• Sonuç bulunamadı

2.2. Türkiye’deki Finansal Kriz Tecrübeleri

2.2.3. Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizi

Türkiye 22 Kasım 2000 ve 21 Şubat 2001 tarihlerinde finansal krizlerle karşılaşmıştır. Her iki kriz de temelde likidite ve döviz talebi sıkıntılarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu krizleri daha önceki krizlerden ayıran en önemli husus ilgili krizlerin kapsamlı bir istikrar programının uygulandığı dönemde patlak vermiş

olmasıdır. 1994 krizinden sonraki süreçte TL’nin aşırı değerlenmesi, dış açıkların artması, reel faizlerin yükselmesi Türkiye’deki sıcak para tedirginliğinin daha da artmasına neden olmuştur (Ertuna, 2001: 494).

2000-2002 döneminde kamu kesiminde mali disiplinin sağlanması, önceden belirlenmiş sabit kur uygulamasıyla döviz kurlarının belirlenmesi ve yapısal reformlarla birlikte özelleştirmelerin hızlandırılması gibi amaçları olan 3 yıllık program uygulamaya konulmuştur. Programın nihai hedefi ise % 5-5,5 düzeyinde istikrarlı bir büyüme ile enflasyonu tek haneli seviyelere indirmek, yüksek reel faiz oranlarını makul düzeye düşürmek ve ekonomideki kaynakların daha etkin ve adil dağılımını sağlamaktır (Yıldırım, 2001: 26).

Bu iki krizin oluşumunda yurtiçi piyasaların tepkilerinin yanı sıra uluslararası sıcak para hareketleri de etkili olmuştur. 22 Kasım 2000 krizinde bankalar arası piyasada 13 Kasım’dan itibaren önceki aylara göre yükseliş gösteren ortalama faiz (gecelik borçlanma faizi) yaklaşık üç kat artarak ortalama % 110,8’e yükselmiştir. Faizlerde volatilitenin yükselmesi ile yaşanan artış finansal piyasalarda bir baskı ve gerginliğin yaşanmasına neden olmuştur. Bu krizde yurtdışına yaklaşık 1,5 milyar Dolar sıcak para çıkışı olmuş ve bu süreç krizi takip eden günlerde de devam etmiştir. 6 Aralık tarihi itibariyle yurtdışına çıkan yabancı sermaye miktarı 7 milyar Dolar seviyesine ulaşmıştır. Sıcak paranın yurtdışına çıkması hem döviz talebi ve fiyatları üzerinde baskı oluşturmuş hem de likidite talebini üst seviyelere çıkararak faiz oranlarının aşırı yükselmesine sebep olmuştur. 22 Kasım 2000 krizinde TCMB’nin döviz rezervlerinde de önemli bir azalma gözlenmiştir. İki hafta gibi bir sürede TCMB’nin brüt döviz rezervi 24,4 milyar dolardan 18,9 milyar dolara gerilemiştir. Döviz rezervindeki bu hızlı erime finansal piyasalardaki baskının ve gerginliğin önemli bir yansıması olmuştur. 21 Şubat 2001 krizinde ise başlangıçta yurtdışına 4,9 milyar Dolar kısa vadeli sermaye çıkışı yaşanmıştır. Bu süreçte ülkeden çıkan toplam yabancı sermayenin yaklaşık 7,5 milyar dolarlık bir hacme ulaştığı tahmin edilmektedir. Dövize olan aşırı talep borsayı olumsuz yönde etkilerken gecelik faizlerin de % 7500’ler gibi astronomik seviyelere ulaşmasına neden olmuştur (Akdiş, 2004: 40).

TCMB, 2000 Kasım ayında dövizi de hedef alan yoğun spekülatif saldırıyı çok yüksek faiz yükü, önemli döviz rezervi kayıplarıyla ve 7.5 milyar dolar

büyüklüğündeki ek IMF kredisi ile geri püskürtebilmiştir. IMF kredisi, ek rezerv olanağı (SRF; Supplemental Reserve Facility) biçiminde verilmiştir ve vadesi oldukça kısa, maliyeti de yüksektir. TCMB, ilan edilen döviz kuru çizelgesini çok yüksek bir maliyetle savunabilmiştir. Ancak bu hamle daha sonra olabilecek benzer bir saldırıya karşı savunma gücünü büyük ölçüde azaltmıştır (Uygur, 2001: 8).

2001 Şubat krizi ise özellikle bankacılık sektörünün olası faiz ve kur risklerini bertaraf edebilecek yeterli sermaye düzeyine sahip olmadıklarını ortaya koymuştur. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) çerçevesinde sektöre ilişkin yeni düzenlemeler yapılmış ve sektörün kırılganlık düzeyinin azaltılması planlanmıştır. Daha sonra da belirtileceği üzere özellikle 2008 küresel krizinden Türk bankacılık sektörünün az hasarla çıkmasının arkasında GEGP çerçevesinde uygulanan “Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı” yatmaktadır.

2.2.4. 2008 Küresel Finansal Krizi ve Türkiye’ye Yansımaları

Finansal krizler orijinleri itibariyle ortaya çıktıkları anda küresel kriz olarak adlandırılmazlarken zaman içerisinde krizin başladığı ülkeden yöreye/bölgeye ve daha sonra diğer bölgelere yayılma eğiliminde olduklarında küresel nitelik kazanmaktadırlar. 2008 krizi ise yukarıdaki görüşten farklı olarak neredeyse başlangıcından itibaren –ki bunda yayılma etkisinin ve finansal piyasaların aşırı entegrasyonunun etkisi de büyüktür- küresel bir niteliğe bürünmüştür. Genel itibariyle krizlerin yayılma ve bulaşma eğiliminin daha çok gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru gerçekleştiği görülmektedir.

Küresel krizlerin gelişmekte olan ülkelere yayılmaları genellikle ilgili ülkenin ihracat düzeyinin yoğun olduğu gelişmiş bir ülkede ithalatın daralması sonucu ihracat gelirlerinin azalması şeklinde oluşmaktadır. Eichengreen ve Rose (1999) finansal krize maruz kalmış bir ülkenin güçlü ticari bağlantıları olmasının iki taraflı olarak krizden olumsuz etkilenmesine yol açılacağını birbiriyle güçlü ilişki içinde olan endüstrilere sahip ülkelerin 1959-1993 verilerini kullandıkları çalışmalarında incelemişlerdir. Benzer şekilde Glick ve Rose (1999), 1971-1997 dönemini inceledikleri çalışmada benzer sonuçlara ulaşmışlardır. Diğer taraftan Kaminsky ve Reinhart (1998), Baig ve Goldfajn (1998) ve Masson (1998) çalışmalarının bulguları da bu durumu destekler niteliktedir.

2008 krizinin ardından Türkiye ekonomisine ilişkin özellikle sektörel etkileşim kapsamında çeşitli kurumlar çeşitli raporlar yayımlamaktadırlar. 2011 Kasım ayında TCMB tarafından yayımlanan Finansal İstikrar Raporu’na göre küresel finansal krizin, kapsamı ve etkisi bakımından daha önce tecrübe edilmemiş bir boyuta ulaştığı ileri sürülmektedir. Bu yönüyle küresel krizin başlangıcında, sorunların kaynağında bulunan finansal ve reel sektörü destekleyici bir rolü olan kamu kesimi, krizin bu aşamasında ana risk unsuru olarak görüldüğü ve bu durumun “ülke riski” kavramı ön plana çıkardığı gözlenmektedir. Ayrıca raporda Avrupa Birliği’ne üye bazı ülkelerin mali yapılarındaki sorunlara yönelik olarak sağlanan kamu destekleri ve alınan politika tedbirlerinin piyasalarda oluşan olumsuz algıyı değiştiremediği ve sorun yaşayan ülkelerin mali yapılarındaki bozulmanın daha da derinleştiği vurgulanmaktadır (TCMB, 2011: 3).

Küresel finansal krizin sektörel yansımaları Şekil-4 yardımıyla özetlemiştir.

Şekil- 4: Küresel Finans Krizinin Sektörel Yansıması

Kaynak: TCMB, 2011.

Şekil-4’te merkeze yakınlaşmak ilgili sektörün finansal istikrara yaptığı katkının olumlu yönde değiştiğini ifade etmektedir. Bu analizin amacı her bir alt sektörün kendi içinde tarihsel olarak karşılaştırılmasına olanak sağlamaktır. Sektörler

arası karşılaştırma ise yalnızca merkeze göre bulunulan konumda meydana gelen değişimin yönü çerçevesinde yapılabilmektedir.

Türkiye Ekonomisi, 2008’in ortalarından itibaren küresel finansal krizin etkilerine maruz kalmıştır. Özellikle sermaye akımları, finansal entegrasyon ve diğer ekonomik ve ticari etkileşimler kanalıyla Türkiye bu krizin etkilerini derinden hissetmiştir. Kriz öncesi son beş yıllık dönemde ise Türkiye ekonomisinde büyüme performansı açısından nispeten istikrarlı bir seyrin yakalandığı gözlenmektedir. Bunda her ne kadar o dönemdeki siyasi gündemin gölgesinde kalsa da uygulamaya konulan GEGP’nin payı büyüktür. Tablo-6’da 2001 sonrası dönemden kriz öncesi döneme kadar olan süreçteki ekonomik büyüme performansı gösterilmiştir.

Tablo- 6: Türkiye’nin 2002-2007 Büyüme Performansı

Kaynak: TÜİK, 2013.

Tablo-6 incelendiğinde 2001 krizi sonrası dönemde uygulanan politikaların sonucu olarak Türkiye ekonomisi hızlı bir büyüme sürecine girmiş ve 2002-2007 döneminde ortalama yıllık % 7 oranında bir büyüme hızına ulaşmıştır. 2008 yılının ilk çeyreğinde GSYH, % 7,2 büyüdükten sonra küresel krizin etkilerinin hissedilmeye başlamasıyla ikinci ve üçüncü çeyrekte sırasıyla % 2,8 ve % 1 oranında büyümüştür. ABD’de ortaya çıkan ve sonra dalga dalga bütün dünyaya yayılan küresel krizin reel sektöre yansımasıyla birlikte iç ve dış talep daralmış ve sanayi üretimi düşmüştür. Türkiye ekonomisi krizin etkisini özellikle 2008 yılının dördüncü çeyreğinde hissetmiş ve bunun sonucunda GSYH dördüncü çeyrekte % 6,5 oranında gerilemiştir. 2008 yılı sadece % 0,9’luk bir büyüme oranı ile tamamlanabilmiştir. 2009 yılı krizin etkilerinin yoğun bir şekilde hissedildiği bir yıl olmuş, ekonomi bir önceki yıla göre % 4,7 oranında küçülmüştür. 2010 yılı ise Türkiye ekonomisinin

Yıllar Cari Fiyatlarla GSYH (Milyon TL)

Sabit Fiyatlarla GSYH (Milyon TL) Büyüme Hızı (Yüzde) 2002 350.476 72.520 6,2 2003 454.781 76.338 5,3 2004 559.033 83.486 9,4 2005 648.932 90.500 8,4 2006 758.391 96.738 6,9 2007 843.178 101.255 4,7

küresel krizin etkilerini atmaya çalıştığı bir yıl olmuştur. Kriz sonrası uygulanan politikaların ekonomide sağlamış olduğu istikrar ile birlikte 2010’un ilk çeyreğinde ekonomik büyümedeki artış oranı % 11,7 ikinci çeyrekte % 10,3 ve üçüncü çeyrekte % 5,5 olmuştur.

Nihai tahlilde 2008 küresel finans krizi finansal piyasalar açısından değerlendirildiğinde Türkiye açısından tam manasıyla bir finansal kriz ortamı yaratmamıştır. Diğer taraftan 2008 krizi dış borçlanmanın özendirildiği yanlış politikaların uygulanmasına ve çeşitli yollardan Türkiye ekonomisinin resesyona sürüklenmesine neden olmuştur (Hiç, 2009: 67).

Özellikle bankacılık kesiminin 2008 krizini hafif hasarlarla atlatmış olmasının arkasında 2001 krizi sonrası oldukça sağlamlaştırılmış sermaye yeterlik rasyosuna sahip olunması, sağlam kamu maliyesi, düşük kamu net dış borcu ve izlenen sıkı politikalar yatmaktadır (Batırel, 2008: 1). Türk bankacılık sektörünün sorunlarının kalıcı olarak çözümlenmesi amacıyla Mayıs 2001 tarihinde uygulamaya konulan Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı çerçevesinde gerçekleştirilen reformlar sonucunda bankacılık sektörünün kârlılığında iyileşmeler olduğu gözlenmektedir (Bumin, 2009: 39).

AMPİRİK ÇERÇEVE

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: FİNANSAL KRİZLERİN TÜRKİYE EKONOMİSİNE ETKİLERİ VE BİR LOGİT-PROBİT DENEMESİ