• Sonuç bulunamadı

I- AŞİRET VE AŞİRETÇİLİK

9. Aşiret Yapısında Töre

- 56 - olan), bir anlamda aşiretlilerin kan davaları üzerinden inşa ettikleri dayanışma ilkesi olarak tebarüz etmektedir.

Kan davalarının oluşumu ve sürdürülmesi kadar, kuşkusuz çözülmeleri de aşiretliler arasında dayanışmayı sağlayabilmektedir. Zira hemen yukarıda ifade edildiği gibi, kan davasının sürdürülmesini sağlayan intikam alma ya da hedef olma konumunda bulunanlar, aynı zamanda o kan davasının çözümünün araçlarını üretmede de ortak sorumluluk sahibidirler. Bu sorumluluk anlayışı, aşiret ideolojisinin perçinlenmesinde önemli bir işlev görür. Diğer yandan, aşiret reisi ile aşiret üyeleri arasında da, kan davalarının özellikle çözümü üzerinden bir karşılıklı bağımlılık doğar. Üyeler, çoğu zaman daha büyük zayiatlarla sonlanacak kan davalarını çözmekle, aşiret liderine karşı borçluluk duygusu içerisinde olurlarken;

liderler de, aşiretliler nezdinde prestijini artırarak otoritesini sağlamlaştırır.

Dolayısıyla, “aşiretler arası ve aşiret içi düşmanlıklar, üyelerin birbirine kenetlenmesini sağlamaktadır. Bu anlamda düşmanlıklar, lider ve aşiret üyelerini birbirine yaklaştırıp aşirete bağlılıklarını arttırırken, aşiret biriminin de çözülmesini engellemektedir” (Ateş Durç, 2009: 105). Kuşkusuz burada, aşiret sisteminin ortak sorumluluk paylaşımı ilkesinin, kan davalarının oluşumunda ve sürdürülmesinde mi etkili olduğu, yoksa aynı ilkenin çözümde mi işlevsel olduğu biçimindeki tartışma önemlidir. Ancak şimdilik bunların karşılıklı olarak birbirlerini besledikleri, fakat önermenin bir tarafının bozulmasıyla düzeneğin işlevsizleştiğini belirtmekle yetinilecektir. Zira kan davalarını mümkün kılan nedenlerin büyük ölçüde devam etmesine karşın, o çözüm mekanizmasında meydana gelen değişimin, bugün bu davaların kolayca sonlandırılmasını zorlaştırdığı aşikârdır.

- 57 - olarak ikiye ayrılan bu sistem, Osmanlının son dönemlerine kadar varlığını korumuştur.

Örfi hukuk, söz konusu tarihsel tecrübenin sonucunda oluşan ve uygulamalarla test edilerek gelişen, çoğunlukla yazılı olmayan ve genel kabul gören kurallar bütünü olarak tanımlanabilir. Bu tanımlamaya göre, örfî hukukun, töreden beslendiği söylenebilir. Töre23, “sosyal hayatın tamamına nüfuz etmiş olan tecrübeye dayalı bir birikim” (Tatar ve Canbay Tatar, 2005: 286); “atalardan kalan ve yazılı olmayan kurallar” (Düzgün, 2007: 203) olarak tanımlanmaktadır. Töre, adet, gelenek ve göreneklerden daha zorunlu görüldüğünden, yerine getirilmediği takdirde yaptırımları da daha ağır olmaktadır (Güngör, 1999: 88: Düzgün, 2007: 213). Kısaca, bir toplumun biraradalığını ve devamını sağlayan bütün kurallar, bir şekilde törenin kapsamında yer alırlar. Dolayısıyla bir toplumda törelerin varlığının tartışılmasından ziyâde, o toplumun hangi törelere, hangi nedenlerden ötürü itibar ettiğinin anlaşılması gerekmektedir.

Törenin, tarım toplumu ya da geleneksel/modern öncesi, yani değişimin görece daha yavaş gerçekleştiği aşiret tipi toplumsal yapılar için daha anlamlı olduğu söylenebilir. Çünkü modern öncesi toplumlarda yazılı hukuk, çoğunlukla kent ve çevrelerinde etkin olabildiği halde, nüfusun çoğunluğunun bulunduğu kırsal ve göçebe topluluklarda pek etkili olamamaktadır. Bu topluluklar, inanç ve değerleriyle yoğrulmuş gelenek, görenek ve töreyi, toplumsal hayatlarının merkezine alarak, kendi yazısız hukuklarını oluşturmuşlardır. Aslında bu, İslâm hukukunun uygulandığı dönemlerde de, modern hukukun geçerli olduğu zamanımızda da böyledir. Zira töre, yazılı hukukun boş bıraktığı alanın genişliği kadar vardır. Ve yazılı hukuk, hiçbir zaman hayatı bütünüyle kuşatma salahiyetine sahip değildir. Bu nedenle aşiret sisteminde töreler, varlıklarını daima yoğun olarak hissettirmişlerdir.

Özellikle İslâm hukukunun geçerli olduğu geçmiş yüzyıllarda, bu hukukun örfe tanıdığı geniş inisiyatif, dinle yoğrulmuş bazı törelerin oluşumunun da zeminini teşkil etmektedir.

23 Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ı Lügat-it-Türk” adlı eserinde (2003: 199), bugün kullandığımız “töre”

kavramının karşılığı olarak “törü” kelimesi, “düzen, nizam, görenek, adet” anlamlarına gelecek şekilde kullanılmaktadır. Ögel’e (1993: 41) göre de “Eski Türkler “töre” sözünü “törü” şeklinde söylerlerdi. Türklerin “töre” deyiminin ifade ettiği anlamlar çok geniştir. Eski Türklere göre “törü”

daha çok, “devletin kuruluş düzeni ve işleyişi” idi. “Törü” sözü Uygur çağında ise, artık doğrudan doğruya “kanun” anlamında kullanılmaya başlanmıştı... Bu yüzden törü sözünü yalnızca devlet düzeninin kaideleri için kullanıyorlardı”.

- 58 - Şer’i hukuk ise, bugün birçok İslâm ülkesinde de uygulanmakta olan, temelini Kur’an ve Peygamber’in uygulamalarından almakla beraber (İslâm hukukunun temel kaynakları Kur’an, sünnet, icma ve kıyas olarak görülür), İslâm bilginlerinin bu iki kaynağın perspektifinde, yeni hal ve zamanlar için öngördükleri kurallar/içtihatlardan oluşmaktadır. Kadı adı verilen “yargıcın” uygulamasıyla hayata geçirilen bu hukuk, yalnızca Müslümanların tabi oldukları bir hukuk sistemidir.

Diğer dinlerden olanlar ise yine İslâm hukukunun öngördüğü biçimiyle (zımnî hukuk), kendi aralarındaki sorunlarını çözmek amacıyla, kendi dinî hukuklarına tabidirler (Karaman, 1996; Cin ve Akgündüz, 1996).

Devletlerin, ulus-devletleşme sürecinde otoritelerini daha fazla hissettirmelerinin, yani merkezileşme politikalarının sonuçlarından biri olarak, reislerin aşiret içindeki yargılama hakkından geriye bir şey kalmadıysa da, geçmişte bu hakkın kendini bazı olaylar aracılığıyla gösterdiği görülmektedir. En belirginleri olarak suçlunun mülkünün talan edilmesi, zorla kız ya da kadın kaçırma hallerinde uygulanıyordu. “Diğer cürümler için, suçlunun evi yıkılır, ya da bahçesinin ağaçları kesilir. Ama en çok korkulan ceza, aşiretinden kovulmaktır. Esasen pek doğaldır ki, ancak kendi toplulukları içinde bulundukları zaman güçlü olabilen bu insanlar için sürgün, bütün hakların kaybına denktir” (Nikitin, 2002: 233). Aslında reislerin keyfi uygulamalarına “Aşiret liderliği” konusu işlenirken değinilmişti. Mesela evlenme, boşanma, miras, adam öldürme, vergi/zekât verme, ticaret gibi alanlarda, reis de diğer aşiretliler de şer’i hukuk uygulamalarına tabidirler. Ancak daha önce de ifade edildiği gibi, aşiretlerin, ya da daha doğru bir ifadeyle, aşiret reislerinin bu hukuka riayeti her zaman için mümkün olmayabilmektedir. Bunun önemli nedenlerinden biri, dinî kuralların yeterince içselleştirilmemesi olabilirken; çoğu kez de aşiret hayatının ve bu hayatın doğurduğu değerlerin baskın çıkması olabilmektedir. Buna rağmen, yapılan uygulamayı meşrulaştırma gereği duyulması ya da farklı bir anlayışın gelişmesinin, örfî olan bazı uygulamaların dinî bir hüviyete ya da daha doğru bir ifade ile kisveye bürünmesine yol açtığı da görünmektedir.

Bugün modern hukuk sisteminin tesisiyle beraber, hukuk alanındaki çatışmanın daha da arttığını söyleyebiliriz. Bugün, her iki (şer’î/örfî) hukuksal normun dışında yaptırım gücünün etkililiği dolayısıyla modern hukukun uygulandığı durumlar daha çok söz konusudur. Ancak modern hukuk, her zaman toplumsal değerlere dayanan

- 59 - töre ile mutabık olmayabilmektedir ve bu durumda, töre ile yasa arasında çatışma yaşanabilmektedir (Korkmaz, 1988: 194). Hukuk otoritelerindeki bu farklılık, bazen alternatif çözüm yollarının bulunmasını teşvik etse de çoğu kez sorunların farklı boyutlar kazanmasına da yol açabilmektedir. Nitekim “insanlar yerel sorunlarda mahkemeye intikal eden olaylarda mahkemenin verdiği kararla tatmin olmamakta, ancak mahkeme yoluna başvurmaktan da geri kalmamaktadırlar. Örneğin bir kavga ya da adam öldürme olayında mağdur olan taraf genellikle hem mahkemeye başvurarak karşı tarafa zarar vermek istemekte, hem de kendi çözüm yollarına başvurarak karşı taraftan intikam almaktadır. Burada önemli olan nokta, hangi hukuk yolunun aşiretliler için bağlayıcı olduğudur. Eğer iki aile mevcut sorunlarını çözmek için şer’i veya örfî yola başvurmuşlarsa, buradan çıkan karar her iki taraf için de bağlayıcıdır. Bu karar sonrası herhangi bir çekişme veya anlaşmazlık beklenmez.

Çünkü insanlar bu mercilerden çıkan kararları bağlayıcı kabul ederler. Ancak alınan kararın taraflar açısından bağlayıcılığı, modern hukukun uygulayıcısı mahkemelerin verdiği kararlar için söz konusu değildir. Yani bir kişi hem mahkemeye başvurarak hakkını arayabileceği gibi diğer taraftan gelenek yolu ile de karşı tarafa zarar vermek isteyebilmektedir. Adam öldürme suçundan yıllarca hapiste yatan kişinin, hapisten çıktıktan sonra öldürülmesi veya bu cezanın katilin akrabalarından birine tevcih ettirilmesi, mahkeme kararlarının aşiretlilerin vicdanında “adaletin yerine geldiği”

biçiminde yer etmediği anlamına gelmektedir” (Uluç, 2007: 205-206). Gerçi, aşiret liderlerinin/şeyhlerin ya da kanaat önderlerinin gittikçe etkinliklerini yitirmeleriyle, geleneksel adalet mekanizması olan örfî hukuk da başvuru mercii olmaktan gittikçe uzaklaşmaktadır.

Bunun önemli nedenlerinden biri, merkezileşme, modernleşme, kentleşme ve bu unsurların doğurduğu süreçlerin, geleneksel formlar üzerinde sistematik bir deformasyonda bulunmasıdır. Mesela, modernleşme süreci içerisinde ortaya konulan özellikle eğitim ve hukuk politikaları, sosyal hayatın dönüşümünde motor görevini üstlenmişlerdir. Eğitim, bireyi yeni hayat tarzına hazırlarken, hukuk da bu hayatın kurallarının kendi uhdesinde bulunduğunu ilan ederek süreci tamamlamaktadır. Yeni bir kozmolojinin ürünü olan bu iki unsur, seküler bir nitelik taşımakta ve geleneklerin/törenin beslendiği değerlerden, kozmolojiden bir kopuşu ifade etmektedir. Bu sürecin görece daha sert yaşandığı bölgelerde, bu kozmolojik kopuş

- 60 - da daha travmatik bir biçimde yaşanmakta ve insanların referans sistemlerini altüst etmektedir.