• Sonuç bulunamadı

İKİNCİ BÖLÜM KAVRAMSAL ÇERÇEVE

2.1.14. Kemal, Selâtîn-Nâme

Hayatı hakkında hiçbir bilgi bulunmayan Selâtîn-nâme müellifi Kemal’in eserleri hakkında bildiklerimiz, eserinde verdiği bilgilerden ibarettir.

Müellif eserinde adını “Kemal” olarak verdiği hâlde, aynı zamanda yaşamış, “Kemal-i Zerd” adı ile de anılan, Mahmud Paşa’nın musahibi ve has gulamlarının hocası olan Bergamalı gazel şairi Sarıca Kemal ile karıştırılmaktadır (Anhegger, 1952a: 448). 1928’de yayınlanan Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri adlı makalesinde Köprülüzâde Mehmed Fuad, Selâtin-nâme müellifi için, “II. Bayezid adına Salâtin-nâme başlıklı bir Türkçe eser yazan Sarıca Kemal - tezkirelerin tabiriyle Kemal-i Zerd - ” demekte ve Sarıca Kemal ile eserin müellifi Kemal’i karıştırmaktadır (Köprülü, 1999: 277). Aynı şekilde Babinger de Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri adlı eserinde, Selâtîn-nâme müellifi için “Kemal (Sarıca Kemal)” demek suretiyle iki isim birden vermektedir. Ancak müellif hakkında

verdiği bilgiler, gazel şairi Sarıca Kemal’e aittir (Babinger, 1992: 37). Başar da eserin müellifini Sarıca Kemal olarak belirtmektedir (Başar, 2002: 414).

Anhegger’in yaptığı araştırma sonucunda Selâtîn-nâme müellifinin Sarıca Kemal değil Kemal olduğu ortaya çıkmıştır. Anhegger’in görüşünü destekleyen önemli bir bilgi, Sicill-i Osmanî’de karşımıza çıkmaktadır. Sarıca Kemal’in ölüm tarihi sadece Sicill-i Osmanî’de geçmekte ve burada 880 / 1475-1476 tarihi gösterilmektedir (Sicilli Osmanî IV, 1943: 31’den aktaran Öztürk, 2001: XXXI). Bu tarihin doğruluğu kabul edildiği takdirde Sarıca Kemal ile Kemal’in farklı kişiler olduğu açık bir şekilde ortaya çıkar. Zira Selâtîn-nâme 895 / 1490 yılında yazıldığına göre (Öztürk, 2001: 218) müellifinin ölüm tarihinin bu yıldan sonra olması gerekmektedir. Ayrıca, Sarıca Kemal’in, Fazlullah el-Hüseynî el-Kazvînî’nin 16. yüzyıl başlarında yazdığı el-Mu‘cem fî âsâri mülûki’-l ‘Acem adlı eserinin Türkçeye çevirisi olan Belâgatnâme adlı eseri ile gazellerinin Selâtin-nâme ile karşılaştırılması, Selâtîn-nâme’nin Sarıca Kemal’e ait olamayacağını ortaya koymaktadır (Erünsal, 2009: 151).

Anhegger’in Selâtîn-nâme müellifinin Sarıca Kemal değil de Kemal olduğuna dair ileri sürdürdüğü delillerden biri, eserde II. Mehmed’in veziriazamı Mahmud Paşa’ya özel bir önem verilmemesidir (Anhegger, 1952a: 449). Müellif, II. Mehmed dönemi şairlerinden Sarıca Kemal olmuş olsaydı şüphesiz hâmisi Mahmud Paşa’ya eserinde geniş yer verecek ve onu övecekti (Öztürk, 2001: XXXI). Ancak övmek bir yana, müellif Mahmud Paşa’nın adından sadece bir kez söz etmektedir (Öztürk, 2001: 174).

II. Bayezid devri şair ve tarihçilerinden olan Kemal’in bize ulaşan tek eseri Selâtîn-nâme veya Tevârîh-i Âl-i Osman adını verdiği eseridir:

“Selâtîn-nâme kodum buna adı Tevârîh-i Âl-i Osman’dur nihâdı Gülistân-ı selâtîn-i cihândur

Müellif eserini 1 Şaban 895 / 20 Haziran 1490 bahar mevsiminde bitirdiğini söylemektedir (Öztürk, 2001: 218). Ancak eserin başka bir yerinde 896 yılı olaylarından bahsederek çelişkiye düşmektedir (Öztürk, 2001: 201). Farklı iki tarihin verilmesi müstensihin dalgınlığından kaynaklanan bir yanlışlık olabileceği gibi müellifin daha önce yaptığı planın dışına çıkarak eserini devam ettirmiş olması ile açıklanabilir (Öztürk, 2001: XXXII).

Eserde Kemal, eserin toplam 3600 beyitten oluştuğunu belirtmektedir (Kemal 2001: 217). Ancak elimizdeki tek nüshada toplam beyit sayısı 3029’dur. Eserdeki vezin ve imla hataları, yanlış harekelenmeler ve bazı beyitlerin ikinci mısralarının yazılmaması, müstensihin dikkatsiz, biraz da bilgisiz olduğu izlenimini vermektedir (Öztürk, 2001: XXXII). Mesnevi tarzında yazılan eserde “mefâ‘îlün mefâ‘îlün fâ‘ûlün” vezni kullanılmıştır. Kemal bu eser dışında Sûz-nâme ve Firâset-nâme adlı eserlerinin olduğunu söylüyorsa da (Öztürk, 2001: 204) eserler günümüze ulaşmamıştır. Bursalı Mehmed Tahir, Kemal’in, Nûruosmaniye Kütüphanesinde çoğunluğu itibariyle pişdâdiyân ahvalini hikâye eden ve 893 / 1488 yılında yazılmış Terceme-i Târih-i Mu‘cem adlı bir eserinin daha olduğunu belirtmektedir (Bursalı Mehmed Tahir, 1342: 123). Ancak Selâtîn-nâme’nin adı geçen eserden iki yıl sonra, 1490’da bittiği ve Kemal’in Terceme-i Târih-i Mu‘cem adlı eserinden bahsetmediği göz önüne alındığında bu bilgiye ihtiyatla yaklaşılmalıdır. Zira diğer iki eserinden bahseden Kemal’in var olan üçüncü bir kitabından bahsetmesi gerekmektedir.

Kemal Selâtîn-nâme’yi II. Bayezid adına kaleme almıştır. Türkçe yazdığı Firâset-nâme ve Sûz-nâme adlı eserleri ile gazellerinden herhangi bir ihsan elde edemeyen Kemal, bütün ümidini Selâtîn-nâme’ye bağlamış görünmektedir. Kendisinden sonra gelenlerin padişah nezdinde itibar görmelerine üzülmekte, Sultan’ın kendisinden habersiz oluşundan yakınmaktadır. O, bu eseri ile kendisine ilgi gösterileceğini ve bir devlet hizmeti verileceğini beklenmektedir. Bu beklentisini elde edebilmek için eserini de yanına alarak dostlarına gider. Başlangıçta eseri güzel bulan arkadaşlarına, eserini vezirlere götürüp göstermek istediğini söyleyince arkadaşları onun bu düşüncesine gülerler. Dostları, paşaların Farsça yazılmış eserlere rağbet gösterdiklerini, Türkçe yazılmış olanlara ilgi duymadıklarını söylerler. Ona

Türkçe yazılmış olduğu için bu eserinden umduğu karşılığı alamayacağını çünkü Farsça yazılmış eserlerin makbul olduğunu belirtirler ve onun bu hâlini cırlayığa2 benzetip başka bir iş bulması gerektiği yolunda tavsiyede bulunurlar. Bunun üzerine Kemal, Farsça bilmediğini ve elinden bu kadarının geldiğini ifade eder. Ümidini tamamen yitirmeyen müellif içinde bulunduğu sıkıntılı durumu bir hikâye ile dile getirir. O, Osmanlı vezirlerinin her birinin anlatıldığı Türkçe yazılmış bu tarih kitabını padişah eline alıp baştan sona okusa eserin Farsça yazılanlar kadar güzel olduğunu göreceğini söyler (Öztürk, 2001: 210-211).

Kemal’in bu eseri ile devrin padişahı II. Bayezid’in ihsanına mazhar olacağını ümit etmesine rağmen onun bu isteğinin gerçekleşmediği anlaşılmaktadır. Zira padişahın ihsanına mazhar olmuş olsaydı onun bu eserinden daha sonraki kaynaklar bahsedecekti (Anhegger, 1952a: 454). Ancak Kemal’in bu eserinden kendisinden sonra gelen Osmanlı müellifleri bahsetmemektedir. Eseri II. Bayezid adına kaleme aldığı kesin olmakla beraber Rumeli defterdarı Mehmed Çelebi’den büyük bir övgü ile bahsetmiş olması da dikkat çekmektedir. Mehmed Çelebi’nin iyi bir defterdar olması yanında belâgat sahibi, sözü dinlenir iyi bir şair olduğunu yazar. Hatta Kemal, Mehmed Çelebi’nin şiirindeki ustalığının ve şiirlerinin zarafeti ve güzelliğinin İran’ın eski tanınmış şairlerinden Ferîdüddîn Attar ve Kemâleddîn-i Isfânî, Selmân-ı Sâveci’den daha üstün olduğunu belirtir (Öztürk, 2001: 250-255). Buradan Kemal’in defterdar Mehmed Çelebi’den de bir şeyler beklediği hatta onun lütuf ve ihsanına mazhar olduğu düşünülebilir.

Kemal; asıl konusu olan Osmanoğulları tarihine başlamadan önce genel İslami geleneğe uyarak Allah’a hamdüsena ve Hz. Muhammed’e methiyeden sonra dört halifeden bahsetmiş, bunu takiben II. Bayezid’i övmüş, daha sonra da Osmanlı tarihini kronolojik bir düzen içinde 1490 yılına kadar anlatmıştır. Kimi zaman olayları çeşitli hikâyeler ile tasvir etmeye çalışmıştır. Bunlardan Hikâyet-i Tama‘kâr (Öztürk, 2001: 80-82), Hikâyet-i Tama‘kârî vü Kimyâkârî (Kemal 2001: 83-90), Hikâyet-i Nûşirevân (Öztürk, 2001: 106-115), Hikâyet-i Mecnûn (Öztürk, 2001: 134- 135; 187-189), Hikâyet-i Sultan Mahmud (Öztürk, 2001: 161-164) aynı adlı başlıklar       

altında, Çırlayık ile Karınca (Öztürk, 2001: 207-209) ve Dervîş ile Şâh (Öztürk, 2001: 212-214) hikâyeleri ise birbiri ardınca, müellifin arkadaşlarıyla yaptığı sohbet ile ilgili kısımda verilmiştir.

Eseri yazarken yararlandığı kaynakları bildirmeyen Kemal, bilinmeyen râvîlere atıflar yapmakla yetinmiştir. Ancak kaynaklarından biri Şükrullah’ın Behcetü’t- tevârîh adlı eseridir. Eserde yer alan kimi bilgilerin Neşrî’nin Kitâb-ı Cihânnümâ’sındaki bilgilerle benzerlik göstermesi her iki müellifin ortak kaynaklardan yararlanmış olabileceklerini akla getirmektedir (Öztürk, 2000: 64).

Türkçe ile mesnevi tarzında bir tarih yazan Kemal’in bir tarih eseri yazmaktan çok edebî bir eser yazmaya çalıştığı düşünülebilir (Anhegger, 1952a: 456). Aruz vezninin bugünkü anlamıyla henüz Türkçeye intibak edilmediği bir dönemde yazılan bu mesnevide, pek çok imâle ve zihaf karşımıza çıkmakta, bazı Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçe söyleyişe göre yazıldığı görülmektedir (Öztürk, 2001: XXXVIII).

Eserin bilinen tek nüshası vardır:

“1. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar, nr. 331” (Öztürk, 2001: XXXI).

Osmanlı hanedanının kahramanlıklarının dile getirildiği eser, Osmanlıların Anadolu’ya gelişleri, Anadolu Selçuklu Hükümdarı Alaeddin ile görüşmeleri ve kuruluş dönemine dair bazı farklı rivayetleri ihtiva etmesi bakımından dikkat çekmektedir. II. Bayezid’in eğitim, sağlık ve sosyal amaçlarla İstanbul, Edirne, Tokat, Amasya, Osmancık ve ülkenin diğer bazı yerlerinde yaptığı eserlere Selâtîn- nâme’de hatırı sayılır bir yer ayrılmıştır. Eser, giriş kısmındaki kısa bir bölüm ile bazı hikâyeler hariç tutulursa Osmanlı kültürü sahasında Osmanlı tarihinin ilk iki asra yakın uzunca bir dönemini içine alan ve konusunu sadece Osmanlılara hasreden ilk manzum Osmanlı tarihi örneği olarak kabul edilebilir. Eser, her ne kadar bütünüyle orijinal bir eser değilse de Osmanlı tarihinin ihtilaflı olan ilk iki yüzyıllık özellikle İstanbul’un fethinden önceki tarihi hakkında mevcut kaynakların azlığı dikkate alındığında eserin önemi kendiliğinden anlaşılır (Öztürk, 2000: 67).

Çalışmamızda Prof. Dr. Necdet Öztürk tarafından hazırlanan metin esas alınmıştır: Öztürk (2001).

2.2. İleti

İletişim, en az iki kişinin karşılıklı şekilde duygu, düşünce, bilgi ve yaşantılarını belli yollarla paylaştıkları psiko-sosyal bir süreçtir (Kaya, 2018: 5). Toplumun temelini oluşturan bir sistem, bir kurum yönetiminin düzenli çalışmasını sağlayan bir araç, kişisel davranışları etkileyen bir teknik, sosyal ilişkiler bakımından zorunlu bir bilim ve sosyal uyum için gerekli bir sanattır (Küçükaslan, 2014: 6).

Belli bir amaca dayalı etkinlik olan iletişimde asıl amaç; anlaşılabilir mesajlarla alıcıyı bilgilendirmek, alıcıların davranış ve tutumlarında değişiklik meydana getirmek, alıcının davranış ve tutumlarını devam ettirmektir (Küçükaslan, 2014: 8).

İletişimin kaynak (verici), hedef (alıcı), ileti (mesaj) ve kanal olmak üzere dört temel ögesi vardır. Kaynak, iletiyi gönderen kişi; hedef, iletiyi alan kişi; ileti, hedefe iletilmek istenen her şey; kanal iletilerin gönderildiği araçlardır (Kaya, 2018: 6-8).

İletişimin temel ögelerinden olan ileti, bu çalışmanın temel kavramlarından birini oluşturmaktadır. İleti; kaynaktan vericiye gönderilen bir uyarı, bilgi, görüş ya da davranışın kaynak tarafından semboller kullanılarak kodlanmasıdır (Küçükaslan, 2014: 19). Ana fikir / ana düşünce olarak da bilinen ileti, yazarın anlatma amacıdır (Karatay, 2011: 107). Yazarın okuyucuyla paylaşmak istediği asıl düşünce olan ileti; öğretici metinlerde yazarın savunduğu ve vermek istediği düşünce, edebî eserlerde ise sanatçının okurlarında oluşturmak ya da yaratmak istediği duygu ve düşünce ortaklığı şeklinde tanımlanabilir (Sever, 2007: 131).

Bir eserin var olma sebebi olan ileti yani ana fikir, eserlerde gizli veya açık bir şekilde görülebilir. Daha çok dolaylı anlatıma sahip duygu yoğunluklu hikâye, roman, şiir ve tiyatro eserlerinde gizli olabilirken araştırma yazıları, bilimsel eserler, gazete ve dergi yazılarında açıkça ortaya konulabilir (Yalçın ve Aytaş, 2003: 45).

Eğitsel iletiler, sunuluş biçimlerine ve amaçlarına göre şu şekilde tasnif edilmektedir:

“A. Sunuluş biçimlerine göre iletiler 1. Doğrudan aktarılan iletiler 2. Dolaylı aktarılan iletiler B. Amaçlarına göre iletiler

1. Kişisel gelişimi destekleyen iletiler 2. Toplumsal gelişimi destekleyen iletiler 3. Dinî gelişimi destekleyen iletiler

4. Ulusal düşüncenin gelişimini destekleyen iletiler

5. Evrensel düşüncenin gelişimini destekleyen iletiler” (Akçay, 2015: 12-14) Edebî eserlerdeki iletiler, anlatılan konuya ya da işlenen temanın özelliğine göre okuyucuya farklı şekillerde aktarılmaktadır (Akçay, 2015: 12). Bilgi vermek amacıyla kaleme alınan öğretici metinlerde iletiler doğrudan aktarılmaktadır. Dolaylı aktarım ise üçüncü kişi anlatımının hâkim olduğu hikâye, roman ve benzer nitelikte hikâye etme tekniğiyle yazılmış eserlerde kahramanlar aracılığı ile aktarılan iletilerdir (Demirel vd., 2011: 57).

Edebî eserlerde dolaylı ya da doğrudan aktarılan iletilerin her biri bir amaca yöneliktir. Bu amaçlar; bireyin kişisel, toplumsal ve dinî gelişimi ile ulusal ve evrensel düşüncenin gelişimine yöneliktir.

Kişisel gelişim; karşılaşılan sorunlara uygun çözümler üretebilme, duygularını uygun şekilde gösterme, toplumsal çevreye uyum sağlama gibi kişinin geçirdiği bir gelişim ve değişim sürecidir (Sever, 2007: 47). Her insanın kendi eğilim ve yeteneklerine göre gelişmesi, hayatta karşısına çıkan yeni şartlara göre izleyeceği yolu seçmesidir. Böyle bir hayat ve eğitim anlayışı; insanda çeşitli duyma, düşünme,

ahreket etme bilincinin bulunmasını gerektirir ki edebiyat, bu bilinci uyandırmaya yarayan araçların başında yer almaktadır (Kavcar, 1999: 4).

Toplumsal gelişim, toplum değerlerinin kişiler tarafından kazanılması sürecidir (Sever, 2007: 54). Edebî eserler içinden çıktıkları toplumun toplumsal ve kültürel değerlerini yansıtırlar. Bu eserlerle kurulan etkileşimde yazarın biçimlendirdiği öznelliğin kaynağı yaşadığı toplumun değerleri ile beslenir ve bu değerler toplumda önemsenen davranışlara ilişkin ipuçları sunar (Sever, 2007: 54-55).

Dinî gelişim, kişinin çocukluktan itibaren dinî hayatının basitten mükemmele doğru geçirmiş olduğu değişim süreci veya süreçleridir (Şentürk, 1995: 63). Kişiye dinî duygu ve düşüncelerini geliştirecek, onlara dini sevdirecek yeterli ve olumlu iletilerin verilmesi; hem kendi iç âleminde hem de çevresiyle ilişkilerinde dengeli ve tutarlı tutumlar geliştirmesine katkı sağlayacaktır (Akçay, 2015: 20).

Ulusal düşüncenin gelişimini sağlamak, millî değerlerine bağlı ve kültürel açıdan donanımlı bireylerin yetiştirilmesinde büyük öneme sahiptir (Öztürk, 2019: 20). Millî değerlerine bağlı bireyler yetiştirmek, Türk millî eğitiminin genel amaçlarından biri olup bu durum Millî Eğitim Temel Kanunu’nda şu şekilde belirtilmektedir:

“Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk

milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek”

Evrensel düşüncenin gelişimini destekleyen eğitsel iletiler; uluslararası bir nitelik kazanan, yerellikten ve belli bir çevreden sıyrılıp bütün insanlığı ilgilendiren iletilerdir (Kaplan, 2013: 117). Toplumsal ve ulusal değerler dışında kalan ve bütün insanlığı ilgilendiren konularla ilgili değerler olan evrensel değerlerle ilgili iletiler, bütün insanlık için ortaktır (Akçay, 2015: 14)

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM