• Sonuç bulunamadı

Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s 86-9.

Mehmet Özer *

2 Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s 86-9.

Bu sözler Mehmet Akif’ten ziyade Necip Fazıl’dan sadır olmuş sözler gibi görü- nüyor. Çünkü Mehmet Akif’in hiçbir zaman saf şiir gibi bir iddiası ve hedefi olmamış, bu yolda bir gayretin içinde bulunmamıştır. Anlaşılan saf şiirin bizdeki temsilcilerinden biri olarak Necip Fazıl, Tevfik Fikret’i eleştirmek için Mehmet Akif vasıtasıyla bir kapı aralamak yoluna gitmiştir:

Bu mahkemede bir takdim tehir hatası yapılır ve iddianame ancak şahitler dinlen- dikten sonra okunur. Daha garibi şahitlerin ifadeleri iddianamede delil olarak kullanılır: “Üçüncü maddenin isabetsizliği Fuat Köprülü’nün sözleriyle de sabittir” (s. 11).

İddianamede önce Fikret’le ilgili edebiyat tarihlerinde yer alan olumlu görüşler altı maddede toplanır. Ardından savcı bu altı maddeyi örnekler vererek çürütür ve bütün bunlardan ötürü Tevfik Fikret’i hakiki şair sayamayacağını iddia ederek şu hükümle sözlerini bitirir:

İşin saf fikir ve şiirde bütün haysiyet ve kıymet derecesi bu kadar olduktan sonra, sanığın öz mukaddesat köklerinden kopmuş olması ve bu hususta da herhangi bir ruh ve fikir çilesi çekmeksizin sadece züppe ve güdümlü bir Garp tesiri temsil etmesi, affedilmez suçunun mihrak noktasını teşkil eder (s. 13).

İddianame karşısında Fikret, biri yüzde yüz lehinde diğeri yüzde yüz aleyhinde iki şahidin dinlenmesini ister. Bunun üzerine mahkeme Sabiha Sertel ile Necip Fazıl’ın mahkemeye davet edilmesine karar verir ve mahkemeyi sonraki bir tarihe erteler.

Mahkemenin ikinci oturumunda Sabiha Sertel’in Tan gazetesindeki bir yazısı okunur. Bu yazı da tıpkı Ziya Gökalp’ın savunması gibi Büyük Doğu okurlarını ters yönde etkileyecek bir mahiyet taşımaktadır. Devrin bütün milliyetçi muhafazakâr dergilerine Fikret yüzünden saldırgan bir dil kullanılmaktadır.

İkinci olarak Necip Fazıl’ın “Tevfik Fikret’e Hitap” başlıklı yazısından parçalar okunur. Yazının daha başındaki cümle Mehmet Akif’e o sözlerin neden söylettirildiğini ortaya koyar: “Bu gazete bile Fikret’in, saf şiir ve fikir noktasından bir cüce, arpa tanesi boyunda bir cüce olduğunu bilir” (s. 15). Necip Fazıl’ın Tevfik Fikret değerlendirmesi onun kelimeleriyle şöyle özetlenebilir: Şiir cephesi nâmevcut, fikir cephesi gülünç, ahlâk cephesi yalan, seciye cephesi baştan başa “Rücû”ların cephesi. İman cephesi, imanın ta ruhuna, merkezine, mihrakına, kendine isyan... Ve hiçbir şeye inanmamalı” (s. 16). Ve mahkemenin sonunda karar verilir:

İcabı düşünüldü. Şiir dilini nesir dili haline sokmak ve âdi bir tebliğ vasıtası haline ge- tirmek, şiir ve fikirde saf kıymet olarak hiçbir derinliğe ulaşmamak ve en cüce Garp san’atkârlarının tesiri altında kalmak; sadeleşen dili en yakası açılmamış lügat canbazlıkları altında boğmak, misilsiz bir hodbinliği ahlâk ve fedakârlık şeklinde göstermek ve üstelik memleket içinde belli başlı bir propaganda çatısı altına sığınıp hakikî cemiyet saflarındaki

mücadele şartlarından firar etmek; ve bütün bunlardan sonra yetiştirdiği oğlu ve meydana getirdiği son eseriyle, mensup olduğu milletin iman kaynağına mutlak bir hiyanette karar kılmak suçlarından dolayı, Tevfik Fikret’in, başıboş ve sahipsiz Türk edebiyatı tarihinde açıkgözce işgal etmekte olduğu mevkiden indirilmesine karar verildi. Her sene, birtakım maksatlı ve maksatsız politikacıların üşüştüğü ve yine Tevfik Fikret gibi kolay ve ucuz, açıkgöz ve istismarcı lafazanlıklara meydan diye kullandıkları, böylece yetişme ve kendini bulma çağındaki gençleri şaşırttıkları mezar, Mehmet Tevfik’in mezarı, sade kendi ıstırap haline terkedilecek ve civarına kimse yanaştırılmayacaktır (s. 16-17).

Fikret’in mahkemesi burada biter, ama mahkemeyle ilgili tartışma Büyük Doğu Akademyası’nın ilk iki toplantısında sürer. Toplantılarda çok sayıda yazar ve şair bulunmakla birlikte esas konuşan Necip Fazıl’dır. Hatta zaman zaman diğerlerinin konuşmalarına bile mani olur.

Üçüncü toplantıda Necip Fazıl şiir üzerine bir konuşma yapar. Bu konuşma büyük ölçüde onun poetikasındaki düşüncelerinden bazılarının farklı örneklerle tekrarından ibarettir.

Edebiyat mahkemelerinin ikinci “müttehem”i Yahya Kemal’dir. Yahya Kemal’e isnat edilen suç ise, “İddia makamı şairliğiniz etrafında birtakım efsaneler teşekkül ettiğini, bunların hayal mahsullerinden kurtarılarak hakiki sanat değerinizin tespitini talep ediyor” şeklindedir.

Yahya Kemal’de de iddianame okunmadan doğrudan lehte ve aleyhte konuşan tanıkların ifadelerine başvurulur. Bunlardan Samipaşazade Sezai, Ahmet Haşim, Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edib, Mehmet Kaplan şair hakkında olumlu sözler söylerken Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif, Cemil Sena Ongun olumsuz fikirler beyan ederler. Rıza Tevfik ilginç bir şekilde onun şairliğinin iyi, fakat hasis bir adam olduğunu söyler. Necip Fazıl’ın Rıza Tevfik’in bu cümlesini seçmesinin özel bir an- lamı mutlaka olmalıdır. Diğer taraftan Halit Ziya da onun heceyle ilgili düşüncesine temas eder. Ona göre hece vezni ile güzel şiir yazma henüz gerçekleşememiştir. Bizim edebiyatımızda heceyle yazılmış ilk güzel şiirlerin Necip Fazıl tarafından yazıldığını düşünürsek onun bu alıntıya niçin yer verdiğini anlamak mümkündür. Bu ifadelerde olumlu ya da olumsuz bir beyan yoktur.

Son olarak Necip Fazıl’ın bir yazısından bölümler okunur. Bu yazıda önce Yahya Kemal’e hakkını verir gibi bir cümle kurulur:

Yahya Kemal, etrafında kalabalık bir hayranlar zümresi, Sultanahmet bahçelerinde ve şadırvan karşılarında, herkese yeni bir dil, yeni bir estetik, yeni bir nefes halinde görünen bir edayı yaşatıyordu. (...) Yahya Kemal cemiyetlerinde, böyle bir telkin ve sihir kabili- yetini yaşatıyordu.

Fakat hemen arkadan âdeta onu yok etmeye yönelik bir cümle: “Fakat ne bir fikir, ne bir sentez, ne bir sistem...” (s. 45). Oysa Yahya Kemal için sistemi bir tarafa bırakalım fikir ve sentezden mahrum iddiasında bulunmak haksızlık olur. Onun Edebiyata Dair adlı eserindeki genel olarak edebiyat, özel olarak da saf şiire dair görüşleri asla gözardı edilemez. Yine onun Avrupa’dan getirip kendi ülkesine uyarladığı Akdeniz Medeniyet Havzası fikri de doğru veya yanlış orijinal bir fikirdir. Yine aynı yoldan millet kavramını coğrafyada arama fikri toplumumuzun bir kısmında hâlâ geçerliliğini sürdürmektedir.

Necip Fazıl yukarıdaki görüşüne paralel olarak Yahya Kemal’in “şiirde birinci unsur olan ruh ve fikirde değil, fakat ikinci unsur olan zevkte bir erginlik”e sahip olduğunu söyler.

Necip Fazıl yazısını yine önce olumlu, sonra da yok saymaya yönelik bir cümleyle bitirir: “Netice şudur ki Yahya Kemal, öz şiirde plastik hadleri aşamamış müstesna zevkli bir nakışçı, fakat bütün hayat ve davalarına yol verecek olan büyük muhteva planında hiçbir şey değildir” (s. 46).

Bu yazıdan sonra savcı iddianamesini okur. Savcı iddianamesinde tarafsız görünme gayretiyle Yahya Kemal hakkındaki olumsuz fikirleri çürütür. Buradan yola çıkarak tanıkların lehte ve aleyhte bir kıymet temsil edemediklerini söyler. Ama hemen ardın- dan onu eleştirmeye başlar. Mesela Yahya Kemal’in Doğu’yu anladığı söylenir, fakat “Şark dünyasını yerinden sarsan” tasavvufun onun şiirinde çok az görülmesi eleştiri konusu olur. Savcının iddianamesi öncekiler gibi (önce olumlu/övücü sözler, ardından “fakat” kelimesiyle başlayan eleştirel sözler) devam eder:

Anlaşılıyor ki, Yahya Kemal, tarih şartları ortasında Garb’a Şark’ı zevken anlamış, fakat bu anlayış eserinde mahdut bir akis bulmuş; hakikî şiire gerek şekil, gerek (estetik) muh- teva plânında ulaşmış; muasır edebiyatımızda ilk defa bir şiir dili kurmuş, ilk defa şiire (bütün) telâkkisini getirmiş, ilk defa şiiri şiir olarak terkibe girişmiş; mukallit muasırları içinde (orijinal) kalmış, mensup olduğu milletin asırlar çerçevesindeki yekpareliğini şiirine muvaffakiyetle sindirmiş hakikî bir san’atkârdır. Fakat yaşadığı cemiyetin tekmil ihtiyaçlarına içtimaî mânasiyle ve bu mânanın ıstıraplariyle eserinde cevap verdiği elbette iddia olunamaz. O, (estetik) plânının dışına çıkmamıştır (s. 48).

Görüldüğü gibi her ne kadar savcının iddianamesi gibi görünse de Yahya Kemal de Necip Fazıl’ın ölçütleriyle değerlendirilmektedir.

Bu minval üzere devam eden eleştirilerin sonunda karar açıklanır. Karar da ön- cekiler gibidir, önce ödül sonra eleştiri:

Tanzimat başından beri benzeri olmayan tek cepheli şairliğine karşılık defne dallarından bir çelenk takdim edilmesine, çelengin üstüne de aşağıdaki kısa hükmün yazılmasına karar verilmiştir.

Dünyaları kavramakta en ileri plastik zevk hadlerinin mağrur inzivasına çekilmiş ve buradan büyük idrake yol bulamamış sanatkâr!..

Edebiyat mahkemelerinin önüne çıkarılan üçüncü kişi Mehmet Akif’tir. Hâkim diğerlerine sorduğu kimlik bilgilerinden sonra savcının suçlamasını açıklar: “Savcı hakikate aykırı olarak şair sayıldığınızı, bu şöhretin incelenerek hakikatin ortaya çı- karılmasını istiyor. Ne dersiniz?” Akif’in bu soruya cevabı I. Safahat’ın önsözündeki gibidir. “Safahat’ımda eğer şiir arıyorsan, arama” (s. 51).

Bu cevaptan sonra Mehmet Akif’in yargılanmasına ne gerek var, zaten bu konuda bir iddiası yok, sorusu akla gelmektedir. Çünkü az sonra savcı da “Çok iyi tanıdığımız Mehmet Akif hakkında gerek şimdiye kadar basılı olarak ileri sürülen düşünceler, gerek burada söylenenler, hemen istisnasız bir noktada ittifak ediyor: Akif şair değildir. Bunu evvela kendisi söylüyor, sonra da eserleri” (s. 53) sözleriyle bu gerçeği tekrarlayacaktır. Önceki mahkemelere bakarak bu defa acaba Necip Fazıl’ın başka bir niyeti mi var sorusu akla gelmektedir. Nitekim daha sonra söz alan savcının ifadelerinden Mehmet Akif’in başka yönleri bakımından da yargılanacağı görülecektir: “Şimdiye kadar Akif’ten bahseden eserler, onu, bilhassa üç bakımdan büyük şair diye tanıtmışlardır. Realist cephesi, İslâm birliği ideolocyası ve içtimaî fayda gayesi...” (s. 51-52). Böylece anlaşılıyor ki Necip Fazıl aslında onun İslâmcılığını yargılayacaktır.

Nitekim savcı onun İslâmcılık yönünün şuurlu bir görüşün mahsulü olmadığını ve 1908’den sonra başladığını söyledikten sonra, “Kör bir sevkle peşlerine takıldığı Abduh ve Afganî’yi tercüme etmekle kalır. İslâm birliği fikri onda milliyet fikrini unutturamaz der ve onun bir şiirinden örnek verir:

... Kalk baba, kabrinden kalk

Diriler koşmadı imdadına, sen bari yetiş... Arnavutluk yanıyor, hem bu sefer pek müthiş!

Bu satırlar bilindiği gibi zaten kavmiyetçilik kavramını eleştirmek için yazılmıştır. Kavmiyetçilik yüzünden Arnavutluk’un içine düştüğü durumu tasvir etmektedir. Dola- yısıyla bu mısralar Necip Fazıl’ın eleştirdiği gibi milliyet fikrini öne çıkaran mısralar değildir. İddianamede onun içtimaî fayda yönü de eleştirilir:

İçtimaî fayda prensibine gelince... Zaman itibarıyla, faydacılık prensibiyle Tanzimat devrinin zihniyetine dönmüş olan Akif’in cemiyete telkin etmek istediği fikirler o devirde cemiyete hiç faydası görülmemiş fikirlerdi. Osmanlı İmparatorluğunu teşkil eden unsurların milliyet ve kavmiyet feryatlarıyla bayrak açtıkları bir devirde onlara, kendi cinslerinden olmayan bir din memuru etrafında birleşmek tavsiye ediliyordu. Cemiyetler tarihinde ileri bir merhale temsil eden milliyet fikriyle kıpırdanan ve çoktan parçalanmış olan Osmanlı camiasını İslâm birliği gayesiyle kalkındırmaya çalışmak, “ittihadı anasır” siyasetinden pek de faklı olmayarak, nehri tersine akıtmaktı (s. 54).

Ve iddianamede Mehmet Akif’in kuvveti diye ileri sürülen her nokta onda bir zaaf olarak görülerek bir sonuca varılır:

Bu itibarla kendisinin başaramadığı, tahakkuk ettiremediği bir idealizme salik görünerek, amme efkârını aldatmak, şair olmadığı halde edebiyat tarihlerine girmek suçlarından dolayı adının şiir sahasından ihracına, idealistik payesinin ref’ine karar verilmesini talep ederim (s. 54). Yine şahitler dinlenir, ama onların ifadeleri mahkemeyi tatmin etmez. Bunun üzerine Büyük Doğu’cu Adıdeğmez’den (Necip Fazıl) “vukuf ehli” sıfatıyla bir rapor isterler.

Necip Fazıl uzun bir rapor yazar. Ona göre Mehmet Akif’i ne onu sevenler ne de sevmeyenler anlayamamıştır. Sonra kendi ölçüsünü ortaya koyar:

Bizim ölçümüzde Mehmet Akif, ne Müslümanlığı namütenahi derin ve girift, saffet, ha- kikat ve esrarıyla kavrayabilmiş ne de bu kavranamayışın tabiî bir neticesi olarak saf şiir ve sanatta üstün bir sese yükselebilmiş bir insandır (s. 59).

Bu raporda dikkat çeken hususlardan biri Akif’in sürekli olarak Tevfik Fikret’e benzetilmesidir. Hatta karamsarlık bakımından iddianamede de Tevfik Fikret’e ben- zetilen Akif, Adıdeğmez’in raporunda da benzer bir duruma maruz kalır:

Tevfik Fikret’in küçük çapı, Mehmet Akif’te, müspet ve menfi farklarıyla bir buut alaniyet gösterir. Evet Mehmet Akif, müspet bir Tevfik Fikret’ten başka bir hüviyet değildir. Bu bakımdan Fikret’i idam sehpasına götürecek müessir, Akif’i ziyafet sofrasına davet edebilir; fakat Akif’in bu sofradaki istihkakı bir onbaşı tayınından fazla değildir. Nüfuz bir olduğuna göre, hem İslâm’a, hem de şiire nüfuz bakımından sadece bir onbaşı tayını... Nitekim Tevfik Fikret’in cezası da, büyük hakikatın kutbundan kopmuş ve kaymış. (General) rütbesinde ileri bir mütefekkir ve sanatkâra mahsus değil, kaçak ve küçük bir onbaşıya göredir. Biri (menfi)nin, öbürü (müsbet)in bu iki onbaşısı, devirlerinin her sahada kukla oyunculuğu kadrosuna giren çıkartma kâğıdı inkılâbları içinde dâvalarını tutanlarca, yahut onları bir dâva sahibi farz edenlerce (Mareşal) rütbesinde görülmüştür. Akif’de İslâmi hakikatların mücahidi olarak biricik kuvvet, heyhat ki, bu mücahitliğin istinat edeceği nâmütenahî devreye ve girift, nâmütenahî geniş ve kesif idrak temelinden ziyade, makûs taraftaki müthiş sathîlik, sahtelik, köksüzlük, gerçekliksizliktir (s. 60).

Mahkeme Akif’e de “temsil ettiği mücahede ve hamle hedefindeki aslî değer bakımından” üstüne bir kayıt konulmuş çelenk vermeye karar verir. Kayıt şöyledir: “Doğru yolun kifayetsiz mütefekkirine, küçük şairine, fakat hayatıyla büyük feragatkâr ve namuskârına Allah rahmet etsin...” (s. 62).

Necip Fazıl, Yahya Kemal gibi Mehmet Akif’i de “tasavvufî idrak ve mizaç”tan yoksun olmakla suçlar. Bu suçlamanın yersiz olduğunu söylemeden geçemeyeceğiz. Birincisi iyi bir şair ve düşünür olmak için mutlaka tasavvuf ehli olmak gerekmez.

Ayrıca Mehmet Akif İslâm dünyasının geri kalmışlığını tasavvuf ile kader ve tevek- kül düşüncesinin yanlış algılanmasına bağlamaktadır. Aslında burada birbirine zıt bir İslâmcılık algısının çatışması söz konusudur.

Edebiyat mahkemelerinin dördüncü sanığı Cumhuriyet döneminin etkin eleş- tirmenlerinden Nurullah Ataç’tır. Ataç’ın diğerlerinden farkı Necip Fazıl’ın çağdaşı olması, zaman içinde karşılıklı tartışmalara girişmiş olmalarıdır.

Bu mahkemeye geçmeden önce 1940’lı yıllara kadar Nurullah Ataç’ın, yazıların- da Necip Fazıl’a yaklaşımına kısaca temas etmenin yararlı olacağını düşünüyoruz.3

Nurullah Ataç ilk yazılarında Necip Fazıl hakkında sürekli olumlu ifadeler kullan- mıştır. Söz gelimi 1930 Mart’ında yazdığı bir yazıda “Necip Fazıl yeni bir ton getir- miştir, şairdir.” der.4 “Bir Mektup”5 adlı yazısında, “Necip Fazıl ile Nazım Hikmet’ten

bahsedilince birincisine meyledişim de bunu göstermez mi?” diyerek hangi tarafta yer aldığını ortaya koyar. Kendisiyle yapılan bir röportajda bir Akademi kurulursa üyeleri arasında Necip Fazıl’ın da olması gerektiğini belirtir. Bu örnekler çoğaltılabilir, an- cak 1940 yılına gelindiğinde artık araları bozulmuştur. Nisan 1940’ta Haber-Akşam Postası’nda yayımlanan “Şairler Arasında” adlı yazısında bu durum açıkça görülür:

Yusuf Ahıskalı benim ağzımdan uydurduğu o sözü görmüş hani bir zamanlar oldukça iyi şiirler yazan bir adam vardı; şimdi ömrünün yarısını kendini methedip sabi sübyanı hayran etmek, öteki yarısını da sahte bir üstatlık tavrı ile gençleri taklit etmekle geçiriyor. Necip Fazıl mı ne diyorlar, işte ona söylemiş.6

Diğer taraftan zaman zaman da onun kişiliğinden şikâyet ederek şiiri hakkında olumlu ifadeler de kullanmaya devam etmiştir: “Necip Fazıl’ın densizliklerini bir günlük unutuverin de Ben ve Ötesi’ni, Çile’yi yeniden bir okuyun, bakın ne güzel, ne yeni şeyler bulacaksınız.”7

Nurullah Ataç’ın zaman içinde fikir değiştirmesi sadece Necip Fazıl’a özgü de- ğildir. Söz gelimi başlangıçta övdüğü Mehmet Akif’i, Yahya Kemal’i, Ahmet Haşim’i hatta Ahmet Hamdi Tanpınar’ı belli bir dönem sonra yüzde yüz çark ederek insafsızca eleştirmeye başlamıştır.

Aynı tavrı Necip Fazıl’a da gösterince Nurullah Ataç’ın edebiyat mahkemelerine çıkarılması kaçınılmaz olmuştur. Edebiyat mahkemelerinin en sert şekilde suçladığı isim Nurullah Ataç’tır. Daha önce de belirttiğimiz gibi fiziksel özelliklerinden başlanır, hatta onun kekemeliği bile taklit edilir.

3 Geniş bilgi için bk. Çağın, Bir Şiir Eleştirmeni Olarak Nurullah Ataç, s. 213-217.