• Sonuç bulunamadı

İKTİSADİ KALKINMA SORUNUNA METODOLOJİK

BİR KATKI; FENOMENOLOJİK

SOSYOLOJİ AÇISINDAN

MÜKELLEF OLGUSU

137 ortaya koyar (West, 2005:161).

İnceleme konusu bakımından var olanların varlığının bilimi, yani ontoloji anlamına gelen fenomenoloji, ontolojik-ontik bakımdan müstesna olan varlığın, yani “dasein”in6 bilimidir. Dasein fenomenolojisi ise hermenötik, yani tefsirdir (Heidegger, 2011:38). Bu tefsire göre fenomenoloji, “kendini gösterenin (kendini kendisi gibi gösterenin) bizatihi kendinden hareketle görünür kılınmasıdır” (Heidegger, 2011:35). Bu duruma göre insan dünyada var olan yani “dasein”7 olarak kavranır ve “ontik” yönüne işaret edilir. Böylece insan “dasein” olarak varlığın ne olduğunu sorabilir (Hühnerfeld, 2002:69).

Heidegger’e göre “sorular bir yanıta giden yollar” (Heidegger, 2001:67) ise günümüzde

“varolan” kelimesiyle esasen ne demek istenildiği cevaplanabilmiş midir? Bu soruya “Hiç de değil. Bu yüzden, varlığın anlamına ilişkin soruyu yeniden sormamız gerek” (Heidegger, 2011:1) diyerek cevap veren Heidegger, yapılması gerekenin varlığın anlamına ilişkin sorunun formüle edilmesi olduğunu söyler. Her soru sorma işlemini bir arama olarak gören Heidegger, var olanı öyleliği ve neden-nasıllığıyla bilmeye çalışır (Heidegger, 2011:4). Bunu yaparken ise varlık sorusunun günümüzde artık unutulduğunu söyler (Heidegger, 2011:1). Öyle ki bunun sebebi Yunanlıların varlığa yönelik giriştikleri yorum denemelerinin zemini üzerinde bir dogma oluşturmuş olmalarıdır. Bundan dolayı varlığın anlamına ilişkin soru sormak gereksiz sayılmış ve hatta böyle bir sorunun mümkünse sorulmaması teşvik edilmiştir (Heidegger, 2011:1).

“Çünkü “varlık” kavramların en tümeli ve en boş olanıdır. Bu yüzden varlık kavramı, her türlü tanımlama girişimine direnmektedir. En tümeli olduğu için tanımlanması olanaksız olan bu kavramın aslında tanımlanmaya ihtiyacı da yoktur. Çünkü herkes bu kavramı sürekli olarak kullanır ve bununla da ne demek istediğini zaten hep bilir. Böylece, Eskiçağ felsefesini bir yandan huzursuzluğa iten diğer yandan da onun devamını sağlayan bu kapalılık, gün gibi açık bir kendiliğinden anlaşılırlığa dönüştürülmüş olmaktadır. Öyle ki, bundan sonra hala varlığa ilişkin soru sormakta diretenler, yöntem hatası işlemekle suçlanır olmuşlardır. (Heidegger, 2011:1-2)”.

Bu üstü örtük gerçekliğin açılması ve anlaşılabilmesi; varlığa içkin olanın ciddi bir şekilde ve biricik olanaklı tarzda bir nelik çözümlenmesiyle (Husserl, 2014:26) gerçekleştirilebilir. Varlık konusunda batı bilim ve paradigmasının temel çerçevesinin şekillenmesinde önemli bir yeri olan Descartes, varolanın kendini bizatihi sahih varlığıyla göstermediğinin farkındadır. Bu nedenle duyularımızın sunduğu her şey ontolojik bakımdan kayda değer değildir (Heidegger, 2011:100). Buna rağmen dünyayı düşünen noktalardan ve matematik yoluyla araştırılabilecek sıkı bir mekanizmadan oluştuğunu düşünen Descartes (Scheler, 2012:99), dünyayı tinsel bir zihin ya da bilinç alanına gizemli bir biçimde bağlanan ve yer kaplayan maddi cisimlerin mekanistik bir alanı olarak tasarlar (West, 2005:164).

Kıta Avrupası bilimsel düşünce geleneği çerçevesinde Descartes ve Comte gibi isimlerinde desteklediği ve içinde bulunduğu doğa bilimlerinin nüfuzu öylesine etkili olmuştur ki, bilim ve doğa bilimi kavramları özdeş sayılmıştır. Hatta 19. Yüzyılda Comte pozitivizmi tarafından geliştirilen sosyoloji, esaslı olarak doğa bilimleri modeline göre kurulmak istenmiştir.

Öyle ki devamında 20. Yüzyılın çeşitli yapısalcı/işlevselci öğretileri de buna benzer yönde geliştirilmişlerdir. Oysa Vico ile birlikte ortaya çıkan tarih bilinci insanlığın Yeniçağla birlikte gerçekleştirdiği belki de en önemli gelişme niteliğindedir. Böylece bu bilinç insandan, tarihi ve toplumunu tanıma ve bilme süreçlerinde doğalcı (natüralist) ve doğabilimci koşullanmalardan büyük ölçüde sıyrılmasını ister. İnsan dünyası, dıştan (doğadan) nedenlenen bir dünya olmak yerine içten yani kendi iç dinamiği ile kendisini nedenleyen bir dünya olarak kavranmalıdır.

Çünkü insan tarih ve toplumda kendisi için kendisine kurduğu bir dünyada yine ancak kendisine açık olabilen bir anlam dünyasında yaşar. Bu insan doğasını, tarihi, toplumu konu alan bilimlerin farklı bir bilim paradigmasına ve özgül bir yönteme sahip olması gereğini gündeme getirir. Tarih ve toplum, anlamlar (değerler, normlar, ekonomik, politik düzenler ve düzen tasarımları vb.) ile insan eylemleri arasındaki bağıntı temelinde kavranabilir. Böyle bir bilimin temel yöntemi de, insan ürünü olan her şeyi bir anlam eylem bağıntısı içinde kavramamızı sağlayan anlama (verstehen) yöntemi olabilir ve bu yöntemlerle çalışan bilimler, bilgi de ve eylemde insanı yorumlayan varlık olarak hermenötiğin söylemi içinde yer alabilirler (Özlem, 2002: 180-181).

Yazıları ile felsefede Kıta Avrupası geleneğinin gelişiminde önemli bir kavşak noktasını temsil eden Heidegger’ın ilk dönem felsefesi özellikle Jean Paul Sartre’ın eserleri vasıtasıyla varoluşçuluk üzerinde etki yapmıştır (West, 2005: 162)8. Öyle ki, “Varlık ve Zaman” isimli eserinde 6 Heidegger’in insan varoluşu için kullandığı terimdir.

7 “Dasein” baştan itibaren dünya içindeki varlık ve ötekilerle birlikte varlıktır (West, 2005:169).

8 Varlık konusundaki önemli isimlerden biri ise Sören Kierkegaard’dır. Kierkegaard, öznel hakikatte değer bulma yönünde doğrudan bir teşebbüs olarak geçmişe dönüp bakıldığında ilk varoluşçu olarak tanımlanır.

Ancak Kierkegaard’ın öznel hakikatin savunuculuğunu yapması değerli olmakla birlikte Batı ontolojisinden yeterince radikal bir kopuşu gerçekleştiremediği için temelde sınırlı kalmıştır. Aslında Kierkegaard’da tıpkı Dilthey gibi öznel zihin ya da varoluş alanını bilimsel akılla onu atası ontoteolojik metafiziksel düşünüşün

İKTİSADİ KALKINMA

SORUNUNA METODOLOJİK

BİR KATKI; FENOMENOLOJİK

SOSYOLOJİ AÇISINDAN

MÜKELLEF OLGUSU

138

Heidegger, “insanın fenomenolojik hermenötiğinden varlığın temel ontolojisine yönelir.”

(Heidegger, 2001:7). Bunun sebebi Heidegger’ın insanı, varlığa atılmış, varlığa terkedilmiş insan olarak tanımlamasıdır. Çünkü insan hiç (Nichts) içine düşmüş bir nelik’tir (wesen) ve bunu kendisi seçmemiştir (Hühnerfeld, 2002:60). Dolayısıyla fenomenoloji alanında yukarıda ismi geçen filozoflardan temel alınan kişi Heidegger olarak karşımıza çıkar.

Mutlak arayışını ontolojik düzeyde farklı bir istikamet seçmek suretiyle mümkün olacağına inanan Heidegger (West, 2005:164) batının metafiziksel geleneğinin seyri boyunca kaybedilmiş anlam ve vukufların yeniden ele geçirilebilmesi için söz konusu bu geleneğin büyük çarpıklığını gidermek ve bu anlamları yeni baştan keşfetmek gerektiğine inanır. Bu süreçte Heidegger, Husserl’ın batı metafiziğini aşma yönünde batı kültürünün doğalcılığı ve şüpheciliğiyle ilgili düşüncelerinden etkilenmiş ve alternatif bir felsefi yöntem için en yararlı çıkış noktasını fenomenoloji ve hermenötikte bulmuştur (West, 2005:163).

Çünkü tarih ve toplumu yapan ve ona belirlenimini veren insandır. Tarihi ve toplumu belirleyen faktörler kendi duygu, tutku, amaç, değer ve normlarımız, kendi ekonomik, hukuksal, ahlaksal, politik düzen ve düzenlemelerimiz, kendi alçaklıklarımız ve kendi yüceliklerimizdir. Bu durumda kendimize göre kurup yaşadığımız tarih ve toplum dünyasını, edilgin ve belirlenmiş bir hal içinde ilksel nedenleriyle bilme imkân ve yolu açıktır (Özlem, 2002:179-180). Bu yüzden kesin bir biçimde temellenmiş bir felsefe ve çözümleme içerisinde bir hakikat ve rasyonalite yorumunda bulunmaya çalışan aynı zamanda saf ve mutlak bir bilgi arzusu içerisinde olan Husserl (West, 2005:149), fenomenolojik deneyime sahip olmak için doğaya endeksli konumlanmış nesnelerden, bunların çok çeşitli “görünüş tarzlarına” ve “paranteze alınmış”

boyutlarına eğilmek gerektiğini söyler (Küçükalp, 2010:138). Çünkü toplumsal konuların çözümünü doğabiliminden beklemek, hatta herhangi bir problemin çözümü için onun bazı öncüllerinden yararlanmayı tercih etmek bile kısır bir döngüye düşmeye neden olabilir (Husserl, 2014:20-21).

Örneğin bir küpün algısı küpün çeşitli bakış açılarındaki farklılıklara ve içinde bulunulan duruma göre, fiilen görülen “ön taraf” ile görülmeyen ve dolayısıyla göreli olarak “belirsiz” kalan fakat var olan “arka taraf” arasındaki bütün farklılıklara bağlı çoklu ve sentezlenmiş bir yönelimi açığa çıkarır (Küçükalp, 2010:136-137). Dolayısıyla fenomenolojik sosyoloji bir yöntem olarak varlığın çeşitli görünümlerinin farkına varmak ve içinde bulunduğu gerçekliği açığa çıkarmak için bir imkân sağlar. Bu açıdan fenomenolojik sosyolojinin sağladığı imkânı maliye disiplini ve bürokrasisi için kullanmak ve bu alanın yeni ve farklı yönlerini ortaya çıkarmak gerekir.

Vergi ile ilgili olarak yapılacak bu çalışmalar iktisadi anlamda kalkınma sorununa yeni açılımlar sağlayacak ve tartışmaya farklı bir boyut katacaktır.

3. FENOMENOLOJİK SOSYOLOJİ AÇISINDAN MALİYE DİSİPLİNİ VE BÜROKRASİ

Fenomenolojik sosyoloji, insanların kendi toplumsal dünyalarını nasıl oluşturduğu ve sürdürdüğüne dair anlayış ve yorumlara ulaşmak için insanların anlamlı eylemlerini ayrıntılı gözlem yoluyla sistematik olarak analiz etmeye çalışır (Neuman, 2010:131). Bu analizi ise ontolojik bir temele dayanan anlam dünyasını çözümleyerek gerçekleştirir. Böylece bir yöntem olarak bilginin ne’liğini araştırır ve bilimle yaşam dünyası arasındaki bağlantıyı fenomenoloji ile çözümleyip anlamlı bir yapıya kavuşturmaya çalışır. Bilginin ne’liğini irdelerken ise öznel dünyanın nesnel bilgisine ulaşmaya çalışarak varlığın anlamını deşifre eder. Bu aşamada varlığın bilgisi doğabilimlerinin metodolojik belirleyiciliği üzerinden değil de, toplumsal yapının nesnel gerçekliğinin ontolojik sorgulamalar yoluyla yani fenomenolojik yöntem sayesinde çözümlenmelidir. Burada esas olan insanın kendi içselliğinin yani anlamlar dünyası ile eylemleri arasındaki ilişkisinin anlaşılması olmalıdır. Toplumu belirleyen faktörler üzerinden anlamlar dünyasının yorumlanması fenomenolojik sosyolojinin gerekliliğini, dahası insanın sahip olduğu şartları ve gerçekliklerinin anlaşılmasını sağlayacaktır. Bu çerçevede içinde yaşanılan toplumsal yapının insan sayıltısı belirli bir ontolojik temel üzerine şekillenir ve bu temel tüm toplumsal kurumlar üzerinde paradigmal bir yaklaşım olarak kendini gösterir. 19. ve saldırılarından korur ama o bilimin ve metafiziğin kendi bilgi alanlarındaki ontoteolojik temellere tam anlamıyla bir meydan okuyamaz. Heidegger’in terimleriyle ifade edildiğinde Kierkegaard, varlık problemini bütün varoluşsal tamlığı ve karmaşıklığı içinde ele almaz çünkü onun analizi sadece öznel deneyimin egzistansiyel karakteristikleriyle ilgilenir (West, 2005:165). Varlık konusunda anılması gereken bir diğer isimde Alfred Schutz’dur. Schutz ise sağduyunun gündelik hayatla ilgili önkabullerine ilişkin sosyolojik bir araştırma için yaşama-dünyası kavramını benimser. Ama Husserl ve de Dilthey’in düşüncelerinden bazıları, en verimli devam ve gelişimlerini hepsinden önemlisi Heidegger’in ontolojik hermenötiğinde bulur (West, 2005:162). Üçüncü bir isimde Hans George Gadamer’dir. Gadamer’in felsefi hermenötiği ise doğrudan doğruya Heidegger’in felsefesinden çıkar. Bununla birlikte Gadamer, filozof kariyerinde Heidegger gibi varlığın anlamıyla ilgili aşikar ontolojik probleme değil de dil, yorum ve sanat alanlarına ilgi duyar. Buna rağmen Gadamer yine de salt epistemolojik hermenötikten ziyade ontolojik bir hermenötik geliştirir (West, 2005:176).

139 20. Yüzyıl boyunca hakim paradigma olarak doğabilimleri üzerinden yükselen sosyal bilimlerin

içine düştüğü krizlerin temelinde yatan bu çıkmaz, ontolojik olarak yeni bir yaklaşımı, yani fenomenolojik sosyolojiyi ortaya çıkarmıştır. İnsanın toplumsal olaylar, hiyerarşiler, statüler ve yapılanmalar üzerinden tanımları da bunun üzerinden şekillenmekte ve ontolojik konsept üzerinden okunmaktadır. Dolayısıyla maliye disiplini ve bürokrasisinde zikredilen “mükellef”

olgusu da bu ontolojik temel üzerinden şekillenen paradigmal yaklaşımın unsurları yoluyla anlaşılmakta ve tanımlanmaktadır. Doğal olarak mükellef olgusu bu şekilde kendinde içkin olan ne’liği, nasıllığı üzerinden kendi anlam dünyasının anlaşılırlığını ortaya koyamamakta, böylece yetersiz ya da yanlış bir algı ile tanımlamalar ve açıklamalar yapılmaktadır.

Mükellefin hem maliye teorisi hem de bürokratik hiyerarşi içerisinde kurula gelmiş olan (pozitivistik) metodolojik yaklaşım üzerinden muhatap alınması, esasen bir gerçeklikten ziyade bir yanılsama yoluyla işlem görmesine hukuksal, sosyal ve ekonomik rasyonalite bağlamında yetersiz bir zemin üzerinden değerlendirilmesine neden olmaktadır. Hatta üniversitelerin maliye bölümlerinde; teori, uygulama ve mevzuat bağlamında verginin ve mükellefin sosyolojik boyutlarının yeteri kadar farkedil(e)mediği/detaylandırıl(a)madığı görülmektedir. Öyle ki hem dersler bağlamında hem de içerik olarak mükelleflerin ve verginin sosyolojisi üzerine bir ders ve metodolojik bir çabanın yeterli düzeyde olmadığı göze çarpmaktadır.9 Aslında bu yetersizlik fenomenolojik sosyolojinin genelde bilimsel disiplinlerin bağlantısını gösteren yönünün yeteri kadar farkedilememişliğinden, özelde ise maliye disiplininin sosyoloji ile ilişkisinin tam anlamıyla kurulamamış olmasından kaynaklanmaktadır.

Pozitivist ve yapısalcı/işlevselci bilim anlayışlarının görkemli nüfuzu, toplum bilimlerinde hermönetik bakış açısının ve anlama yönteminin tercih edilebilirliğini uzun süre engellemiştir.

Metodolojik açıdan 1960’larda Thomas Kuhn tarafından geliştirilen bilim eleştirisi Anglo-Amerikan bilim dünyasında pozitivist ve yapısalcı/işlevselci toplum bilimlerini önemli derecede etkilemiştir. Öyle ki bu durum daha önce Comte sosyolojisine karşı oluşan gelişmeler neticesinde ortaya Weber’in anlayıcı sosyolojisinin çıkmasını sağlamıştı. Yaşanan bu krizden sonra 1970’lerde sosyal bilimler alanında ikinci bir kriz daha yaşandı. Bu defa Gouldner’in “Batı Sosyolojisinin Krizi” (1970) adlı kitabıyla gündeme getirilen bu yeni krizle Weber’in anlayıcı sosyolojisine ve Dilthey’den sonra Heidegger ve Gadamer ile birlikte yeni bir görünüm de kazanmış olan hermönetiğe özel bir ilgi ortaya çıkmıştır (Özlem, 2002:181-182). Bilimsel anlamda sosyal bilimler alanında ortaya çıkan bu kriz eğilimleri aslında ontolojik mana da bir kırılmaya, varlığa yönelik ortaya çıkan sorgulamaların, soruların yetersiz kaldığı açıklamalarının yerine yeni bir paradigmal yaklaşımın geliştiğine işaret etmektedir. Batıda sosyal bilimler alanında ortaya çıkan bu gelişmeler insana, topluma ve varlığa metodolojik olarak yeni bir bakış açısını getirmiş, pozitivizmin toplumsal alandaki çalışma ve yaklaşımlarında bir kırılmaya yol açmıştır.

Ancak yaşanan bu gelişmeler her ne kadar fenomenolojik sosyolojinin gelişimine katkı sağlasa da akademik manada alan muhafazakârlığı nedeniyle sosyal bilimlerin birçok alanı kendi dar çerçevesine çekilmiş, bilimsel bakış açısı da monolitik bir boyuta indirgenmiştir.

Disiplinlerarası çalışmaların bu nedenle yeteri kadar gelişmemiş olması bir tepki olarak vergi ve sosyoloji disiplinleri arasında yapılan çalışmaların anlaşılmasını ve hakkıyla kavranmasını engellemektedir.