• Sonuç bulunamadı

İlk sûfîlerin Tevhid Anlayışı

1.3. Fergânî’nin Tasavvuf Tarihindeki Yeri ve Tesirleri

1.3.1. İlk sûfîlerin Tevhid Anlayışı

Tevhîdin temel anlamı, mahlûkāt âlemindeki her şeyin tek hakîkat olan Allah’tan geldiğidir. Tevhidle birlikte ehad, vâhid, ehadiyyet, vâhidiyyet ve vahdâniyyet gibi vahdet kökünden türemiş ifadeler İslam bilginleri tarafından tartışma konusu edilmiştir.118

Tevhîd kelimesi, sözlükte bir şeyi birlemek, tek yapmak anlamındaki “vahhade” fiilinden türemiştir.119 İslâm dininin özü olması hasebiyle tevhid, Kur’ân-ı

Kerîm’in üzerinde çok durduğu bir kavramdır. Ancak, kelime bu haliyle değil de aynı kökten gelen vâhid, ehad ve vahde halleriyle Kur’an’da geçer. Vâhid kelimesi Kur’an’da 25 defa120, vahde(hû) altı defa121, ehad ise 33 defa122 geçer.

Tevhid akidesinde Vâhid olan Allah, ulviyet ve celâlette tektir, mislinin olmasından münezzehtir.123 Bir başka ifadeyle tevhîd, Allah’tan başka her şeyin

ulûhiyetini nefyetmekle Zât’ının isbâtıdır.124 İslâm inancının merkezinde bulunan

tevhidin mukābilinde şirk vardır ve kişiyi iman dairesinin dışına atar. İslâm âlimleri şirkin affedilmesinin aklen bile caiz olmadığını belirtmişlerdir. Ancak Eş’ârî

118 William Chittick, Varolmanın Boyutları, trc. Turan Koç, İnsan Yay., İstanbul, 2008, s. 282. 119 Muhammed Murtazâ el-Hüseynî ez-Zebîdî, Tâcu’l-arûs min cevâhiri’l-kâmûs, thk. Abdusettar Ahmed Ferrac, et-Turâsu’l-Arabî, Kuveyt, 1965, c.9, s. 266.

120 Muhammed Said Lehham, Mu’cemu’l-müfehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-kerîm, Dâru’l-marife, Beyrut, 2009, s. 947.

121 Lehham, a.g.e., s. 952 122 Lehham, a.g.e., ss.60-61.

123 Ebû Mansur Muhammed el-Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, thk. Bekir Topaloğlu, İSAM yay., İtanbul, 2005, s. 184.

mezhebi aklen câiz olabileceğini kabul etmekle beraber naslarının böyle bir şeyin gerçekleşmeyeceğini haber verdiğini belirtmiştir.125

Tevhid akîdesinin kaynağı Allah’ın Vahdâniyet sıfatıdır. Vahdâniyet, Allahu Teâlâ’nın zât, sıfât ve ef’âlinde bir ve tek olması; eşi, benzeri ve ortağının bulunmaması demektir. Vahdâniyetin zıddı olan taaddüt, birden fazla olmak ve şeriki olmak Allah için imkânsızdır. Mü’min olabilmek için Allah’ın varlığı yanında, O’nun birliğine de inanmak gerekir. Zira tevhid, iman esaslarının ve bütün inançların temelini teşkil eder. Allah birdir ve tektir. Bu bir oluş, sayı yönüyle değil; O’nun Zâtında, sıfâtında ve ef’âlinde eşi ve benzeri olmayışı hasebiyledir. Bu bağlamda tevhid, sadece “Allah birdir” demekle olmaz; Tevhîd-i Hâlıkıyyet ve Tevhîd-i Ma’bûdiyyet ile olur. Tevhîd-i İlmî veya Tevhîd-i Ulûhiyet de denilen Tevhîd-i Hâlıkıyyet, Allah’a vâcib olan kemâl sıfatları ispat etmek ve noksan sıfatlardan O’nu tenzih etmekle olur. Bu Allah’ı ilim ve sözle birlemektir. Tevhîd-i İrâdî veya Amelî de denilen Tevhîd-i Ma’bûdiyet ise, şeriki olmayan, bir ve tek olan Allah’a muhabbet ve ihlas ile ibadet etmeyi, yalnız O’na sığınarak O’ndan yardım beklemeyi, O’na ibadette hiçbir şeyi ortak koşmamayı ifade eder. Bu ise irâde ve amel ile tevhîddir.126

İlk tasavvuf klasiklerinde vahdet-i vücûda dair sarîh bilgiler bulmak imkânsızdır. Her ne kadar bazı sûfîlerin vahdet-i vücûd çağrışımı yapan ifadeleri olsa da, sistematik bir varlık birliği anlayışına rastlayamayız. Ancak, klasiklerde tevhid meselesi, vahdet-i vücûda giriş mahiyetinde karşımıza çıkar. Bu eserlerin müellifleri tevhîdi tek bir hakîkat olarak ele almaktan ziyade onu farklı boyutlarıyla değerlendirmiş, hatta sûfîlerin tevhîd anlayışını müstakil başlıklar altında incelemişlerdir.

İlk örnek olarak Ebû Nasr Serrâc'ın (v. 378/988) el-Lumâ'ını ele alabiliriz. Serrâc bu eserinde tevhîdi müstakil bir başlık altında incelemiştir ancak genellikle sûfîlerin sözleriyle yetinmiştir. Örneğin Cüneyd-i Bağdâdî'den (v. 297/909) şöyle aktarır: "Tevhid, Ehadiyyetinin kemâli ve vahdâniyyetinin tahkîki ile Muvahhad'ı/Birlenen'i tam bir Ferdiyyet ile tanımaktır. Zira O, doğmamış ve

125 Nûreddin es-Sâbûnî, Mâturîdiyye Akāidi (el-Bidâye fî Usûli’d-dîn), trc. Bekir Topaloğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara, 2005, s. 165.

126 Süleyman Toprak ve Şerafettin Gölcük, Kelam: Tarih, Ekoller ve Problemler, Tekin kitabevi, Konya, 2010, ss. 226-227.

doğurulmamış Vâhiddir."127 Tevhîdin farklı boyutlarıyla alakalı Yusuf bin

Hüseyin'den128 (v. 303/915) bir iktibasta bulunur. Ona göre tevhid üç türlüdür: 1-

Avâmın Tevhidi: Hakîkî bir tasdikten uzaklaşma sebebiyle kişinin havf ve reca mücadelesi arasında kalarak ve her türlü şekil, benzerlik, denklik ve zıdlık düşüncelerinden uzaklaşarak gerçekleştirdiği bir vahdâniyyet ile birlemesidir. Gerçek tasdîkin bulunduğu kişi, korku ve ümît mücadelesi arasında kalmaz. 2- Ehl-i Hakāikin Zâhirî Tevhidi: Hakk'ın şahidlerini ve Hakk'a davetin şahidlerini ikame ile mâ-sivâdan kaynaklanan havf ve reca mücadelesini izale ederek, ayrıca zâhir ve bâtında emir ve nehyin ikāme edilmesiyle sebepleri ve eşyayı görmeksizin vahdâniyyeti ikrârdır. 3- Havâssın Tevhidi: Kulun sırrıyla, vecdiyle ve kalbiyle sanki Allah'ın huzurunda kāim olmuş gibi hissetmesidir. Bu seviyedeki kulun üzerinde Hakk’ın idari tasarrufu ve kudreti cârîdir. Bu durumda kul sanki tevhid deryasında nefsinden fâni olmuştur ve Hak ile kāim olması hasebiyle hislerinden uzaklaşmıştır. Serrâc'a göre sûfîlerin tevhid hakîkati için kullandıkları bir lisan daha vardır. O da vâcidlerin lisanıdır. Onların bu meseledeki işaretleri, normal bir fehmetmeden uzaktır, yani sıradan insanlar bu işaretleri fehmedemez. Serrâc bu bu işaretlerden şerhi mümkün olan bazılarını zikredeceğini söyler. Ona göre bu ilim, ehline gizli kalmayan bazı işaret, sembol ve rumuzlardan ibarettir. Bunlar şerh ve tabir edilirse, anlamları kaybolur parlaklıkları söner. Serrâc bu riski göze alarak bu kimselerin sözleriyle eserine devam eder.129

Ebûbekir Kelâbâzî (v. 380/990) de Tevhîd konusunu müstakil bir başlık altında işleyen sûfîlerdendir. Kelâbâzî'ye göre Hak Kendisini hangi sıfatlarla vasıflandırmışsa o sıfatlara, hangi isimlerle adlandırmışsa o isimlere sahiptir. O, Esmâ ve Sıfatlarıyla Kadîmdir, ezelîdir. Hiçbir yönden mahlûkātına benzemez. Zatı, diğer zatlara, sıfatları öbür sıfatlara benzetilemez. Mahlûk olan varlıkların sonradan meydana geldiklerini gösteren hiç bir emare ve işaret O'nda mevcut değildir.

127 Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî, el-Lumâ', thk. Abdülhalim Mahmud, Dârü'l-kütübi'l-hadîs, Mısır, 1960, s.49.

128 Abdurrahman Cami, Yusuf bin Hüseyin’i ikinci tabakadaki velîlerden biri olarak tanıtır. Kendisinin zamanında imam olduğunu ve melâmîliği tercih ettiğini bildirir. Yusuf bin Hüseyin, Zünnûn-ı Mısrî’nin talebesidir ve Ebû Turâb Nahşebî ve Yahya bin Muaz er-Râzî ile sohbeti vardır. Ebû Saîd Harrâzla yol arkadaşlığı etmiş, Cüneyd Bağdâdî’yle mektuplaşmıştır (Câmî, Nefehât, 2014, s. 268).

Sonradan olan şeylerden (ve muhdesattan) evveldir, öncedir. O'ndan başka ezeli varlık ve O'ndan gayri ilah yoktur. O, her şeyden evvel mevcud olan bir varlıktır. O; cisim, madde, şekil, şahıs, cevher, araz değildir. O'nda birleşme, ayrılma, hareket, sükûn, fazlalık, eksiklik yoktur. Bölümlere ve parçalara sahib, alet ve organlara mâlik değildir. Yön ve mekândan münezzehtir. Afet ve musibetler O'na isabet etmez. Uyuklama O'nu tutmaz. Vaktin hükmüne tabi olmaz. İşaretler O'nu belirgin hale ge- tirmez. Mekân O'nu ihtiva etmez. Üzerinden zaman geçmez. Bir şeye dokunmak, bir köşeye çekilmek, bir yere hulûl etmek, girmek O'nun hakkında söz konusu olmaz. O'nu fikirler ihâta etmez, perdeler örtmez, gözler idrak etmez. Kelâbâzî bu ifadelerinden sonra bu konuda diğer sûfîlerin sözlerine yer verir.130

Abdülkerîm Kuşeyrî (v. 465/1072) ise eserinde kendinden öncekilerin Tevhîde dair sözlerini aktarır. Bunlardan sonra kendisi bizzat tevhid konusunu çok güzel bir özetle ifade eder. Kuşeyrî şöyle aktarır: Hiç şüphesiz Allah Teâla mevcuttur, Kadîmdir, Vâhiddir, Hakîmdir, Kādirdir, Alîmdir, Kāhirdir, Rahîmdir, Mürîddir, Semî'dir, Mecîddir, Rafî'dir, Mütekellimdir, Basîrdir, Mütekebbirdir, Kādirdir, Hayy'dır, Ehaddir, Bâkîdir, Sameddir. Bu yaptığı giriş Kelâbâzî'ye benzer bir giriştir. Hakk'ın iki sıfât mesabesinde iki eli vardır. Bunlarla dilediğini yaratır. Zât'ına has sıfatları vardır. Bu sıfatlar O'nun aynıdır denemez; O'ndan gayrıdır da denemez. Bunlar Ezelî sıfatlar ve sermedî vasıflardır. Hak, Zât-ı Ehaddir, yarattığı hiçbir varlığa benzemez; yaratılan hiçbir varlık da O'na benzemez. Cisim, cevher ve araz da değildir. O'nun sıfatları da araz değildir. Hak, zihinlerde tasavvur edilemez, akıl ile (keyfiyeti) takdîr edilemez. O'nun için bir yön ve mekân söz konusu değildir. O'nun üzerinden bir vakit ve zaman geçmez. O'nun vasıflarında bir azalma ve artma olmaz. Onun için bir şekil ve miktar söz konusu değildir. O'nu bir sınır veya hudud inkıtâ'a uğratamaz. Hiçbir hâdis şey O'na hulûl edemez. O'nu bir fiile zorlayan hiçbir sebep yoktur. O'nun için bir renk ve oluş/kevn söz konusu değildir. O'na bir yardım veya mededin faydası dokunamaz. Hiçbir şey O'nun kudreti dışına çıkamaz, hiçbir fıtrat O'nun hükmü dışında kalmaz, bilinen hiçbir şey O'nun ilminden gizli kalmaz. Hakk'ın fiili için "Bunu nasıl yaptı?" denmez. Yaptığı hiçbir iş için "Bunu niçin yaptın?" diye kendisine hesap sorulamaz. O'nun için "Nerede, ne şekilde, nasıl?" türü

sorular sorulmaz. Ne zaman var olduğu veya ne zaman son bulacağı şeklinde sorular sorulamaz, zira O ezelî ve ebedîdir..131

Ali bin Osman Hucvirî (v. 465/1072), diğer tasavvuf kaynaklarından farklı ve vahdet-i vücûdu çağrıştıracak tevhid görüşleri zikretmesi açısından kendisinden daha çok sözedilmeyi hakeden büyük bir mutasavvıftır. Ona göre cevherler, a’râzlar, unsurlar, maddeler, tabiatlar ve cisimler gibi şeylerin tümü ilâhî sırların görülmesine engel olan perdelerdir. Tevhid makāmında bunların herhangi birini var kabul etmek şirktir.132 Ona göre tasavvufun hakîkati, kulun sıfatının fani olmasını gerektirir. Bu

ise, Hakk’ın sıfatının bekāsı ile olur. Tevhid hakîkatine ulaşmış bir kul için herhangi bir sıfat sahih olmaz. Çünkü kulun sıfatı bâkî değildir. O, Hakk’ın mülkü ve fiilidir. Dolayısıyla hakîkatte kul, Hakk’a aittir.133

Hucvirî Ebû Bekir Şiblî’den vahdet-i vücûdla ilişkilendirebileceğimiz önemli bir iktibasta bulunur. Şiblî, “Tasavvuf şirktir, çünkü mâ-sivâdan temizlenmekten söz eder. Mâ-sivâ var mı ki?” der. Şiblî’nin bunları söylemesi, onun mâ-sivâyı yok sayması hasebiyledir. Hucvirî bunu izah ederken, tevhidden başka şeyleri veya mâ- sivâyı görmenin şirk olduğunu belirtir. Gayr ve mâ-sivânın kalpte bir kıymeti olmazsa, kalbi mâ-sivâyı zikretmekten korumaya gerek kalmayacaktır.134 Hucvirî,

şöyle bir değerlendirmede bulunur: Hakk'ın irâde ve ihtiyarında, tevhid sahibinin irâde ve ihtiyarı söz konusu değildir. O olunca bu bulunmaz, Hakk'ın vahdâniyetinde kendini görmez. Çünkü kendisi yakınlık vesilesiyle fenâya ulaşmış ve artık kendisine dahi şuuru kalmamıştır. Kulun üzerinde Hakk'ın ahkâmı, yine O'nun dilediği gibi cereyan eder.135

Hucvirî, Cüneyd-i Bağdâdî’ye ait “Tevhid, kulun Allah’ın huzurunda bir karaltı ve hayalet olmasıdır.” sözünü açıklarken kul üzerinde Allah’ın tedbir ve idarî tasarrufunun cereyan ettiğini belirtir. Bu durumda kul kendinden, halkın kendisini davet etmesinden ve halka icabet etmekten fâni olarak tevhid deryalarının

131 Abdülkerîm bin Hevâzin el-Kuşeyrî, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye, thk. Halil Mansur, Dâru'l-kütübi'l- ilmiyye, Lübnan, 2009, ss. 19-20.

132 Hucvirî, Keşfu'l-mahcûb, s. 83. 133 Hucvirî, a.g.e., s. 117.

134 Hucvirî, a.g.e., s. 118-119. 135 Hucvirî a.g.e., s. 417.

derinliklerine garkolmuştur. Hissi ve hareketi artık yoktur. Zira kulundan yapmasını istediği şeyi artık bizzat Hak yerine getirmektedir. Yani Hakk’ın irâde ve ihtiyarında, kulun irâde ve ihtiyarı kalmaz; Hakk’ın vahdâniyetinde kendini görmez. Çünkü kul, kurb mahallinde fâni olmuş ve hissi de gitmiştir.136

Hucvirî, tevhîde dair görüşlerini şöyle sonlandırır: Tevhîd, "Hak'tan kuluna ulaşan sırlar" ifadesiyle açıklanamaz. Eğer böyle açıklamak mümkün olsaydı, herhangi bir kimse onu yaldızlı ibarelerle süsleyebilirdi. Çünkü ibare ve bu ibareyi seslendiren kişi, ifade ve bu ifadenin sahibi gayrdır, mâ-sivâdır. Tevhidde gayrı isbat ve kabul etmek, şirki isbat ve kabul etmektir. O halde bu, levh ve eğlence haline gelmiş olur. Hâlbuki tevhid sahibi ilâhîdir, lâhî/levh (oyun, eğlence) sahibi değildir.137

Vahdet-i vücûd, tevhide dayanan bir düşünce sistemi olmakla beraber, bazı tasavvufî terimlerden istifade etmiştir. İleride Fergânî’deki kullanımlarını da aktaracağımız bu terimler fenâ, bekā, tecrîd, tefrîd, telvîn, temkin ve cem’u’l-cem’ gibi kavramlardır. Bu kavramların klasik tasavvuf te’lifâtında nasıl işlendiğine kısaca göz atmak yerinde olacaktır.

Vahdet-i vücûd teorisinde fenâ kavramı oldukça önemlidir. Vücûdda sadece Hakk'ı müşâhede edebilme için bir fenâ hâlinin, daha doğrusu Hak'ta fânî olma hâlinin yaşanması lâzımdır. Uludağ'a göre bu iki kavram; tasavvufun en nazik, hassas ve ince meseleleridir. Tasavvuf ilminde Ebû Saîd Harrâz ile yeni bir fenâ ve bekā anlayışı neş'et etmiştir. Bu anlayış sonraki dönemlerde mutedil sûfîlerce devam ettirilmiş, hatta zâhir ulemâsının sert eleştirilerine maruz kalmamıştır. Ancak Uludağ'a göre bu anlayışın aşırı bir şekli olarak ittihad ve hulûl fikri doğmuştur. Ona göre vahdet-i vücûdun tohumları ittihadda ve hulûlde mevcuttur.138 Serrâc'a göre

fenâ, evvela nefsin mezmûm sıfatlarının izâlesidir. Bekā, bu hâlin devamıdır. Sâlik fenâya ulaşınca, kendi kendine değil de Allah ile kāim olduğunu idrâk ederek kendini görmemeye başlar. Bekā ise, kulun bu idrâkte dâim olmasıdır.139 Kuşeyrî'nin fenâyı

ele alış şekli seleflerine benzer ancak biraz daha mesele ayrıntı kazanmıştır. Ona göre

136 Hucvirî, Keşfu'l-mahcûb, s. 416-417. 137 Hucvirî, a.g.e., s. 420.

138 Süleyman Uludağ, Hakîkat Bilgisi (Keşfü'l-mahcûb Tercümesi), s. 371 (14. Dipnot). 139 Serrâc, el-Lumâ', s. 334.

"kul nefsinden ve halktan fânî oldu" denirse, kulun bunlara karşı şuuru yok olmuş demektir. Her ne kadar kendi nefsi veya halk var ise de, o bunlardan gaflet içerisindedir. Kuşeyrî, Hz. Yûsuf'un güzelliği karşısında kendilerini kaybeden kadınların fenâsını zikrederek nazarlarımızı Hakk'ın azamet ve kudretinin müşâhedesi neticesi olarak ortaya çıkacak fenâya celbeder. Kul, mezmûm sıfatlardan fânî olup da fenâya ulaştıktan sonra bir üst boyuta geçer ve fenâsından da fânî olur. Buna da fenâ fi'l-fenâ denir. Fenâdan sonra kul bekāya ulaşır, yani Hakk'ın sıfatları ile bâkî olur ve yalnız O'nun tecellîlerini müşâhede eder. Cehâletten fenâya ulaşırsa, ilm ile bâkî olur. Dünyaya rağbetten fenâya ulaşırsa, zühd ile bekā sahibi olur. Kendi irâde ve isteklerinden fânî olursa, Hakk'ın irâde ve meşîetiyle bekāya ulaşır.140

Hucvirî, fenâ ve bekā meselesini Harrâziye ekolüne atfederek işler. Eğer fenâ ile kastedilen fenâ-yı ayn, yani bir şeyin bizâtihî yok olması ise bu Hucvirî’ye göre zaten imkânsızdır. Eğer kastedilen fenâ-yı vasf ise, Hucvirî’ye göre diğer bir sıfatın bekāsı ile bir sıfatın fenâsı caizdir. Çünkü burada her iki sıfat da kula havale edilmiş ve bağlanmıştır. Bir kimsenin başkasına ait olan sıfatla kāim olması ise imkânsızdır.141

Vahdet-i vücûd açısından önem taşıyan bir diğer kavram mahvdır. Serrâc'a göre mahv, bir şeyden hiç bir eser kalmayacak şekilde o şeyin yok olmasıdır. Ebu'l- hüseyn Nûrî'den şöyle bir söz aktarır: Âvam ve Havass, henüz yokluğa ulaşmamışlardır, zira ubûdiyet gömleği içindedirler. Ancak Hak, havassu'l-havassı Zât'ına cezbeder; onların ef'âl ve nefislerini mahv ederek Kendisiyle var eder.142

Kuşeyrî'ye göre mahv, adetleri yok etmektir ve bunun mukabilinde ibâdetleri eda etmek olan isbât vardır. Mezmûm sıfat ve fiilleri terketmek mahv, bunları güzelleriyle tebdîl etmek de isbâttır. Kuşeyrî isim vermeden şöyle bir rivâyette bulunur: Hak âriflerin kalbinde zikrullah dışında her şeyi mahv etmiştir, müridlerin dilinde ise zikrini isbât etmiştir. Kuşeyrî'ye göre fenâ mahvdan üstündür zira mahv hâlinde kuldan eser kalabilir. Fenâda ise Hak dışında hiç bir şey kalmaz.143

140 Kuşeyrî, Risâle, ss. 201-202.

141 Hucvirî, Keşfu'l-mahcûb, ss. 365-368. 142 Serrâc, el-Lumâ', s. 347.

Üzerinde durulması gereken kavramlardan ikisi, tecrîd ve tefrîd kavramlarıdır. Kulun kalbinden, insan olmasından kaynaklanan kir ve pas temizlenirse bu durum Serrâc'a göre tecrîddir. Tefrîd ise sâlikin yaptığı işlerde fâil olarak kendisini görmemesi ve tevhîdde yalnız başına kalması demektir. Sûfîlere göre tevhîd ehli çoktur ama tefrîd ehli az sayıdadır.144 Kuşeyrî ve Hucvirî’nin

müstakil başlıklar altında incelemediği bu kavramlara Sühreverdî hâller bölümünde bir başlık ayırmıştır. Ona göre sâlikin hâli tecrîd ve tefrîd ise, yaptığı işlerden bir beklentisi söz konusu olmaz. O, yaptığı şeyleri dünya veya ahirette alacağı bir mükâfât için yapmaz. Ancak Allah’ın azametine dair mükâşefe ettiği hakîkatler sayesinde sadece O’nun için ubudiyet ve teslimiyette bulunur. Tefrid, sâlikin, yaptığı hayırlı bir işte özne olarak kendisini görmemesi ve bunun Hak’tan gelen bir nimet olduğunun farkında olmasıdır. Özetle tecrîd Allah’tan başkasını, tefrîd ise nefsi görmeyi engeller.145

Telvîn ve temkin de vahdet-i vücûd teorisyenler tarafından müracaat edilen iki kavramdır. Kuşeyrî'ye göre sâlik, seyr-i sulûk yaptığı müddetçe telvînden hâlî olamaz. Zira bir hâlden diğerine geçer. Maksûduna ulaşınca da temkin sahibi olur ve istikrar kazanır. Telvîn sahibi manen yükselip derece kazanmaya devam eder. Temkin sahibi ise Hakk'a vâsıl olup maiyyet kazanmıştır. Kendine ait bütün beşerî his ve duygularının yok olması bunun göstergesidir. Bu meselede de karşımıza Hz. Yûsuf'un kıssası çıkar. Kuşeyrî üstâdı Ebû Ali Dekkāk'tan şöyle rivâyet eder: Hz. Yûsuf'u gören kadınların hallerinde bir değişme olmuş, acıyı hissetmemişlerdir ve bu telvîndir. Hükümdarın karısı olan Züleyha'da ise herhangi bir hal değişikliği tezâhür etmemiştir ki bu etkilenmeme de temkindir. Zira o, Hz. Yûsuf'u görerek telvînden temkine geçmişti.146 Sühreverdî’ye göre telvîn, hâl sahiplerine ait bir sıfattır. Zira hâl

ehli kalp perdeleri altındadır. Kalplerin sıfatlara geçmesi söz konusudur. Sıfatların ise pek çok vecihleri vardır. Her bir sıfat için kalpte değişmeler olur ve muhtelif hâller söz konusu olur. Bu şekilde kalbindeki hâllere takılan bir sâlik, sıfatların tecellîsinden öteye geçemez. Temkin ehli ise hâllere takılmadıkları için kalp

144 Serrâc, el-Lumâ', s. 341.

145 Sühreverdî, Avârifu'l-maârif, thk: Muhammed Mahmud Mustafa ve diğerleri, Mektebetü’l- Mekkiyye, 2001. s. 897.

perdeleri altında kalmazlar, hatta onlar kalp perdelerinden kurtulmuşlardır. Ruhları ise Nûr-i İlâhî’ye ulaşmışlardır. Hak için bir değişme söz konusu olmadığından telvîn de söz konusu olamaz.147

Vahdet-i vücûd için en önemli kavramlardan biri cem’u’l-cem’dir. Kuşeyrî’ye göre cem'u'l-cem', Hakk'ın saltanatında yok olmak ve mâ-sivâya taalluk edecek şuuru kaybetmektir. Cem'u'l-cem' hâlinde sâlik, ilâhî tecellî ve saltanatın istilâsı ile mâ- sivâdan gafil olur; hatta kendi nefsinden dahî habersizdir. Bu durumda ancak Hakk'ın varlığı söz konusudur.148 Hucvirî cem'u'l-cem' meselesini anlatmaya Mekke’de bir

sene boyunca Kâbe’ye mücâvir olarak yaşamış bir dervişten bahsederek başlar. Rivâyete göre bu derviş himmetini Kâbe’yi müşâhede etmede yoğunlaştırdığı için bir sene boyunca ne bir şey yiyip içmişti, ne uyumuştu, ne de taharete çıkmıştı. Rivâyetin bu kısmının sıhhatini bir kenara bırakarak Hucvirî’nin yorumlarına bakmakta fayda vardır. Ona göre Hak, Kâbe’yi kendine izâfe ettiği için, dervişin bedeninin gıdası ve ruhunun su kaynağı Kâbe olmuştu. Allah, tek bir cevher olan Zât’ına dönük muhabbetin mayasını parçalara ayırmış ve velî kullarına birer parça lütfetmiştir. Bu sayede insanlık zırhı, tabiat elbisesi, mizâc örtüsü ve ruh hicâbı bu kişiden çıkarılmıştır. Bu şekilde kişiye lütfettiği muhabbet parçasını, Kendi kudreti ile Kendi sıfatına dönüştürmüştür. Hucvirî burada tartışmalı sayılabilecek ve vahdet-i vücûdu çağrıştıracak görüşler serdeder. Ona göre bahsettiği bu âşık kişinin tümü, mahbubun tümü haline gelir; hareketleri ve bütün anları mahbubunun şartlarını alır. Hucvirî bu duruma cem’ denmesinin sebebini bu şekilde açıklar ve Hallâc’tan oldukça tartışmalı bir şiir aktarır:

Mevlâm! Rabbim! Emrine âmâdeyim, buyur!

Ey benim maksâdım ve mânâm, emrindeyim, fermân buyur! Ey zâtı, vücûdumun aynısı ve himmetimin müntehâsı! Ey benim konuşmam, işaretlerim ve ihbârım!

Ey tümü tümüm, işitmem ve görmem! Ey bütünüm, bölümlerim, parçalarım!149

Ulûhiyet anlayışın ters görünen bu ifadeleri te’vîl sadedinde Hucvirî, vasıfları iğreti olan kimsenin varlığının mevcudiyetinden bahsetmesinin onun için ar (utanç

147 Sühreverdî, Avârif, s. 902. 148 Kuşeyrî, Risâle, s. 198.

vesilesi) olacağını, iki cihana ilgi duymasının ve iltifat etmesinin ise zünnar150

olacağını ifade eder. Bu kişinin himmetindeki varlıkların tümü ona hor ve hakir gelir.