• Sonuç bulunamadı

I- AŞİRET VE AŞİRETÇİLİK

6. Aşiret Yapısında Mülkiyet İlişkileri

- 37 - göre şekillenmiştir. Bu sistemde üst sırada lider ve lider ailesinin fertleri, aksakallılar/rispiler, diğer erkekler ve sonra da kadınlar gelir. Kadınlar arasındaki hiyerarşi de erkeklerinkiyle paralellik arz eder. Bu hiyerarşiyi doğuran sistem, güçlü bir liderliğe, cesur ve yiğit askerlere ve işgücü niteliği olarak da yine erkeklere dayanmaktadır. Bu ise, erkek merkezli/ataerkil bir yapı doğurmaktadır. Ancak bu,

“kadınların hiçbir zaman karar mekanizmasında yer almadığı”na dair tezin doğruluğunu göstermez; aksine, görünürde erkek bütün kararları veriyor gibi görünmekle birlikte, aslında birçok konuda kadının görüşü/onayı alınmaksızın nihai karar alınamadığı söylenebilir.

- 38 - dayandığı ilişki ağlarını ve üretim biçimini kısaca özetlemek ve Osmanlı üretim biçimi ve “sipahi-reaya” arasındaki ilişki biçimini kısaca gözden geçirmek daha anlamlı olabilir.

Toprak ekonomisine, yani tarıma dayanan feodal sistemde, toprağın mülkiyeti feodal beye ait olduğu gibi, bu toprağın üzerinde çalışan köylüler de feodal beye bağımlıdırlar. Bu sistemde, genellikle nakit ücret ödeme imkânsızlığının bir sonucu olarak, hizmetin karşılığında ücretin toprak olarak verilmesi söz konusudur. Feodal toplumda akrabalık ilişkilerinden doğan bazı yükümlülükler olmakla birlikte, toplum, soy ilişkilerine dayanmamakta ve bu toplumdaki karakteristik insan ilişkisi, bir astın en yakınındaki şefe bağlanması olmaktadır. Kısaca feodal sistem, “fief biçiminde toprak ücretinin hizmet karşılığı olan temliki; uzmanlaşmış bir savaşçı sınıfının egemenliği; insanı insana bağlayan, itaat ve koruma ilişkileri, ki bu ilişkilerin savaşçılar safında saf vassalite biçiminde ortaya çıkması; düzensizliğin kaynağı olarak iktidarların parçalanması” ve daha birçok iktisadî, siyasî, toplumsal ve hukukî özelliğe sahiptir (Bloch, 1983: 545-550). Bloch, Avrupa feodalitesinin, daha önceki toplum tarzlarının sert bir şekilde çözülmelerinin ürünü olarak ortaya çıktığını ve devletin derin bir şekilde güçsüzleştiği ve özellikle de bireyleri koruma konusunda tamamen yetersiz kaldığı bir dönemle çakıştığını ifade etmektedir.

Osmanlı sistemine göre toprak ise, tamamen, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Topraktan yararlanma hakkı da, tımar sistemi içinde Müslüman tebaaya verilmiştir (Cin, 1985: 286). Ancak padişahın, bu sistemin dışında çeşitli kişilere verdiği ve özel hukuk çerçevesinde işletilen yurtluk ve ocaklık gibi topraklar da vardır. Mesela Yavuz Sultan Selim zamanında Doğu Anadolu, Osmanlı hâkimiyetine geçtiğinde burada bulunan ve Osmanlılara itaat eden bir kısım aşiret reisleri yurtluk-ocaklık tarikiyle idarelerindeki bölgelerde veya aşiretlerinin başlarında bırakılmışlardır (Acun, 2002: 904). Çaldıran Savaşından sonra bağımsızlıklarını ilan eden Doğu Anadolu’daki Beyler, İdris-i Bitlisî marifetiyle sultanın tabiiyetine girince, padişah da onlara memleketleri üzerindeki miras hakkının tanındığını gösteren fermanlar göndermiştir. Devletin bu uzun süreli politikası, merkezin güçlü olduğu zamanlarda herhangi bir sakınca doğurmamıştır. Aksine bu durum, devlet ile tebaa arasında bir irtibat noktası teşkil etmiş ve aşırı duyarlıklara karşı sigorta vazifesi görmüştür. Dolayısıyla kentlerde loncalar, ulema ve eşraf tarafından

- 39 - üstlenilen iktidar ortaklığından; kırsal kesimlerde köylüler, göçebe ve yarı-göçebe aşiretler de faydalanmıştır (Saydam, 2009: 26-27).

Kılıçbay (1985: 6), Osmanlı üretim tarzının eğiliminin feodaliteye doğru olmakla birlikte, feodal üretim tarzını doğuran mekanizmaları da tam olarak üretmediğini öne sürmektedir. Zira feodal sistemden farklı olarak tımar, “sınırları belirli bir toprak parçasından çok, sınırları belirli vergi gelirleriyle ilişkilidir. Bu nedenle de, tımar ile fief arasında bu noktada herhangi bir benzerlik bulmak mümkün değildir. Çünkü fief tamamen belirli bir toprak parçası üzerinde kurulmuş bir mülkiyet hakkıdır” (Kılıçbay, 1985: 383). Ayrıca fief, Batıda, ekonomik ve siyasal olarak merkezin kaybolmasını sağlarken, devletin güçlü olduğu Doğuda, bürokrasinin elemanlarına fief değil, sadece vergi toplama hakkı devredilmiştir (Kılıçbay, 1985: 210). Kılıçbay (1985: 429-430), toprakların çıplak mülkiyetinin devlete ait olması ve nisbi emek bolluğu nedeniyle doğrudan üreticinin görece bağımsızlığının, Osmanlı üretim tarzında feodaliteyi mümkün kılan koşulların oluşmasını engellediğini öne sürmektedir. Ona göre, Osmanlı sisteminde oluşan artığa, ancak vergi yoluyla el konulabilmiş, fakat verginin bağlantısının toprak ve ürün olması nedeniyle, bu artığın tümünü ele geçirebilmek her zaman için mümkün olamamıştır. Buna karşılık, feodalite, en yalın tanımıyla artığın tümüne emek-rant yoluyla el konulan bir üretim tarzı olmuştur. Dolayısıyla, Osmanlı sistemi, doğrudan üreticinin toprağa bağlanmış olması ve artığa üretim süreci dışında el konulması gibi olgulardan ötürü, feodalleşme öğeleri içermekle birlikte, toprak-emek oranının, feodalite öncesi Batı Avrupa’sına göre ters yönde olması nedeniyle, feodaliteye geçmemiştir.

Onbeş ve onaltıncı yüzyıllara ait “Tahrir” defterleri ile bazı sipahi beratlarında, sipahilere ait, “hassa bağ”, “hassa çayır” gibi bazı gelirlerin varlığına rastlanması, Barkan’a göre, eski tarım ve teşkilat özelliklerinin izlerinin sürdüğüne işarettir. Ancak onaltıncı yüzyıldan önce başlayan ekonomik gelişmeler ve daha fazla nüfusun toprağa yerleştirilmesi zarureti, güçlü bir merkeziyetçi yapıyı mümkün kılan tarihi ve siyasî şartlarla birleşince, bu bağ ve çiftlikler çok küçülmüş ve beylerin maiyetindekiler ya da köylüler tarafından angarya olarak işletilmesini gereksiz ve elverişsiz hale getirmiştir. Bununla birlikte, gerek Avrupa yakasının bazı bölgelerinde ve gerekse de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun sancaklarında, imparatorluk

- 40 - nizamına aykırı bazı feodal örf ve adetlerin yaşama fırsatı bulduğu da öne sürülmektedir (Barkan, 1980: 879-880). Bunun ise, devletin iktisadî ve siyasî yönden çöküşünün sonunda, toprak düzenindeki çözülmeler ve bozulmalarla birlikte, ülkenin çeşitli yerlerinde köylü ile sipahi, toprak ve nüfuz sahibi diğer kimseler arasında feodalitedeki senyör-serf ilişkilerini andıran ve daha çok devlet otoritesinin kaybolması sonucu ortaya çıkan fiili güçlerin, çaresiz köylüye dayattığı zoraki bir durum olduğu düşünülmektedir (Cin, 1985: 68; İnalcık, 2006: 24). Ancak Osmanlı Devletinin, yerli beylere aynı yerden büyük çapta arazi tasarruf etme yetkisi vermemesi, tımar sahiplerinin büyük idare amirleri olarak sık sık değiştirilmesi ve bilhassa ölümlerinden sonra mevki ve vazifeleri gibi dirliklerinin de oğullarına geçmemesi göz önünde tutulacak olursa, merkezi devlet otoritesinin, kendisi için rakip ve tehlikeli bir asil sınıfın oluşmasına izin vermediği ve bunun, feodal bir düzenin yerleşmesini büyük ölçüde engellediği söylenebilir17 (Barkan, 1980: 884;

Kılıç: 2001: 12). Ayrıca Barkan’a (1980: 888-890) göre, zaten sipahiler de tamamıyla kul ve devşirmelikten yetiştirilme, kapıkullarından ve merkezi idarenin tepeden inme atamalarıyla oluştuklarından, iktidarlarını kalıcı hale getirme gibi bir imkândan mahrumdurlar. Bu derece kolay yer değiştirme ve atanmanın ise, bugünkü memuriyet algısına oldukça yakın bir durum arz ettiğini göstermektedir. Bu nedenle Osmanlı tımar sisteminin aslında, uzun bir süreçte, sosyal ve zirai ilişkiler bakımından

“feodal” denilebilecek bir düzenin tasfiyesi olarak anlaşılabilir. Bu rejimde her ne kadar eski feodal ilişkilerin özelliklerini gösteren bazı uygulamalara rastlansa da, bunun, eski nizamın kalıntıları olarak düşünülmesi gerekmektedir. Bloch’un (1983:

550) da ifade ettiği gibi, bazı ekonomik işletme tarzlarının çok farklı toplumlarda benzer biçimlerde görülmesi gibi, Avrupa dışında da feodaliteye benzer yapıların görülmesi mümkündür. Ancak bu durum, yine de bu benzer yapıların feodalite olarak adlandırılmasını zorunlu kılmaz.

Kuşkusuz aşiret sisteminin feodal yapıyla ilişkisinin ne olduğu da, en az Osmanlı tımar sistemiyle feodalite arasında kurulan ilişki kadar, üzerinde çokça tartışmaların yapıldığı bir konu olmuştur. Peki, aşiret sisteminin feodal bir sistem

17 Osmanlı Devleti’nin bu tutumu sadece sipahilerle ilgili değildir, aynı zamanda uyguladığı iskân politikasıyla da, büyük aşiretlerin gücünü kırmayı ve iskân edildikleri bölgelerde yerleşik halka karşı bir çoğunluk meydana getirmelerini önlemeyi amaçlamış ve aşiret topluluklarını parçalar halinde, her birini farklı yerlere yerleştirmiştir (Söylemez, 2007: 172-3).

- 41 - olup olmadığını nasıl anlayabiliriz? Beşikçi’ye (1992c: 381) göre, belirli bir coğrafi bölgede konaklayan aşiret, o bölgenin mutlak hâkimi olarak görülür ve başka aşiretten olanlar o bölgeye giremez. Bunun ise, bölgenin aşiretler tarafından paylaşılmasına ve reislerinin feodal beylere dönüşmesine yol açtığını belirtir.

Beşikçi, bu biçimiyle aşiret örgütünün feodal üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı bir üstyapı kurumu, yani “siyasî bir kuruluş” olduğunu iddia etmektedir. Fakat aynı çalışmasının ilerleyen bölümlerinde, aşiret biçimindeki toplumsal ve siyasal örgütlenmenin, feodal yapının başka bir biçimi olduğunu öne sürerken, bu sefer,

“mülkiyet” ve “üretim ilişkileri”ne vurguda bulunmakta ve üretim ilişkilerinin feodal bir nitelik taşımasını, ödenmeyen emek üzerinden temellendirmeye çalışmaktadır.

Fakat aşiretin hayvancılığa dayanıyor olmasının, emeğin bağımlılığını, toprağa dayanan feodalitedekine oranla azalttığını ifade etmekte, ancak buna karşın, aşiret reisinin, koyun ve yün gibi ürün satışlarından belirli bir aidat aldığını söyleyerek, aslında aşiret üyelerinin sömürüldüğünü ileri sürmektedir (1992c: 487). Sözü edilen belli orandaki aidat, aşiretliler tarafından “artık”a el koymak olarak değil, aşiret reisinin, kendisine bağlı aşiretlilerin korunması, yayla ve otlak bulunması ve aşiretlilerin diğer sorunlarıyla ilgilenmesi, yani “hizmet”in karşılığı olarak görülmektedir. Zira bu miktar, maaş yerine geçmek üzere “reislik hakkı” denilen ve aşiretten toplanan vergilerin bir bölümünden karşılanan gelirden ibarettir (Saydam, 2009: 23).

Bilindiği üzere, feodalite, köleci sistemden kapitalist sisteme geçişin ifadelendirilmesi için kullanılan bir terimdir ve bu düzen yaşam süresini doldurduktan sonra yerini sınıflaşmaya ve devletleşmeye bırakır. Ayrıca, feodalite, özel mülkiyet anlayışının güçlenmesinin tetiklediği bir geçiştir. Fakat aşiret tipi örgütlenme, çoğu toplumda kalıcı bir form şeklinde durmakta ve yüzyıllardır bu formunu korumaktadır. Bu nedenle olsa gerek, “aşiret sistemi yapı olarak feodal gelenekçi yapıdan bir adım daha geride” (Özer, 2003: 85) görülmektedir. Oysa

“toplumsal sistemler arasında benzerliklerin olduğu, fakat karmaşık nitelikte olan bir toplumsal örgütlenme tarzının yalnızca bir yönüne bakarak onu herhangi bir sisteme eşitleyen yaklaşımlara kuşkuyla yaklaşmak gerektiği söylenebilir. Çünkü genellikle bu tarz yaklaşımlarla ideolojik güdüler arasında sıkı bir ilişki vardır, bu da üzerine araştırma yapılan konuyla ilgili doğru, nesnel ve geçerli sonuçlara varmanın

- 42 - önündeki en büyük engeldir” (Tekin, 2005: 45). Fakat aksine, alanla ilgili yorumlar daha çok ideolojik yaklaşımlar doğrultusunda gerçekleştirilmekte ve edinilen veriler, söz konusu yaklaşımları doğrulama aracı olarak değerlendirilmektedir.

7. Aşiret Yapısında Akrabalık İlişkileri