farklı olarak, topluluğu bir arada tutan unsurlara ek olarak

- 34 - kan bağının varlığı, aşiretteki yönetici-tebaa ilişkisini daha sıkı ve sürdürülebilir kılmıştır.

Aşiret üyelerinin alışageldikleri hayat düzeninin yanı sıra, yine bu hayat düzeninin bir sonucu olan “çıkar ilişkileri” açısından da aşiret-tebaa ilişkisi değerlendirilebilir. Aşiret liderlerinin, iktidarlarını sağlamak, genişletmek ve sürdürmek için tebaaya duyduğu ihtiyaç kadar, aşiretlilerin de aşiret hayatlarını sürdürebilmek, aşiret kimliklerini olduğu kadar, diğerlerine karşı hayatlarını ve hayat tarzlarını korumak için de sığınacakları güçlü kalelere ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla aşiret sisteminin daha rafine yaşandığı dönemlerde, bu sistemin temel unsurlarını oluşturan aşiret-tebaa ilişkileri, geleneksel akrabalık ve sadakat ilişkileriyle beraber, aynı zamanda en az onun kadar “çıkar” merkezli bir ilişki biçimine de dayanmaktadır.

5.3. Aşiret Yapısında Kadın ‐ Erkek İlişkisi

Aşiret sisteminde kadın-erkek ilişkilerine dair ilk kanı, kadınların ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü ve erkekler tarafından ezildiği şeklindedir. Dışarıdan yapılacak herhangi bir gözlemin bunu doğrulamamasına da imkân yoktur; çünkü toplumsal alanda gösterilen performanslara bakıldığında hep “erkek” eksenli olduğu görülmektedir. Reislerin hemen her zaman erkek olması, erkek çocuğuna atfedilen değer, babasoylu akrabalık ilişkileri, kadınlara mirastan pay verilmemesi, erkeklerin kadınlarla beraber oturmaması, alışverişlerin erkekler tarafından yapılması ve sair faktörler, bu algıyı doğrulayan veya pekiştiren bir işlev görürler. Mesela erkeğin otoritesinin pekiştirilme süreci şu şekilde betimlenmektedir: “Erkek hane reisi, yalnız başına yemek yiyerek, kadınlarla ve çocuklarla bir arada oturmayarak, haber vermeden küçük odaya girmeyerek kendi evinde misafir gibi “davranır”, böylece de hanede mutlak bir otorite konumu tesis etmiş olur” (Yalçın-Heckmann, 2002: 227-228). Hatta mümkün olduğunca “ev”de daha az vakit geçirerek, “daha erkek” olduğu imajını güçlendirmeye çalışır. Gerçekten de genel olarak “ev”14 ve özelde de evin bazı bölgeleri, “kadın” ile, ya da başka bir ifadeyle “dişilik”le özdeşleştirilir. Erkek,

14 Ev, bugünkü toplumsal algımızda bile hala “dişil”dir.. “Evde kuluçkaya yatmak, ev işleri yapmak, kadın gibi evde laklak yapmak” gibi ifadeler bu imaja yaslanmaktadır. Kısaca, “ev” ile ilişkili hemen her şey, “erkeklik” imajını zedeleyen bir niteliğe sahip görülür.

- 35 - arada bir kaçamaklarda bulunsa bile, bu mekânlarda diğer erkeklere yakalanmamak için teyakkuzdadır.

Ancak bu çözümleme, bunun her zaman ve yerde böyle olduğu anlamına gelmez. Nitekim bu algıya muhalif saptamalarda da bulunulmuştur. Aşiret köylerinde yapılan gözlemlerde, erkeklerin bir araya geldikleri toplantılarda genellikle kadınların da bulunduğu, erkeklerin yapıp ettikleri hakkında onların da bilgi sahibi olduğu, bu nedenle de köylü kadınların yerel olaylar, anlaşmazlıklar ve siyaset ile ilgili konularda bilgi sahibi oldukları tespit edilmiştir. Hatta bir kız öğrencinin ilköğretime devamını sağlamak amacıyla aileye yapılan ikna ziyaretinde, öğrencinin babası hemen ikna olmuş, ancak uzun uğraşlar sonucunda hem de babasının da yardımıyla anne zorla ikna edilebilmiştir. Annenin, kendisine yardımcı olması amacıyla kızını alıkoyduğu düşünülebilir, ancak direncini, “kızların okumasının doğru olmadığı” yönünde sergilediği belirtilmelidir.

Dolayısıyla geleneksel aşiret ailesinde görünüşte erkek hâkimiyeti olmasına karşın, zannedildiği kadar kadın da bir hiç mesabesinde değildir. “Kadın adeta arka planda evin reisi durumundadır. Kadının onayı olmadan ailede bir şeyin olması çok zordur. Her ne olursa olsun, gene de erkek baskın olarak ön plana çıkmaktadır.

Geleneksel Türk aile yapısında da ataerkil aile anlayışı hâkimdir. Erkek ailede öncelikli bir yere sahiptir ama bu kadının da tamamen silindiği, görmezden gelindiği anlamına gelmemektedir” (Öztürk, 2004: 175). Benzer şekilde Beşikçi de göçebe Alikan aşiretini konu edindiği çalışmasında, aşiret kadınına dair algıyı tersyüz edecek bir iddiada bulunur (1992b: 32): “Göçebe aşiretlerde kadın çok çalışır, aile içi ekonomik ve sosyal işbölümünde kadına düşen görevler çok ağırdır… Fakat kadının bu kadar çok çalışması, hiçbir zaman toplum içinde erkek tarafından ezildiği anlamına gelmemelidir. Kadın, gerek toplumsal ilişkilerde, gerek aile içi ilişkilerde erkek kadar söz sahibidir”. Fakat Beşikçi, bunun kentleşmeyle birlikte tamamen değiştiğini ileri sürmektedir. Ona göre, “geleneksel durumda çeşitli meseleler karşısında erkekle münakaşa edebilen kadın, artık tamamen ona tabi bir hale gelmeye başlamıştır. Geleneksel durumda her an tabiatın zorlukları ile karşı karşıya olan ve onu tek başına yenmeye çalışan kadın artık dört duvar arasına sıkışıp kalmıştır ve yine eski durumda çadırına gelen çerçiler ile ve daha büyük tüccarlar ile saatlerce

- 36 - pazarlık ve alış-veriş yapan kadın, şehre yerleştiği andan itibaren evinin odaları içine sıkışmakta, bakkala gidip bir kilo şeker bile alamamaktadır” (Beşikçi, 1992b: 33).

Her ne kadar Beşikçi, romantik bir yorum sergilese de, bunun daha çok hayat tarzlarının sonucu olduğu bir gerçektir. Bu, aşiretli kadın-erkek ilişkilerindeki bir değişimin ötesinde, modernleşmenin bir sonucu olarak kentte “ontolojik güvenlik”te15 meydana gelen değişimle yakından ilgili bir durumdur ve sadece aşiretliler için değil, kentlileşme sürecinin genel bir sonucu olarak kentlileşen hemen herkes için geçerlidir. Zira hem göçebelik halinde hem de kırsal yerleşimde, insanlar, yüzyılların tecrübesinin verdiği “güven” ile hem insan ve hem de doğayla ilişkilerinde beklenmedik durumlarla, yani “risk” ile karşılaşmazlar. Her ne kadar baskınlar, talanlar ve ani/hızlı mekân değişiklikleri dolayısıyla karşılaştıkları riskler olsa da, bunlar da yine hayat tarzlarının içerisinde anlamlandırılabilen gelişmeler olarak düşünülebilirler. Dolayısıyla sosyal ve fiziksel çevreye aşinalık, onlarla olan ilişkilerde de olabildiğince “rahatlık” getirmektedir. Böylece kadınlar da en az erkekler kadar, “dışarı”ya ait işlerde çalışabilmekte, “ev”in erkeklere has sayılan

“misafir odaları”nda misafirlerle beraber oturabilmekte ve hatta evde bir erkek olmaksızın erkek misafir kabul edebilmektedir.

Kentte yaşamaya başlandığında ise, “tanıdık” ve “yabancı” tanımlamalarında önemli değişiklikler olmaktadır. Hem sosyal hem de fiziksel çevre hemen tümüyle

“yabancı”laşmıştır; kentin sokakları, çarşısı, alışveriş merkezleri, trafiği, resmi kurumları ve “yabancı” insanlarla dolu çevre, özellikle yeni geleni zorlayan, onu daha dar sınırlarında “güven”likli evine yönelten bir görünüm arz eder. Ancak yaşanılan mekânın, fiziksel ve sosyal unsurlarındaki homojenlik, Beşikçi’nin yukarıda sözünü ettiği, “evinin odaları içine sıkışma”yı söz konusu olmaktan çıkarır.

Bugün aşiretlilerin yoğunluklu olarak oluşturduğu kentsel mekânlarda, kadınlar, tam da Beşikçi’nin göçebe kadınlar için söylediği rolün hakkını verecek bir performansa sahiptir: Sokakta oturur, bakkala, alışveriş merkezlerine gider, öğrenci veli toplantılarına katılır ve hatta politik mitinglerde boy gösterir.

Dolayısıyla kadın-erkek ilişkisi, kadının sosyal alanda görünürlüğünün ötesinde, aşiret sisteminin getirdiği “atfedilen statü”16 merkezli örgütlenme biçimine

15 “Güven” ile ilgili tartışma, Giddens’ın “Modernliğin Sonuçları” (1998: 35-41) adlı eserinden mülhemdir.

16 Bkz. Korkmaz, 2006. Özellikle 41-50 arasındaki sayfalar.

- 37 - göre şekillenmiştir. Bu sistemde üst sırada lider ve lider ailesinin fertleri, aksakallılar/rispiler, diğer erkekler ve sonra da kadınlar gelir. Kadınlar arasındaki hiyerarşi de erkeklerinkiyle paralellik arz eder. Bu hiyerarşiyi doğuran sistem, güçlü bir liderliğe, cesur ve yiğit askerlere ve işgücü niteliği olarak da yine erkeklere dayanmaktadır. Bu ise, erkek merkezli/ataerkil bir yapı doğurmaktadır. Ancak bu,

“kadınların hiçbir zaman karar mekanizmasında yer almadığı”na dair tezin doğruluğunu göstermez; aksine, görünürde erkek bütün kararları veriyor gibi görünmekle birlikte, aslında birçok konuda kadının görüşü/onayı alınmaksızın nihai karar alınamadığı söylenebilir.