• Sonuç bulunamadı

1.3. Fergânî’nin Tasavvuf Tarihindeki Yeri ve Tesirleri

1.3.2. Tevhidden Vahdet-i Vücûda Geçiş

1.3.2.2. Gazzâlî ve İbn Berrecan

Gazzâlî'nin eserlerinde vahdet-i vücûdu çağrıştıracak pek çok ifade vardır. Gazzâlî eserlerinde hem klasik tevhid anlayışını anlatır, hem de vahdet-i vücûdu ifade eden görüşlere yer verir.

160 Mian Muhammed Şerif, İslâm Düşüncesi Tarihi, ed. Mustafa Armağan ve Erhan Güngör, İnsan Yay., İstanbul, 2014, c. 1, ss. 580-581.

Öncelikle Gazzâlî, insanların tevhid konusunda yanıldıklarını belirtir. Ona göre Tevhîd ilmi, özünde Hakk'ın birliğini bütün kemâl sıfatlarıyla bilmenin ünvanıdır. Ancak sonradan meselenin bu özden uzaklaştığını savunur. Bu uzaklaşmanın neticesi olarak tevhid, Kelâm ilmini bilen, cidâl tarzı tartışmalarda mâhir olan, rakibini cevap veremeyecek duruma düşürmek için sualler soran, rakibinin delillerini bâtıl hale getiren, insanların zihinlerine şüphe atacak sorular soran, rakibi susturacak karşı deliller bulup onu saf dışı eden sanatçıların vasfı olmuştur. Gazzâlî tevhîdi şöyle tanımlar: "Vasıta ve sebepleri gözardı ederek her şeyi Allah'tan bilmek". Bu doğrultuda tevhid ehli, hayrı ve şerri Allah'tan bilir, bunları Allah’ın yarattığına inanır.162

Gazzâlî'ye göre tevhidin dışında iki koruyucu kabuk vardır. İnsanlar bu kabuklara aldanıp, içerdeki özü unutmuşlardır. Birinci kabuk yalnız lisan ile "Lâ ilâhe illallah" demektir ve tevhîd diye isimlendirilmiştir. Bu ifadeyle Hıristiyanların Teslîs inancı bâtıl olur. Ancak bu ifadeyi −kalben kabul etmeksizin− dil ile söyleyen münafıklar vardır. İkinci kabuk ise, dil ile söylenen bu tevhîd kelimesini kalbin inkâr etmemesidir. Kalbin bu zâhirî tasdîki, halkın tevhididir ve Kelâmcılar bu ikinci kabuğu bid'atçıların saldırısından koruyabilmişlerdir. Bu iki kabuğun içerisindeki öz ise, her şeyi Allah'tan bilmek, hiç bir şeyi O'na ortak koşmaksızın Allah'a kulluk etmektir. Gazzâlî'ye göre nefsinin arzularına tabi olan insan bu mânâda bir tevhide ulaşamaz. 163 Dolayısıyla bu kişi, “Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi

katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” âyetine164 binaen hevâsını ilâh

edinmiş olur.

Vahdet-i vücûdun ön hazırlığı sayabileceğimiz Gazzâlî'nin tevhid anlayışı eserlerinin farklı yerlerine serpiştirilmiştir. Bunların bazılarını burada aktarmada fayda vardır. Gazzâlî’ye göre kişi ancak Allah’a dost olarak ve O’nun marifetine ulaşarak ölürse kurtuluşa erebilir ki bunun için basiret nuruyla nazar etmek gerekir.

162 Gazzâlî, İhyâ,, c.1, s. 33. 163 Gazzâlî, a.g.e., c. 1, s. 33. 164 Câsiye 45/23.

Allah aşkını ve O’na karşı ünsiyeti elde etmek için kul daima Allah’ı zikretmeli ve zikrinde dâim olmalıdır. Mârifete ulaşmak için ise kul, etrafında cereyan eden ilâhî fiilleri ve Allah’ın sıfatlarını tefekkür etmelidir. Gazzâlî tam da burada Hakk’ın varlığının asıl varlık olduğuna dair görüşünü zikreder. Ona göre varlık âleminde, Allah’tan ve şuûn ve ef’âlinden başka bir şey yoktur.165

Gazzâlî’ye göre imanın temelini tevhid oluşturur. Tevhîd, Allah’tan başkası için kulluk etmemektir. “Hevâsını kendine tanrı edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?”166 âyetine telmihte bulunarak hevâsının peşinden koşanların

zamanla onu mabud ittihaz edeceklerini belirtir. Gazzâlî’ye göre böyle birinin tevhidi hakîkî değil, lügavîdir.167 İmanın böyle sûrî değil de hakîkî ve keşfî olması, Allah’ın

nuruyla aydınlattığı sinelerde olur. Böyle bir imana sahip mümin için varlık olduğu gibi keşfolunur. Neticede bu mümin, varlığın tümüyle Allahâ râcî olduğunu müşâhede eder. Gazzâlî yine burada varlık görüşünü ortaya koyar: Varlık âleminde ancak Allah, ef’âli ve sıfâtı vardır.168

Gazzâlî böyle bir tevhidi “saf tevhid” olarak niteler. Böyle bir muvahhid, Allah’ın hem şükreden hem şükredilen, hem seven hem sevilen olduğunu bilir. Bu kişi artık bilir ki vücûdda Allah’tan başkası yoktur, O’nun Zât’ı hariç her şey helâk olucudur, bu helâk oluculuk için bir zaman, özellikle de gelecek zaman söz konusu değildir. Her şey, ezelden ebede kadar helâk olucudur. Gazzâlî’ye göre bir şeye gayr diyebilmemiz için o şeyin müstakil bir vücûdu olmalıdır. Hâlbuki mâ-sivânın müstakil bir varlığı yoktur. Allah ise Nefsiyle kāimdir, varlığı hiçbir şeye istinâd etmez. Dolayısıyla Allah nefsiyle kāim olan Kayyum’dur ve her şey O’nunla kāimdir.169

Gazzâlî meseleye Allah’ın kuluna olan muhabbetini işlerken de değinir. Ona göre kulun Allah’ı sevmesi mecâzî değil, hakîkîdir. Muhabbet, nefsin kendisine uygun bir şeye meyletmesinden ibarettir. Aşk ise, bu meyildeki aşırılıktır. Gazzâlî muhabbetin güzellik ve iyiliğe meyil olduğunu, bu ikisinin bazen biyolojik gözle, 165 Gazzâlî, İhyâ., c. 1, s.330. 166 Furkān 25/43. 167 Gazzâlî, a.g.e., c. 4, s. 26. 168 Gazzâlî, a.g.e., c. 4, s. 27. 169 Gazzâlî, a.g.e., c. 4, s. 86.

bazen de kalp gözü olan basiretle idrak edildiğini bildirir. Kulun sevgisi, bunlara tabidir, hem gözle görünene meyledebilir, hem de basiretle idrâk edilene. Gazzâlî’ye göre bunlar Allah için söz konusu olamaz. Bir isim, hem Allah’a, hem de Allah’tan başka bir varlığa ıtlak olunursa, bu ismi aynı mânâda düşünemeyiz. Hatta ona göre isimlerin iştirâk açısından en geneli olan Vücûd ismi bile, Hâlık ve mahlûk için aynı mânâda kullanılamaz. Zira mahlûkātın sözde vücûdu, Hâlık’ın vücûdu ile var olabilir, yani kendiliğinden vücûdları/varlıkları var olamaz. Gazzâlî’nin ifadesiyle tâbî olan, metbû olana hiçbir şekilde denk olamaz. Biraz önce bahsedilen nefsin meyletmesi, nefsin özündeki bir nâkısadan veya ulaşamadığı bir hedeften kaynaklanır. Nefis, bunlara ulaşarak kemâli elde etmeyi ister, elde etme ameliyesinden de lezzet alır. Hâlbuki Allah, her türlü cemâl ve kemâlin sahibidir. Bu yüzden de bir meyil söz konusu olamaz. Haddizatında meyletmek için başkasına/başka bir şeye nazar gereklidir. Oysaki Allah için başkasına/başka bir şeye gayr olarak nazar söz konusu değildir. O’nun nazarı sadece Zât’ına ve ef’âlinedir. Gazzâlî’ye göre O’nun Zât ve ef’âlinden başka bir şey yoktur.170

Gazzâlî, Allah’ın marifetinin künhüne erişilemeyeceğini belirtir. Eğer mahlûkātın marifeti ve ilmi, geniş ve kapsamlı olursa ve bu da Allah’ın ilmine izâfe edilse, mahlûkāta ancak az bir ilmin verildiği ortaya çıkar. Kulun bilmesi gereken şudur: İlâhî hazret, varlıkta ne varsa hepsini kuşatmıştır. Gazzâlî meseleyi yine meşhur görüşüne bağlar: Vücûdda Allah ve ef’âlinden başkası yoktur.171 İlâhî

hazretin her şeyi kapsaması bize vahdet-i vücûd öğretisindeki taayyün-i sânî mertebesini anımsatmaktadır. İleride ayrıntısı geleceği üzere, taayyün-i sânî mertebesinin bir adı da Ulûhiyet hazretidir. Bu mertebede bütün mahlûkātın Allah’ın ilminde manevî bir sûreti vardır ve bunlara a’yân-ı sâbite denir. Bunların varlıkları sadece Allah’ın ilmindedir ve manevidir.

Gazzâlî'nin tevhid anlayışı, Mişkâtü'l-envâr'daki nur sembolizmiyle daha vâzıh ve ayrıntılı işlenir. Gazzâlî bu küçük risâlesinde "Allah göklerin ve yerin nurudur"172 âyetini kendine has bir üslupla tefsir eder ve onun bu tefsiri, vahdet-i

170 Gazzâlî, İhyâ, c. 4, ss. 327-328.

171 Gazzâlî, “İlcâmu’l-avâm an İlmi’l-kelâm”, Resâil içinde, Dâru'l-kütübi'l-ilmiyye, Lübnan, 2011, s.62.

vücûd anlayışının ilk sistematik terennümleri sayılır. Gazzâlî bu âyetin tefsirini yaparken öncelikle nur ve varlık/vücûd arasında bir ilişki kurar. Ona göre gerçek nûr, hem kendisini hem de başkalarını zâhir kılar.173 Gazzâlî'ye göre nurlar için bir tertîb

vardır, bu sıralama ilk menba olan Hakk'a ulaşır ki O da lizâtîhî ve bizâtîhî nurdur. O başkasından nur almaz, bütün nurlar O'ndan nûrunu alarak aydınlanırlar. Dolayısıyla bu ilk Nûr dışındakilere Nûr denmesi mecazîdir, gerçek değildir. Zira bu mecâzî nurlar ışıklarını ilk ve gerçek Nûrdan ödünç alırlar. Gazzâlî bu görüşlerini varlık meselesine bağlarken varlığın nûr, yokluğun ise zulmet olduğu fikrini öne sürer. Ona göre adem zulmetinden/yokluktan daha şiddetli bir zulmet yoktur. Zulmete/karanlığa zulmet denmesinin sebebi nazar karşısında zâhir olmamasındandır. Bunun karşılığında ise vücûd vardır, o da nurdur. Gazzâlî burada vücûdu/varlığı ikiye ayırır: Birincisi bizâthî var olan, ikincisi vücûdu başkasından alan. Başkasının vücûduyla var olanın vücûdu müsteardır, kāim-bi-nefsihî değildir. Hak ise, varlığında hiç bir şeye muhtaç değildir, yani kāim bi-nefsihîdir. O halde, nasıl hakîkî nur Hak ise, gerçek mevcûd/vücûd da O'dur. İşte bu hakîkat ile arifler mecaz çukurundan hakîkatin zirvesine terakkî etmişler ve miraçlarını kemâle erdirmişlerdir. Aynî bir müşâhede ile vücûdda Allah'tan başka bir şey olmadığını ve O'nun vechinden başka her şeyin helak olucu olduğunu görmüşlerdir.174 Gelenbevî’ye göre bu kişiler, şek ve

şüphelerden hâli olmayan düşünce yoluyla değil, bedâhet yoluyla müşâhedeye ulaşan sûfîlerdir. Bedâhet yoluyla müşâhedeye ulaşma neticesinde, Allah’tan başka hakîkî varlık olmadığı görülür. Mükinâta mevcûd denilmesi, mazhariyet açısından mecazdır.175 Gazzâlî'nin ifadelerinden anladığımıza göre vücûd kavramı ancak Hak

için düşünülebilir, zira o kāim-bi-nefsihîdir; varlığı Kendindendir ve varlığı için asla başkasına ihtiyaç duymaz. O'nun dışındaki varlıkların vücûdu kendilerinden kaynaklanmaz, var olabilmeleri için başkasına / Hakk'a ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla onlar için vücûd kelimesinin kullanımı ancak mecâzîdir. Gazzâlî’nin bu görüşleri vahdet-i vücûdu benimseyen sûfîler tarafından aynen kabul görmüştür. Bu sûfîler, Hak’tan başka her şeyin varlığını/vücûdunu ârî/ödünç görmüşler, dolayısıyla

173 Gazzâlî, “Mişkâtü'l-envâr”, Resâil içinde, Dâru'l-kütübi'l-ilmiyye, Lübnan, 2011, s. 9. 174 Gazzâlî, Mişkât, s. 11.

mevcûdâta vücûd ünvanını lâyık görmemişlerdir. Kılıç’ın da belirttiği gibi vâcib ve mümkin vücûd ayrımı, dîk-i elfâzdan kaynaklanan bir kullanım şeklidir.176

Gazzâlî’de varlık mertebelerine işaret eden ifadelere de rastlamaktayız. Ona göre Hakk’ın Hz. Âdem’i Rahmân’ın sûreti üzere yaratmasında bir rahmet vardır. Eğer bu rahmet olmasaydı, insanın Rabb’inin marifetine ulaşması imkânsız olurdu. Gazzâlî bu bağlamda “Nefsini bilen Rabbi’ni bilir” sözünü hatırlatır. Ayrıca “Allah’ın sûreti” değil de “Rahmân’ın sûreti” denilmesi de bu rahmeti te’kîd eder. Zira Gazzâlî’ye göre Hakk’ın ilahlığı, rahmeti, melikliği, rububiyeti birbirinden farklı mânâlar taşır. Nâs sûresinde177 bize öğretilen istiâzede de bu sırayı gözetmemiz

vurgulanır: De ki: ‘Sığınırım insanların Rabbine, melikine, ilâhına..’178 Gazzâlî bu

ifadeleriyle Allah’ın Rab’liğinin, Melik’liğinin ve İlah’lığının birbirinden farklı kavramlar olduğunu ve her birinin farklı mertebeleri temsil ettiğini belirtir. Ancak eserinde, bu konuya girmenin çok uzun olacağı gerekçesiyle daha fazla ayrıntıya girmez.179

Vahdet-i vücûdu görüşleriyle etkileyen sûfîlerden biri de İbn Berrecân’dır. Tam adı Ebû Hakem Abdusselam bin Abdurrahman bin Ebû Ricâl Muhammed bin Abdurrahman el-Lahmî el-İşbilî olan İbn Berrecân, Endülüs’ün önde gelen sûfîlerindendir ve “Endülüs’ün Gazzâlî’si” olarak bilinir. Kur’an ve hadis bilgisi sağlam olan İbn Berrecân Kelâm ve Tasavvuf’ta otorite kabul edilmiştir. Ayrıca tefsirciliğinin yanında Arap Dili ve Edebiyatı’na da vâkıftır. Bu ilimlere ek olarak matematik ve geometriyle de ilgilenmiştir. İbn Berrecân’ın önemli bir özelliği de ele aldığı ilmî bir meseleyi tasavvufa ve ilm-i bâtına tatbik edebilmesidir.180

İbn Berrecân, tasavvufî görüşlerini tevhid etrafında örgüleyen sûfîlerden biridir. Vahdetü’l-kesret tabiri onun sık kullandığı kavramlardan biridir. “O, geceyi,

176 Kılıç, İbn Arabî Düşüncesi’ne Giriş, s. 246. 177 Nâs, 114/1-3.

178 Gazzâlî, Mişkât, ss. 20-21. 179 Gazzâlî, a.g.e., s. 21.

180 Hülya Küçük, Light upon Light in Andalusi Sufism: Abū l-Ḥakam Ibn Barrajān (d.536/1141) and Muḥyī l-Dīn Ibn al-‘Arabī (d.638/1240) as the Evolver of His Hermeneutism”, Zeitschrift Der

Deutschen Morgenlandischen Gesellschaft (ZDMG), Almanya, 2013, Band 163, No: 1, ss. 92-95; José

Bellver, "Al-Ghazali of al-Andalus: Ibn Barrajan, Mahdism, and the Emergence of Learned Sufism on the Iberian Peninsula”, http://www.readperiodicals.com/201310/3283886711.html erişim tarihi: 21.06.2015 (orjinali Journal of the American Oriental Society’de 1 Ekim 2013’te yayınlanmıştır).

gündüzü, güneşi ve ayı yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler.”181 âyetini

tefsir ederken bu âyeti her şeyin Bir’den yaratıldığına delil olarak ele alır ve kesretin bir gün vahdete döneceğini belirtir. Bu iddiasını desteklemek için de “Göklerin ve yerin gaybı (sırrı) yalnız Allah'a aittir. Her iş O'na döndürülür. Öyle ise O'na kulluk et ve O'na dayan! Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir.” âyetini182 zikreder.

Mahlûkātının kesretine rağmen Allah’ın tek olmasını, suyun tek iken çoklu yağmur damlaları şekilde yeryüzüne düşmesine benzetir. İbn Berrecân benzer düşüncelerini “Rabbu’l-âlemîn” ifadesini açıklarken de dile getirir. Âlemîn’in âlemin çoğulu olduğunu, ancak bu çoğulluğun tek bir vücûdu olduğunu ifade eder. Bu tek vücûd, Abd-i küllî veya insan-ı kâmildir. Ona göre insan-ı kâmilde her şey münderictir: mekân, zaman, yön, ruh, eşya, mevcûdât, madum şeyler, yakın ve uzak. İnsan-ı kâmil; ruh, cisimler, mahlûkāt, emr ve kısaca her şeyden öncedir ve âlem-i suğrâdır. Aynı zamanda insan-ı kâmil, Rahmân’ın sûreti üzerine yaratılmıştır.183 İbn

Berrecân’ın kesret ve insan-ı kâmile dair görüşleri, ileride görüleceği üzere, vahdet-i vücûddaki yaklaşımlara esas teşkil etmiş mahiyettedir.

İbn Berrecân’ın kullandığı bir diğer önemli tabir, “el-Hak el-mahluk bihi’s- semâvât ve’l-arz” ifadesidir. “Gökyüzü ve yeryüzünün kendisiyle yaratıldığı Hak” şeklinde tercüme edebileceğimiz bu ifadeyle İbn Berrecân, her şeyde sârî olan İlâhî Hakîkate işaret eder. Ona göre Hak, Allah’a taalluk eden her şeydir: O’nun esmâ ve sıfâtı, söz ve indirdiği kitaplar, kudreti, şe’nleri, emirleri, nehiyleri, yaratması ve mahlûkātı, semâlar ve arz. Zira ona göre Hak her şeydir. Bu aynı zamanda Hakk’ın nurudur ve bu nur, Nûru’l-envâr ve Nûru’l-a’lâ’dır.184

İbn Berrecân, İbn Arabî üzerinde derin tesirler bırakmıştır. Hatta İbn Arabî, Abdülaziz Mehdevî nezâretinde bir grup seçkin talebeyle İbn Berrecân’ın Kitâbu’l-

îzâhi’l-hikme adlı eserini mütalaa etmiştir. İbn Arabî için İbn Berrecân’ın en önemli

kavramlarından birisi, “el-Hak el-mahlûk bihi’s-semâvât ve’l-arz” ifadesidir. İbn Arabî bu terimi “adl” şeklinde kısaltır ve Hakk’ın varlıklara hak ettikleri şeyi vermesi olarak açıklar. Ayrıca İbn Arabî, Abd-i küllî’nin kendi eserindeki karşılığı

181 Enbiyâ 21/33. 182 Hûd 11/123.

183 Küçük, “Light upon Light”, no: 2, ss. 384-385. 184 Küçük, a.g.m., s.385.

olan Abd-i Kâmil’in Hakk’a münacatına yer verir: “Rabbim! Beni bütünüyle nur kıl! Öyle ki her şey bende zâhir olsun ancak ben hiçbir şeyde zâhir olmayayım!” Abd-i kâmil bu ifadeleriyle Hakk’ın varlığında hiçliğe tâlip olmuştur. İbn Arabî’ye göre âlem Hakk’ın kelimeleridir ve kelimeler de onun emridir. O “Ol!” deyince her şey var olur. İbn Arabî’nin bu görüşü de İbn Berrecân’ın görüşüne oldukça yakındır.185