• Sonuç bulunamadı

1.5 “BÜYÜCÜ” KİMLERE DENİR?

1.8. İSLAMİYET SONRASINDA BÜYÜ

İslam dini, gerek Kur’an-ı Kerim ve gerekse sahih ve kudsî hadisler ile saadet asrında olduğu gibi yüzyıllardır kendi kurallarını muhafaza etmektedir. Ancak zaman zaman bu kuralların yanı başında İslamiyet ile hiçbir ilgisi olmayan uygulamalar insanların zihnini

meşgul etmiş ve cehaletten sıyrılamamış bir çok insan hak ve batılı birbirinden ayırt edememiştir. Böyle olunca İslam kuralları ile batıl inançlar çoğu zaman karıştırılmıştır. Bu durumun en güzel örneklerinden birisi de büyüdür.

Büyünün temelinde menfaat vardır. Allah, peygamber, din gibi kavramları tanımaz hatta bazı durumlarda onları istismar eder. Büyücüler, Allah’ın isteği dışında işler başarabileceklerini iddia ederler. Aynı zamanda büyücülerin her şeyi bildiklerini iddia etmeleri İslam ile bağdaşmaz (Tanyu, 1995: 506).

İslam dinine göre, sihir yapmak da yaptırmak da haramdır. Sihir yapan ve yaptıran kişilerin küfürde bulundukları yani kâfir oldukları söylenir. Sihir yapmak, Allah’a şirk koşmaktan sonra gelen en büyük günahtır. Bu gerek Kur’an-ı Kerim’de gerekse hadislerde açık olarak bildirilen bir durumdur.

“Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil’de Hârut ve Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek herkese: ‘Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız.’ demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar o iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!” (Bakara, 2: 102).

Yukarıda gördüğümüz gibi Bakara suresinin 102. ayetinde büyü yapanların kâfir oldukları söylenmektedir. Ayetten anlaşılacağı üzere şeytanlar, kendi uydurmaları olan sihir ile Hârut ve Mârut adındaki iki meleğe indirilenleri Babil’de İsrail Oğulları’na öğretiyorlardı. Bu iki meleğe indirilen şeylerin sihir olduğu söylenmemiş ancak; sihre atıfta bulunulmuştur. Bunlar gerçekte sihir değildir ancak; fesat ehlinin elinde küfre sebep olabilecek malzemelerdir. Şeytanlar bunları sihir amacı ile kullanıp insanlara öğretmişler ve kâfirler sınıfına katılmışlardır (Arslan, 2002: 30). Melekler sihir yapmaz ve öğretmezler. Ancak, Babil’de olduğu gibi kötü niyetli insanlar meleklerin hayır için öğrettikleri şeyleri suistimal ederek sihir aracı olarak kullanırlar.

Sihir yapmanın Allah’a şirk koşmaktan sonra gelen en büyük günah olduğu Ebu Hüreyre tarafından rivayet edilen bir hadiste şöyle beyan edilmiştir:

“Bir kere Resûlu’llâh:

‘Yâ Resûla’llâh! Bu yedi şey nedir?’ diye sorduklarında Resûl-i Ekrem:

‘1) Allah’a şirk, 2) Sihir, 3) Allah’ın katlini haram kıldığı bir hayatı öldürmek; haklı öldürülen müstesna, 4) Fâiz kazancı yemek, 5) Yetim malı yemek, 6) Düşmana hücûm sırasında harbten kaçmak, 7) Zinâdan masûn olup hatırından bile geçmeyen Müslüman kadınlara zinâ isnâd etmek.’ buyurdu.” (Sahîh-i Buhârî (8), 1984: 224).

Ayetten de anlaşıldığı gibi sihir, insanı helak eden yedi şeyden ikincisidir. Sihir yapan ve yaptıran insanlar, başkalarının kaderine hükmettikleri ve kaderlerini değiştirdikleri inancı taşıdıkları için Allah’a şirk koşmuşlar ve böylece kendilerini bile bile ateşe atmışlardır. Bildiğimiz gibi Allah’a şirk koşanların cennette yerleri yoktur. Bu durumu İbn-i Abbas tarafından rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber şöyle bildirmiştir:

“Cennet’e hesapsız girecek mü’minler efsun etmeyenler, teşe’üm eylemeyenler, şifânın (Allah’tan olduğuna inanıp) keyden olduğuna inanmayanlar ve her hususta Allah’a tevekkül edenlerdir.” (Sahîh-i Buhârî (12), t.y. : 83).

İslamiyet’in getirdiği bütün bu yasaklamalara rağmen insanoğlu, istediklerini elde etmek ya da başkalarına zarar vermek niyetleri ile büyüden vazgeçememiştir. Hz. Peygamber’in itibarını kaybettirmeye çalışan Yahudiler, amaçlarına ulaşamayınca Hz. Peygamber’i öldürtmek için Lebîd İbn-i A’sam adlı bir Yahudi büyücüye büyü yaptırdılar. Hz. Aişe bu durumu şöyle rivayet etmiştir:

“Bir kere Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’e sihir yapılmıştı. Hatta (şahs-ı Nebevî) bazı işi işlemediği hâlde yaptım sanırdı. Nihâyet günün birinde tekrar tekrar dua etti. Sonra bana:

‘Ey Âişe, bilir misin? Allah bana kendisinde şifam olan şeyi bildirdi ki: Bana iki kişi geldi (Cibrîl ve Mîkâil). Bunlardan biri başucumda, öbürüsü de ayak ucumda oturdu. Ve biri öbürüsüne: ‘Bu zatın hastalığı nedir?’ diye sordu. O da, ‘Sihirlenmiştir’ diye cevap verdi. ‘Kim sihir yapmıştı?’ diye suâline öbür melek: ‘Lebîd İbn-i A’sam!’ diye cevap verdi. Sonra ‘Bu sihir ne ile yapılmıştır?’ diye sordu. O da: ‘Bir tarak, saç ve sakal tarantısı, erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığı ile.’ diye cevap verdi. ‘Nerede yapılmıştır?’ suâline de: ‘Zervan kuyusunda.’ diye cevap verdi.

Sonra Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem (bâzı Ashâb ile berâber) çıkıp bu kuyuya gitti. Sonra dönüp geldi. Geldiğinde bana:

‘Ey Âişe! Kuyunun etrâfındaki hurma ağacının uçları şeytan başları gibidir!’ buyurdu. Bunun üzerine ben:

‘Hayır çıkarmadım. Çünkü Allah bana şifâ verdi. Bir de o sihiri çıkarıp çözmekle halk arasında sihir şerrinin şuyûundan endişe ettim. Sonra, kuyunun kapatılmasını emrettim.’ buyurdu.” (Sahîh-i Buhârî (9), 1986: 53)

Kur’an-ı Kerim’in vahiy yoluyla inmeye başladığı dönemde Yahudiler ve Hıristiyanlar ile birlikte Mekkeli müşrikler de sihirle uğraşmakta idiler. Cahiliye devrinde insanların en çok korktukları şey karanlık idi. Cinlerin karanlıkta ortaya çıkıp insanları çarptıklarına inanırlardı. Geceleyin dışarı çıkmak zorunda kaldıklarında ise, cinlerin reisine sığınarak kendilerini güven altına aldıklarını hissederlerdi. İnsanlara zarar vermek ya da onları istedikleri yönlere çekmek için okuyup üfleyerek iplere düğüm atarlar ve bu yolla büyü yaparlardı (Arslan, 2002: 68). Bu zaman zarfında, insanları bu endişeden kurtarmak ve korumak için Felak suresi vahyolundu:

“De ki: Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!” (Felak, 113: 1-5)

Ancak, İslamiyet’in hadis ve ayetlerle getirdiği bütün yasaklara rağmen gerek Araplar, gerek Türkler ve gerekse diğer Müslüman toplumlar, sihir yapmaktan ve yaptırmaktan bir türlü vazgeçememişler, zorda kaldıkları birçok durumda sihre başvurmuşlardır.

Türkler arasında eski şaman geleneğini sürdüren kişiler, on birinci yüzyılın ikinci yarısından sonra “muazzim” adını alırlar. Eski geleneklerine İslamî bir yön kazandırabilmek için çeşitli İslamî terimleri, Kur’an-ı Kerim’den bazı ayet ve sureleri büyü unsuru olarak kullanırlar. Hatta Doğu Türkistan muazzimleri mesleklerinin Hz. Fatıma’ya dayandığını ispat etmek için “Risâle-i Perîhân” adlı bir eser meydana getirmişlerdir. Bu dönemlerde büyü ile ilgili uygulamaların anlatıldığı bir çok eser kaleme alınmıştır. Bu eserlerden en ünlüsü, 14. yüzyılda yaşamış olan Ahmed b. El-Bûnî tarafından yazılan “Şemsü’l-ma’ârifi’l-kübrâ” adlı eserdir. Arapça olan bu eserde dört yüze yakın tılsım şekli ve binlerce afsunun olduğu bilinmektedir. Çeşitli eski Mısır tılsımlı sözleri, eski Yunan Pisagor takımları Yahudi geleneğinde, özellikle de İspanyol Yahudilerin kabala dedikleri mistik rakamsal sistemlerde birleşmiş ve Cezayirli Bûnî tarafından İslam dünyasına girmiştir. Bu konuda diğer bir önemli eser ise Süleyman el-Hüseynî’nin “Kenzü’l-havâs Keyfiyyet-i Celb ve Teshîr” adlı Türkçe eseridir. Bu eser aslında Bûnî’nin eserinin Türkçeye çevirisidir. Ancak, Hüseynî birçok ilave yapmış, eser aslının iki katına çıkmıştır (Tanyu, 1995: 504).