• Sonuç bulunamadı

EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNAMESİ’NDEKİ BÜYÜ, SİHİR, TILSIM VE FAL METİNLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

III. BÖLÜM METİNLER

2. SİHİR METİNLERİ

2.3. Akka Sahrasındaki Sihirbazlık Gösteriler

“Bu Akkâ sahrasında, yetmiş seksen bin askerle dururken, bahsi geçen cengâver Cezayir kalyonlarından iki adet hizmetkârı ile bir pehlivan çıktı. Bütün askere, paşaya ve diğer âyana yeşil bayraklar ve hediyeler verip:

‘İbretle seyredilecek hünerlerim var. Hakikaten görülecek şeylerdir!’ diye herkesi meydana çağırdı. Mağrip (kuzey batı Afrika) toprağında hasıl olmuş bir ulu âdemisi vardı. Üç gün öyle hünerler gösterdi ki, insan şaşırıp kalır. Bu üç günde âyan (bir memleketin ileri gelenleri) ve eşraftan iki kese kadar para topladı.

İlk Marifeti: Yüzlerce adamlara, kavun, karpuz, kabak, hıyar, turp gibi sebze ve bitki tohumları verip, herkese, elindeki tohumu yere sokup seyretmesini emretti. Tohumları yere soktular. Hemen hokkabaz, o tohumların üzerine bir yeşil tulum içinden bir çeşit su serpti. O anda bütün çekirdeklerden sebze gibi yeşillikler meydana gelip, biraz sonra ürünler kemalini buldu. Herkes ektiği yerden beşer, onar, kavun, karpuz, hıyar alıp birbirlerine vererek yediler. Bu hâle herkesin eli ağzında kaldı. Herkes şaşırdı.

İkinci Marifeti: Paşa askerinden bir nice alüfte (iffetsiz, namussuz kadın), aşüfte (iffetsiz kadın, aşifte), açık meşrepli levent makulesi (takım, çeşit, soy) olanlar, bu pehlivanı bir harar içine koyup, hararın ağzını öyle bağladılar ki, Süleyman’ın devleri gelse çözemezlerdi. Hokkabaz ise bir kere harar içinden ‘ya Allah’ deyince kendisini dışarıda buldu.

Üçüncü Marifeti: Halk üzerine bir afsun okuyup üfledi. Herkes birbiriyle öpüşmeye başladı.

Dördüncü Marifeti: Bir afsun daha okudu. Halk birbirlerini başsız görüp korkuştular. Beşinci Marifeti: Bir afsun daha okudu. Halk birbirlerini biçimsiz durumda görerek bir hay huy ile olmayacak şakalar etmeğe başladılar. Ayıldıkları vakit bu hâle gülerek hayretler içinde kaldılar. Üç gün içinde bunun gibi ibret verici, akıl almayacak marifetler gösterdi. Sahra, adam deryası kesildi.

Üçüncü Günkü Marifeti: Evvela iki hizmetçisine daire çaldırıp kendisi de sema yaptı. ‘Bugünkü gün size, erenler, son marifetimi göstereceğim.’ diye, cebinden bir küçük kopuz kadar kırmızı ve yuvarlak bir top çıkardı ki, ucunda bir kınnab (ince sicim) ip bağlı idi. Meydana bir iri at kazığı kakıp, o topun ucundaki ipi kazığa bağladı. O topu eline alıp kazığa bağlı olan ipten çeke çeke on kulaç kadar ipi topun içinden çıkardı. Bu kere ‘ya Allah’ deyip, o topu kol kuvveti ile havaya attı. Top havada titreyip boşlukta kaldı. Toptan şu ses geliyordu:

‘Bütün dostlar birer akça vermeyince inmem!’

‘İşte akça. İn aşağı!’ dedi. Top yine yerinde kaldı. Nihayet bütün halk, beraberce ipi çeke çeke indirmeye çalıştılar. On yerde ip, kangal kangal yığıldı. Üç fil yükü ip oldu. Hep bu ipler, havada olan toptan iniyordu. Bu kere kendisi hiddetlenip çırağına:

‘Var şu topu indir!’ dedi. Hemen bir esmer renkli çırak, toptaki ipe yapışıp ve cambazlık ederek, halkın gözü önünde ipten yukarı çıkıp, ta havada topun üstünde durdu. Hemen usta:

‘Bre topu indir, sen de in!’ diye ferman ide gördü. Ne hademe indi, ne de top! Onun için de yüz kuruş kadar para toplayıp:

‘İn aşağı!’ dedi. Yine inen yok. Bu defa da öbür çırağa:

‘Var şunları aşağı indir!’ diye tembih edince, hemen kazıktaki ipe yapışıp gemici gibi gökyüzüne çıkıp öbür çırağın yanına vardı. O dahi orada kaldı. Bu hâli görenler hayrette kaldılar. Hemen sihirbaz:

‘Bre inin oğlancıklar!’ diye nice adamlarla ipe yapışıp çeke çeke üç kangal ip daha yığıldı. Oğlanlar ise havada rahat oturuyorlardı. Bu kere sihirbaz telaşa düşerek hiddetlenip: ‘Hoş, adam, pişman olursun. İşime engel olma sana, kıyarım!’ diye dalkılıç meydanda dolaşırdı. Ama bu sözlerden maksadının ne olduğunu kimse bilmezdi. Hemen sarığından bir kabak çekirdeği çıkararak yere dikti. Derhâl yeşil tulumdaki sudan döktü. Büyük ve kırmızı bir kabak meydana geldi. Yine:

‘Gel adam, benim marifetime engel olma!’ diye marifet meydanında dalkılıç gezerdi. ‘Bu kere, bu marifetimi de seyredin, ümmeti Muhammed!’ deyip ipin yanına geldi. Oğlanlara ‘gelin, inin’ deyip, nice akçe toplayıp ve halktan hançer, kontoş (bilhassa Tatar beylerinin giydikleri, geniş ve devrik kürklü bir yakası olan, dar yenli, uzun kollu üstlük) gibi birtakım elbise aldı, giyindi. Sarığını beline bağlayıp, elindeki kılıç ile yerden bitirdiği kabağa bir satır vurdu. Kabak iki parça oldu. O anda ipe yapışıp, örümcek gibi çıkarak, oğlanların yanına varınca dal satır olup:

‘Ben size inin demez mi idim? Niçin inmezdiniz? Ey ümmeti Muhammed, Allah’a ısmarladık, Endülüs diyarına bize yol göründü. Bu oğlanlar size Allah emaneti olsun. Bir hoşça vakit eylen!’ diyerek, ilk çırağının başlarını kesip aşağı attı. Bir de:

‘Benim sanatıma mâni olanın dahi başını bir hoşça gömünüz!’ dedi. Hava bir karardı. Yerde bağlı olan kazıklı ip koptu. Sihirbaz havada kayboldu, halk hayret içinde kaldı. İki çırağının kelleleri, cesetleriyle birlikte meydanda kaldı.

Bizim paşanın masraf kâtibi Rum Mehmet Ağa dahi başsız bulundu. Bütün halk gördüler ki, fakir Mehmet Ağa, Akkâ Kalesi içinde, Büyük İskender’in harabesinin bir yüksek yerinden bu sihirbazı seyredermiş. Kendisi de marifetli bir çelebi olduğu için, bütün

elbiselerini ters giymiş ve ayağındaki pabucunu çıkarıp başına sokmuş. Bu suretle sihirbazın sihir ve simyasını hükümsüz yapmaya çalışıp dururken meydanda sihirbazın:

‘Adam! Benim marifetime engel olma! Sana kıyarım. Sonra pişman olursun!’ demesi onun için imiş. Hakikaten kabağı yerden bitirip, kılıç ile kesince, Mehmet Ağa İskender sarayından aşağıya düşmüş, ters elbiseleriyle fakir Mehmet Ağa’nın ölüsünü kaldırıp yıkayarak, Hazreti Salih yanına gömdüler.

İki çırağı da Akkâ kumluğuna gömdüler. Sabahleyin hamama gidenler gördüler ki, sırtlanlar iki çocuğun mezarından iki keçi leşi çıkarıp onları yerlermiş!

Meğer asla konuşmayan o iki çırak, simya ilmi kuvvetiyle hareket eden cansızlarmış. Merhum masraf kâtibi Mehmet efendiye gadroldu. İşte bu Akkâ Kalesi’nde böyle bir garip hâl seyrettik.” (Danışman (4),1970: 306–309; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 69-70).