• Sonuç bulunamadı

Ahmedî, Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-ı Âl-i Osman (İskender-nâme) Eserlerinde “Ahmedî” mahlasını kullanan şairini adı elimizde bulunan

İKİNCİ BÖLÜM KAVRAMSAL ÇERÇEVE

2.1.1. Ahmedî, Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-ı Âl-i Osman (İskender-nâme) Eserlerinde “Ahmedî” mahlasını kullanan şairini adı elimizde bulunan

tezkirelerde, kaynaklarda, kataloglarda birbirinden az farklılıklarla “Tâcü’d-din İbrahim b. Hızır”, “Tâcü’d-din Ahmed b. İbrahim el-Ahmedî”, “Tâcü’d-din Ahmed”, “Tâcü’d-din b. İbrahim Ahmedî”, “Tâcü’d-din Ahmed b. İbrahim b. Hızır”, “Ahmedî” olarak zikredilmektedir (Kortantamer, 1993: 4). Bunlardan başka şairin asıl adı İbrahim, lakabı Tâceddin, babasının adı Hızır olarak gösterilmektedir (Akalın, 1975: 3; Kut, 1989b: 165).

Ahmedî, 735 / 1334-1335 yılında doğmuştur (Atsız, 2013: 131; Başar 2002: 409). Germiyanlı ve Sivaslı olduğu, bir ihtimale göre de bugünkü Uşak ilinin Sivaslı ilçesinde doğduğu söylenmektedir (Ahmedî, 1983: 3). Latîfî Tezkiretü’ş-şu‘arâ’da Sivaslı olduğunu (Latîfî, 2000: 162), Gelibolulu Âlî Künhü’l-ahbâr’da Sivaslı olduğu konusunda şüphe bulunmadığını (İsen, 1994: 106), Mehmet Nâil Tuman Tuhfe-i Nâilî’de Germiyanlı olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu (Şener, 2013: 81), Taşköprülüzâde Şakâ‘iku’n-nu‘mâniyye’de Germiyanlı olduğunu (Taşköprülüzâde, 2007: 63) belirtmektedir. Kortantamer, Ahmedî’nin üç şiirine atıfta bulunarak ve Brockelmann’ın Âşık Paşa ile aynı bölgeden olduğu görüşüne dayanarak Ahmedî’nin Amasyalı olması gerektiğini belirtmektedir (Kortantamer, 1993: 6-8).

İlk tahsilini Anadolu’da gören Ahmedî, bilgisini artırmak ve öğrenimini tamamlamak için Mısır’a gitmiş, orada müderris Ekmelüddin el-Bâbârtî’den ders almış, İslami ilimlerden başka tıp ve geometri sahalarında da esaslı bilgiler edinip ve daha sonra “devrinin şâir-i pür-ma‘ârîfi” unvanını alarak Anadolu’ya dönmüştür (Kortantamer, 1993: 8-10).

Taşköprülüzâde, Ahmedî’nin Kahire’de iken Mollâ Fenârî ve Fâzıl Paşa ile birlikte sufi şeyhlerden birini ziyarete gittiğini ve şeyhin üçüne de baktıktan sonra Ahmedî’ye “Ne üzücü! Ömrünü şiirle heba edeceksin” dediğini aktarmaktadır (Taşköprülüzâde, 2007: 63). Gelibolulu Âlî Künhü’l-ahbâr’da Ahmedî’nin Molla Fenârî ve Hacı Paşa ile birlikte Mısır’a gittiğini, bu sufi şeyhi de Şeyh Ekmeleddin huzurundaki bir abdal olarak belirtmektedir (İsen, 1994: 105). Âşık Paşa Meşâ‘irü’ş- şu‘arâ’da (Kılıç, 1994: 123), Kınalızâde Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şu‘arâ’da (Kınalızâde Hasan Çelebi, 1989: 146) Gelibolulu Âli ile aynı bilgiyi vermektedir.

Mısır’dan döndükten sonra bir ara Aydınoğulları’na tabi olduğu Îsâ Bey’in oğlu Hamza için yazdığı Mîzânü’l-edeb ile Mi‘yârü’l-edeb adlı Arap sarf ve nahvine dair kaside tarzında Farsça iki ders kitabından anlaşılmaktadır (Kut, 1989b: 165). Sonrasında Germiyanoğullarının hizmetine girmiş, 1380 yılında Germiyan Beyliği’nin bir kısmının Osmanlı topraklarına katılması üzerine Osmanlı hanedanının hizmetine geçmiştir (Başar, 2002: 410). Timur’un Anadolu’yu istilasına şahit olan Ahmedî, Fetret Devri’nde Edirne’ye gelerek I. Bayezid’in oğlu Emir Süleyman’a intisap etmiş, onun ölümü üzerine Bursa’ya gelerek I. Mehmed’in hizmetine girmeye çalışmıştır (Başar, 2002: 410). I. Mehmed’e intisap etmiş ve şehzade II. Murad’ın hocalığını yapmıştır (Şentürk, 2013: 5).

Taşköprülüzâde, Timur’un Germiyanoğlu diyarına geldiğinde Ahmedî’yi çağırdığını ve ikisinin bir süre yarenlik ettiğini belirtmektedir (Taşköprülüzâde, 2007: 63). Âşık Çelebi ile Kınalızâde Hasan Çelebi, Timur’un Amasya’ya geldiğinde Ahmedî’nin ona kaside sunduğunu ve ikisinin de sohbetlerine rağbet ettiklerini belirtirler (Kılıç, 1994: 123; Kınalızâde Hasan Çelebi, 1989: 146). Tezkirelerde, Ahmedî ile Timur arasında yaşanan ve sonraları Nasreddin Hoca’ya mal edilen bir fıkra olarak anlatılmaya başlayan şu olay aktarılmaktadır:

Timur ile Ahmedî bir gün birlikte hamama girerler. Timur, Ahmedî’den hamamdakilere kıymet biçmesini ister. Ahmedî, “Peki” dedikten sonra “Şu bin dirhem, şu şu kadar eder.” diye hamamdakilere kıymet biçer. Daha sonra Timur kendisine de kıymet biçmesini ister. “Seksen dirhem edersiniz.” karşılığını alan Timur’un canı sıkılır ve “Hiç de âdil davranmadın, peştemalım seksen dirhem eder.”

der. Bunun üzerine Ahmedî, “Ben de zaten ona kıymet biçtim. Siz bir dirhem bile etmezsiniz.” cevabını verir (Taşköprülüzâde, 2007: 63; İsen, 1994: 105; Kınalızâde Hasan Çelebi, 1989: 147-148; Kılıç, 1994: 123).

Emir Süleyman’a olan yakınlığı I. Mehmed ile olan ilişkilerini etkilemiş ve saraydan bütünüyle kopmayarak divan kâtipliği görevi ile Amasya’ya gönderilmiş, 815 / 1412-1413 yılında burada vefat etmiştir (Ahmedî, 1983: 4).

Ahmedî’nin kardeşi Hamzavî de Türk edebiyatında önemli bir yere sahiptir. Türkçe Hamza-nâmeler ilk defa Ahmedî’nin kardeşi Hamzavî tarafından Hamza- nâme adı ile yazıya geçirilmiştir (Yelten, 2013: 151). Gelibolulu Âlî, Süleyman Paşa’nın musahibi olan Hamzavî’nin bu mahlası, yirmi dört ciltten oluşan nazım ve nesir karışımı eserini yazdıktan sonra kullanmaya başladığını ve Ahmedî’nin, kardeşinin bu eseri telifinden sonra şevke gelip İskender-nâme’yi yazmaya çabaladığını belirtir (İsen, 1994: 106). Hz. Hamza’nın kahramanlıklarından bahseden ve sade bir üslupla yazılan eser, hayalî ve kısmen tarihî bir roman tarzında kaleme alınmışsa da olayların tasviri bakımından dikkate değer olup, eserin vaktiyle yeniçerilere gayret ve cesaret vermek amacıyla kış gecelerinde kışlalarda okutturulduğu bilinmektedir (Bursalı Mehmed Tahir, 1333b: 74).

Ahmedî’nin; Dîvân, İskender-nâme, Cemşîd u Hurşîd, Tervîhu’l-ervâh, Esrâr- nâme Çevirisi, Bedâyi‘u’s-sihr fî Sanâyi‘i’ş-şi‘r, Mirkâtü’l-edeb, Mîzânü’l-edeb, Mi‘yârü’l-edeb, adlı eserleri vardır. Kasîde-i Sarsarî Şerhi ve Hayretü’l-ukalâ adlı iki eseri ise kayıptır. Bu iki eserden Kâtip Çelebi ve ona dayanarak diğer kaynaklar bahsetmektedir (Kut, 1989b: 165-166).

Türk edebiyatında yazılmış ilk manzum İskender hikâyesi Ahmedî’nin İskender-nâme’sidir. “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün” vezniyle yazılan bir mesnevi olan

İskender-nâme, meşhur Makedonyalı İskender’in hayatı, savaşları ve

kahramanlıklarını konu edinmektedir (Atsız, 2013: 132; Başar, 2002: 410). Bu mesnevi; İskender’in doğu edebiyatlarında efsaneleşmiş yaşamı yanında din, tasavvuf, ahlak, felsefe, tarih, coğrafya, astronomi, metalürji, tıp, siyaset gibi konuların işlendiği daha çok öğretici yanı ağır basan bir eserdir (Ahmedî, 1983: 9).

Eser 1390 yılında tamamlanmış ve Germiyan Beyi Süleyman Şah’a sunulmuştur (Başar, 2002: 410). “Mevlid” kısmı Bursa’da Emir Süleyman zamanında (810 / 1407) yazılmıştır (Kut, 1989b: 165).

Eserin manzum olarak telif edilmesi, Türk dilinin mevcut şartları içinde edebî ifadenin en tabii ve kolay aracı olarak nazmın kullanılmasına bağlanabilir (Gibb, 1999: 1975). Eserdeki toplam beyit sayısı, eserin mevcut 22 nüshasına göre farklılık arz etmekte olup, 8250 beyitten fazla olan altı yazma, 7000-8250 arası beyitte olan dokuz yazma, 7000 beyitten az olan yedi yazma bulunmaktadır (Ahmedî, 1983: 15). Ancak, Dr. İsmail Ünver’in üzerinde çalıştığı “İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Ty. 921” nüshası 8754 beyitle başta gelmektedir.

Eserin iskeletini oluşturan İskender hikâyesi içinde müellif, dinî olsun ya da olmasın zamanın bütün bilimlerinin özetini vermiştir. Bu nedenle onun amacı bütün insanlığın bilgisini kuşatan bir tür ansiklopedi telif etmeye çalışmak olup bu amaçla ilmî tartışmalar için her zaman yanında Aristo ve Plato gibi önemli bilginlerin bulunduğu bir muhakkik olduğu bilinen İskender’in seçilmesi yerinde bir tercihtir (Gibb, 1999: 175). Müellif; sadece tıp, astronomi, coğrafya ve diğer soyut bilimleri ele almakla sınırlı kalmayıp Orta Çağ’ın bilinen şekliyle bütün bir tarihini özetini de verir (Gibb, 1999: 175).

Sözlü gelenekte ve bütün eski Batı edebiyatında ve çağdaş edebiyatta sık sık kullanılan tipik bir anlatım tekniği ve eserin üslubuna rengini veren önemli bir retorik aracı olan arasözler; Ahmedî’nin bu eserinin yaklaşık üçte birlik kısmını kaplamakta ve din, ahlak ve sosyal konular üzerinde görüş belirten, açıklayıcı ve örnekleyici sözler olarak karşımıza çıkmaktadır (Sılay, 1991: 155). Arasözler; eski ve yeni epik geleneğinde, klasik romanlarda, halk masallarında, halk hikâyelerinde, efsanelerde ve çağdaş edebiyatta kullanılmışlardır. Sözlü geleneğe daha çok uygun olan arasöz tekniğinin Ahmedî’de olduğu gibi yazılı edebiyatta görülmesi, sözlü geleneğin yazılı geleneği etkilemesi biçiminde yorumlanabilir. Epik geleneğin çok daha canlı olduğu 14. yüzyılda Ahmedî’nin bu tekniği sözlü edebiyattan yazılı edebiyata uyarlamış olması muhtemeldir (Sılay, 1991: 162). Bir bilgenin ağzından bilim ve tarih ile ilgili olarak yapılan ve böylece eseri oluşturan konuşmalarla sık sık

hikâyenin akışına ara verdiren müellif, her hikâyeden sonra kendi adına konuşmaya başlar ve anlatılan olaydan ahlaki bir ders çıkarır, böylece de eseri yalnızca teorik felsefenin değil uygulamalı felsefenin de bir el kitabı hâline getirir (Gibb, 1999: 176).

Sehî Bey Heşt-Behişt’te, Nizâmî’nin Penc-Genc’inden İskender-nâme adlı eseri Süleyman Şah adına Türkçeye çeviren Ahmedî’nin Cemşid ü Hurşid adlı bir eseri daha bulunmasına rağmen İskender-nâme’deki marifet ve letafetin onda bulunmadığını hatta bu marifet ve letafetin değme kimseye müyesser olmadığını belirtmektedir (Sehî Bey Tezkiresi, 1998: 114). Sehî Bey’in söylediklerinin aksine Latîfî ve Kınalızâde Hasan Çelebi, İskender-nâme’nin devrinde beğenilmediği hakkında bir rivayetten bahseder. Buna göre, Ahmedî eseri tamamladıktan sonra devrin âyan ve erkânına takdim eder. Ancak eser beğenilmez ve bu türlü nazım ile bir eser yazılacağına güzel bir kasidenin yazılmasının daha iyi olacağı söylenir. Bunu duyan Ahmedî üzüntüsünden rahatsızlanır ve bir hücrede zamanının şeyhü’ş-şu‘arâsı Şeyhî ile birlikte kalır. Ahmedî’nin başından geçen olayı ve eseri için söylenenleri Şeyhî’ye anlatması üzerine Şeyhî onun adına ve hâline uygun bir kaside yazar. Ahmedî bu kasideyi alıp tekrar devrin âyan ve erkânına gider. Kasideyi incelerler ancak eser ile kasidenin aynı müellife ait olmadığını anlayarak, “Kaside senün ise kitâb senün degüldür ve eger kitâb senün ise kaside senün degüldür.” cevabını verirler (Kınalızâde Hasan Çelebi, 1989: 148; Latîfî, 2000: 163).

Bugün elimizde mevcut olan en erken Osmanlı tarihi, Ahmedî’nin İskendernâme adlı eserinin sonuna eklediği Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-ı Âl-i Osman adlı 334 beyitlik kısımdır. Ahmedî 1390 yılında bitirdiği mesnevisinin sonuna eklediği, Ertuğrul Gazi’den başlayarak Emir Süleyman’a kadar gelen Osmanlı tarihini anlattığı bu kısmı 1410 yılında I. Bayezid’in oğlu Emir Süleyman’a takdim etmiştir (Başar, 2002: 410). Emir Süleyman ile arkadaşlık kuran Ahmedî, bu hareketle Emir Süleyman’dan emeğinin karşılığını almayı beklemektedir. Ekonomik durumu kötü olan Ahmedî, Emir Süleyman’dan yardım almış ve ekonomik durumunu düzeltmiştir (Akbulut, 2007: 363). Enverî, Düsturnâme adlı tarihinde bunu şu beyitlerle aktarmaktadır:

“Mîr Süleyman dün ü gün sohbet eder Ahmedî’le dem-be-dem işret eder Ahmedî dervîşdi bay eyledi şâh Oldu muhtâc ana cümle ehl-i câh”

(Düsturnâme-i Enverî, 2012: 36-37 / b. 448-449)

Ancak Ahmedî, eserin ilk beytinde bu Osmanlı tarihini yazmaktaki amacını gönlüne düşen bir ilhama bağlar (Atsız, 2013: 137).

Eser müstakil bir çalışma olmayıp bir Osmanlı şehzadesine ithaf edilmiş uzun bir epik destanın küçük bir parçasıdır. Dahası, gerçek bir olay anlatıdan ziyade ahlakçı bir metindir. Sultanların kazandıkları zaferleri ya da onların vezirler veya âlimlere gösterdikleri yakın ilgi ve desteği İslam’ın kutsal savaşçıları sıfatıyla ortaya koydukları hayırlı davranış örnekleri olarak dile getirir ve hiçbir tarih vermez (Imber, 2005: 40).

Wittek, en eski Osmanlı tarih kaynağı olan bu eserin önemi kavrandığında, Osmanlıların kendileri ve devletleri hakkında tam olarak ne düşündüklerinin yine Ahmedî’den izlenebileceğini belirtmektedir:

“Osmanlılar bir gaziler, İslam dininin savunucuları topluluğuydular; kendilerini çevredeki kafirlerle mücadeleye adamış bir İslam uç savaşçıları topluluğu.” (Wittek, 2013: 26).

Wittek’in manzum tarih olarak değerlendirdiği eseri, ya “speculum principum” olarak bilinen eski Osmanlı prototipi ya da tavsiye nitelikli destan yani nasihatname ya da hükümdarlar için tavsiye kitabı olarak nitelendirmek gerekmektedir (Lowry, 2010: 19). Ahmedî’nin eseri, I. Bayezid’i sonunu getirecek hataları konusunda uyarmak için yazdığı ortaya çıkar. I. Beyazid’in ölümü ile müellif; yeni hâmisi Emir Süleyman’ın fikirlerini şekillendirmeye yönelir, onu babasının düştüğü hatalardan uzaklaştırmaya ve ona kılavuzluk etmeye niyet ederek, Osmanlıların hakiki görevinin ordularını Anadolu’daki Müslüman beylere ve Arap dünyasına çevirmek değil, Hıristiyanlara karşı savaşmak olduğu konusunda Emir Süleyman’ı ikna etmeye

çalışır (Lowry, 2010: 19). Ahmedî’nin kendi zamanına kadar Osmanlı hanedanını başlangıç ruhu içerisinde bilinçli olarak bilimsel araçlarla işlediği bu eser, tarihî bir çalışma olarak Osmanlı hanedanlığının iyi tanımlanabilir siyasi amaçlarına hizmet etmektedir (Temizel, 2004: 95).

Bununla birlikte Ahmedî’nin kendi zamanını yansıtan bir kaynak gözüyle dikkatle incelendiğinde eser, Osmanlı İmparatorluğu’nun başlangıcını ilgilendiren bazı meselelerin hatırlanmasında yardımcı olan bir sanat eseridir.

Basit, sade tarzı ve dindar didaktik tavrı sayesinde epey popüler olan eserin bu kısmının yazım tarzı, beyitlerin arkasında Ahmedî’nin şiirleştirdiği ve çeşitli ilavelerle süslediği, apaçık bir kroniğin bulunduğunu ima etmektedir (Ménage, 2005: 76).

İskender-nâme’nin, Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-ı Âl-i Osman’ı da içeren 13 nüshası bulunmaktadır:

“1. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar, Nu. 921 2. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar, Nu. 166 3. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar, Nu. 848

4. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Yıldız kitapları, tarih kısmı, Nu. 106 5. Süleymaniye Kütüphanesi, Çelebi Abdullah Efendi Yazmaları, Nu. 240 6. Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli Yazmaları, Nu. 1995

7. Topkapı Sarayı, Revan Köşkü Kütüphanesi, Nu. 812

8. Murad Molla Kütüphanesi, Sultan Abdülhamid Han Kitapları, Lala İsmail Efendi Vakıfları, Nu. 294

9. Üsküdar Selim Ağa Kütüphanesi, Kemankeş fihristi, Nu.385

11. Konya, Âsâr-ı Atîka Müzesi Kütüphanesi Yazmaları, Nu. 141 12. Berlin, Devlet Kütüphanesi, Şark Yazmaları, Nu. 4°, 1271

13. Berlin, Devlet Kütüphanesi, Şark Yazmaları, Nu. 8°, 965” (Atsız, 2013: 134)

Banarlı’nın verdiği bilgiye göre, eserde yer alan Osmanlı tarihi ile ilgili bu kısım bütün nüshalarda mevcut değildir. Ahmedî bu kısmı Osmanlı hanedanı ile tanıştıktan sonra eserine eklemiştir (Banarlı, 1939: 58-59).

Ahmedî, 14. yüzyılın ikinci yarısında yetişen Türk şairleri arasında çok ileri bir seviyededir. Zamanının dinî hayatı ile tasavvufi duyuş ve düşünüşü çok iyi bilmesine rağmen eserlerinde daha çok din dışı konuları işlemiştir (Aslan, 2010: 1). Fuad Köprülü’nün, Ahmedî’nin sanatı hakkında fikir veren şu sözleri önem arz etmektedir:

“Bu yüzyılda en büyük şair olarak, Nesîmî’yi istisna edersek, ‘İskendernâme’ sahibi meşhur Ahmedî’yi kabul etmek lazımdır. ... İskendernâme’nin lisan ve tarih bakımından kıymeti büyük olmakla beraber, sanat noktasında onun Divân’ı şüphesiz daha ehemmiyetlidir. ... Başka birtakım eserler daha yazmış olan Ahmedî şiirlerinin kemiyeti ve keyfiyeti bakımından bu asrın büyük şairlerinden üstündür. Dili daha düzgün, üslûbu mevzularının icabına göre mütenevvi, tasvirleri daha renklidir. ... Ahmedî’nin edebî şahsiyetinin teşekkülünde Gülşehrî’nin, hatta Şeyhoğlu’nun tesiri olmakla beraber o, seleflerini geçmiş ve müteâkip asırlarda ise 14. yüzyılın büyük şairi olarak kabul edilmiştir.” (Köprülü, 2003: 364-365).

Son derece rind-meşrep olan Süleyman Şah’ın, Ahmedî’ye Şeyhî ile karşılıklı şiirler söylettiği bilinmektedir. Sehi Bey, Şah’ın ısrarı ve teşviki ile ilim yolundan çıkıp şiire heves eden Ahmedî’nin ilim yolundan çıkamasaydı Molla Sadeddin-i Taftazanî ve Seyyid Şerif-i Cürcani gibi büyük bilgin olabileceğinin rivayet edildiğini belirtmektedir (Sehî Bey Tezkiresi, 1998: 114).

Ahmedî, aslında Orta Asya ile İran topraklarında Türk asıllı hanedanların şiire ve şaire sempati ile yaklaşıp onları desteklemeleri ve Türk asıllı şairlerin söyledikleri

onun sanat inceliklerini ve bütün ortak İslam medeniyeti kültürünü Türk şiirine kuvvetli bir şekilde intikal ettirmekle birlikte Türk şiirinde kurulan millî bir söyleyiş geleneğinin de temelini atan büyük bir şairdir (Sel, 2010: 3). Nitekim Gelibolulu Âli, Ahmedî’nin şairliği için şöyle demektedir:

“El-kıssa mezbûr Ahmedî şâ‘ir-i sâdegûy ve mesnevî tarzında bahr-ı tabî‘atı bir akar cûydur.” (İsen, 1994: 105).

Kuruluş dönemi Osmanlı devrinde Farsça ve Türkçe eserler yazan Ahmedî’nin telif ettiği Türkçe eserlerin, Osmanlı dönemi Türkçesinin yazı, edebiyat ve bilim dilinin ilk örneklerinden olması dolayısıyla Türk dilinin gelişmesinde ve kullanılmasında büyük katkısı olduğu muhakkaktır.

1390 yılında tamamlanan İskender-nâme 14. yüzyıla aittir. Ancak, eserin sonuna eklenen Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-ı Âl-i Osman adlı kısım 1410 yılında tamamlandığı için, çalışmamıza kaynak olan kısım olarak eser 15. yüzyıl Osmanlı tarihi olarak değerlendirilmektedir.

Çalışmamızda, eserin bu Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-ı Âl-i Osman kısmı incelenmiş ve Atsız’ın hazırladığı, eserin yukarıda belirtilen son 4 nüshasının mukayeseli metni esas alınmıştır: Atsız (2013).

2.1.2. Abdülvasi Çelebi, Der Vasf-ı Ceng-i Sultân Muhammed Bâ-Mûsâ ve