• Sonuç bulunamadı

Hegel, Marx, Lenin ve Trotsky’nin Görüşleri

1.6. Bürokrasiye İlişkin Yaklaşımlar

1.6.1. Hegel, Marx, Lenin ve Trotsky’nin Görüşleri

Hegel en basit ifadeyle “bürokrasi”nin devlet ile sivil toplum arasında köprü görevi gördüğünü savunmuştur. Burada devlet “kamusal-genel yararı” gerçekleştirmekle yükümlü taraf iken, sivil toplum da “özel çıkarlar”ın birbiriyle çatıştığı alan olarak karşıt tarafı oluşturmaktadır. O halde, devlet ile sivil toplum, yani toplumun genel çıkarları ile bireylerin ve grupların özel çıkarları arasında dengeleyici ya da başka bir tabirle uzlaştırıcı bir mekanizma gereklidir. Hegel, devlet ile sivil toplum arasında köprü görevi gören

mekanizmanın bürokrasi olduğunu belirtmiştir. Bu anlamda, bürokratlar her bir bireyin ya da grubun birbiriyle çatışma halinde olan farklı çıkarlarının toplumun genel çıkarlarına dönüştürülmesi sürecinde kilit bir rol üstlenmişlerdir (Eryılmaz, 2002: 22).

Hegel’e göre toplum içinde bireyler çıkarlarını belli grupların üyesi olarak da savunabilirler. Bu gruplaşmalar beraberinde sınıfsal farklılaşmalara de neden olur. Hegel bu sınıfları “çiftçi sınıfı”, “sanayici sınıf” ve “evrensel sınıf” olmak üzere 3’e ayırmış, bu sınıflandırma içerisinde bürokratları “evrensel sınıf” içerisinde toplumun genel çıkarlarının savunucuları olarak özel bir yere koymuştur (Gönenç, 2001: 24).

Hegel’e göre evrensel sınıf yani “bürokratlar” toplumun genel çıkarını ve genel aklını temsil etmektedir. Öyle ki, bürokratlar devlet yönetimi, kamu yönetimi ve hükümet işleri konusunda doğuştan belli becerilere sahiptirler ve eğitilerek o göreve hazırlanmaktadırlar. Bürokratların devleti yönetme konusunda sahip oldukları yetenek ve beceriler diğer sınıfların devleti yönetme konusunda bürokratlarla rekabet edemeyebilecekleri anlamına gelmektedir (Hegel, 1991: 169-171; Gönenç, 2001: 25).

Hegel’in ortaya koyduğu “bürokrasi” görüşü bir bakıma bir sınıf olarak bürokratları - yüklendikleri önemli misyon göz önünde bulundurulduğunda- “erdemli insanlar” olarak görmüştür. Açıktır ki, toplumun genel çıkarları açısından devleti harekete geçiren ve işlevsel hale getiren bürokrasi toplumsal düzenin sağlanabilmesi açısından da önemli bir konuma sahiptir. Ancak, Hegel’in bürokratlara olan olumlu bakış açısı tabi ki toplumsal dengeleri bozmadıkları ve sınırlarını aşmadıkları sürece geçerliliğini koruyacaktır. Netice itibariyle, bürokrasinin rolü devlet ile sivil toplum arasında bir köprü işlevi görmekle sınırlıdır. Ancak, bürokrasi devleti ve sivil toplumu kendi istek ve çıkarlarına göre biçimlendirme kaygısı içerisine düştüğü takdirde bürokratik despotizm sorunu ortaya çıkacaktır.

Hegel’in devlet, sivil toplum ve toplumsal sınıflara ilişkin görüşleri Karl Marx’ın görüşlerini de etkilemiştir. Hegel’in bürokrasinin devlet ile sivil toplum arasında genel çıkarlar ile özel çıkarlar üzerinde köprü vazifesi olduğu fikrini benimsemeyen Marx’a göre, devletin ve dolayısıyla bürokrasinin misyonu burjuva sınıfının proletarya üzerindeki baskı ve sömürüsünü meşrulaştırmak, güçlendirmek ve devamlılığını sağlamaktır. Yani, Marx bürokratların nihai amacının sınıf gözetmeksizin toplumun genel çıkarlarını savunmak değil, burjuva sınıfının çıkarlarını proletaryaya karşı korumak olduğunu iddia etmiştir. O halde, bürokrasi de devlet gibi burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu anlamı ile bürokratlar burjuva sınıfının ideolojisini ve meşruiyetini proletaryaya empoze etmek üzere görevlendirilmiş devlet görevlileridir. Dahası, bürokratlar Hegel’in savunduğu gibi başlı başına bir sınıf olmamakla birlikte, büyük oranda toplumsal statü olarak proletaryaya daha

yakın nitelikler gösteren, ancak rol olarak burjuvanın çıkarlarına hizmet eden toplumsal bir gruptur (Mouzelis, 2001: 21). Netice itibariyle, siyasi iktidar burjuva sınıfının elindedir ve bürokratlar siyasi erkin almış olduğu kararları ve izlediği politikaları uygulamakla yükümlüdürler. Burjuva sınıfı mevcut sömürü düzeninin devamlılığını sağlayabilmek için geniş halk kitleleri üzerinde devletin gücünü, meşruiyetini ve egemenliğini de kullanmak suretiyle sıkı bir kontrol ve tahakküm kurarken, bürokratların sahip olduğu yetenek ve tecrübeler bu süreçte burjuva sınıfı lehine devreye girmektedir. Burjuva sınıfı da bu hizmet karşılığında bürokratlara bazı ayrıcalıklar tanıyarak onları mevcut sistemin devamlılığı yönünde motive eder (Öztekin, 2012: 299). Her ne kadar kendine has çıkarlar geliştirme ve güç dengelerini kendi lehine çevirme gibi bir eğilim içerisinde olsa da, bürokrasinin özel mülkiyeti elinde bulunduran ve üretim sürecinde ortaya çıkan artık değere sahip olan burjuva sınıfı ile rekabete girebilmesi mümkün görünmemektedir.

Marx’a göre devlet belli bir tarihsel gelişim aşamasının geçici bir ürünüdür. Bu geçici aşama burjuva ile proletarya arasında çıkar çatışmalarının en üst düzeyde yaşandığı kapitalist aşamadır. Proletarya devrimi gerçekleştirildikten sonra sosyalist geçiş aşaması tamamlandığında devlet gibi bürokrasi de tamamen ortadan kaldırılacaktır. Başka bir ifadeyle, özel mülkiyetin ortadan kalktığı, artık değerin toplumsallaştırıldığı, sınıf çatışmalarının sona erdiği bir düzende devlete ve bürokrasiye gerek olmayacaktır. Ancak, tarihsel süreç Marx’ın bu öngörüsünün pratikte Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Çin gibi sosyalist ülkelerde gerçekleşmediğini, hatta kimi görüşlere göre gerçekleşmesinin mümkün olamayacağını ortaya koymuştur.

Mouzelis, Karl Marx’ın düşünce dünyasına önemli bir etkisi olan “yabancılaşma” kavramından hareketle Marx’ın bürokrasiye bakışını özgün bir şekilde yorumlamıştır. Öyle ki, fabrikada üretim yapan işçiler nasıl ki kendi ürettikleri ürün ile bağlarını kopararak ona yabancılaşıyorsa, bürokrasi de insanların var ettiği bir mekanizma olarak artık insandan bağımsız onun kontrolü dışında ve ona karşı bir güç haline gelmiştir. Mouzelis bu ilişkiyi şu şekilde açıklamıştır:

Bu felsefi yabancılaşma fikri bürokrasi açısından oldukça önemli bir yere sahiptir. Marx’a göre, bürokrasi halkın çoğunluğu tarafından hayatlarını düzenleyen, kontrol ve kavrayışlarının üzerinde bir yeri olan, karşısında insanların kendilerine yardımsız ve şaşkın hissettikleri tanrısal bir güç gibi soğuk ve esrarengiz bir varlık olarak görülen zalim ve özerk bir güç haline gelir ve elbette, bu durum bürokratın kendi gelecek konumunu esrarlı ve kutsal bir hale getirmek amacıyla yarattığı özel mit ve semboller aracılığıyla teşvik edilir. Bu şekilde bürokrasi kapalı bir dünyaya dönüşür. Bir tür kast içinde dış dünyaya gizli bir husumet duyarak kıskanç bir şekilde kendi sır ve imtiyazlarını muhafaza ederler (Mouzelis, 2001: 22).

Mouzelis’in Marx’ın yabancılaşma düşüncesi ekseninde ortaya koyduğu bu bakış açısı, bürokrasiyi insanın kendi yarattığı, ancak kontrolünü kaybettiği esrarengiz bir canavar olarak betimlemektedir. Sonuç itibariyle, Marx’ın bürokrasiye bakışı Hegel gibi “iyi yönde” ya da “olmazsa olmaz” değildir. Hatta tam tersine, bürokrasi ortadan kaldırılması gereken bir mekanizmadır. Dahası, ideal bürokrasi anlayışının nasıl olması gerektiğini açıklamaya yönelik bir çaba içerisine de girmeyen Marx, onun varlığını geçici ve tarihsel süreç içerisinde yok olmaya mahkum olarak görmüştür.

Marx’ın ortaya koyduğu görüşler, bu fikirleri pratikte uygulama şansına sahip olan Lenin tarafından zamanın ve mekanın gerektirdiği koşullara göre yeniden uyarlanmıştır. Öyle ki, Marx kapitalist aşamadan sosyalist aşamaya geçişi kapitalizmin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan doğal ve kaçınılmaz bir süreç olarak görmüş, devrimin proletaryanın bilinç düzeyi ve dayanışma güdüsünün olgunlaşması ile “kendiliğinden” yaşanacağını savunmuştur. Ancak, Lenin bu sürecin proletaryanın ihtilalle iktidarı ele geçirmesi ile mümkün olabileceğini savunmuş, nitekim 1917 Ekim Devrimi de bu düşünce üzerine şekillenmiştir. Esasen, Marx’ın fikirlerini ortaya koyduğu siyasal, sosyal ve ekonomik yapı ile Rusya’nın o dönemki siyasal, sosyal ve ekonomik yapısı önemli farklılıklar içeriyordu. Bu açıdan bakıldığında, Lenin’in Rusya özelinde, henüz sanayi temelli üretimin olgunlaşmadığı, dahası sınıf olma bilincine erişebilmiş bir işçi sınıfının olmadığı bir ortamda kendine özgü yeni bir düşünce sistematiği ortaya koyduğu görülmektedir.

Bürokrasiye bakışı Marx ile aynı eksende olmasına rağmen, Lenin’in devrim öncesi ve devrim sonrası kendi içinde fikirsel çatışmalar yaşadığı bir gerçektir. Öyle ki, Lenin Ekim Devrimi’nden çok kısa süre önce yazdığı “Devlet ve Devrim” adlı kitabında devrimin ilk görevlerinden birinin bürokrasiye savaş açmak olması gerektiğini savunmuş ve bunun gerçekleşmesi için atılması gereken üç keskin adımı şu şekilde sıralamıştır:

- “Tüm sivil memurların seçilebilir ve sözleşmelerinin derhal feshedilebilir olması, - Memur maaşlarının sıradan bir işçi maaşı düzeyine indirilmesi,

- İyice basitleştirilmiş olan kontrol ve muhasebe işlemlerinin herkes tarafından icra edilebileceği bir yapının oluşturulması (Mouzelis, 2001: 24)”.

Lenin’in Ekim Devrimi’nin hemen öncesinde ortaya koyduğu bu fikirler devrim gerçekleştikten sonra hem Marx’la hem de kendisiyle fikir uyuşmazlığı yaşamasına neden olmuştur. Çünkü, devrimden sonra bürokrasiye karşı savaş açmak bir yana, bürokrasi daha da güçlenmeye ve yaygınlaşmaya başlamıştır. Yine de yaşanan gelişmeler Lenin’i bürokrasiye savaş açma fikrinden vazgeçirmemiş, ancak sorunun çözümünün zamana yayılması gerekliliğine inandırmıştır. Çünkü, Sovyet Rusya’da sosyalizm henüz hantal yapısından

kurtularak olgunluğa ulaşmamış durumdaydı. Lenin uzun vadede artan sanayileşmenin yaratacağı iktisadi gelişme ortamı ile birlikte bürokrasiye karşı yürütülen nihai savaşın kazanılacağını düşünmüştür (Eryılmaz, 2002: 28; Mouzelis, 2001: 25). Ancak, sonraki gelişmeler Lenin’in ortaya koyduğu bu düşüncenin aksi yönünde bir seyir izlemiştir (Çevikbaş, 2014: 89).

Sovyet Rusya’da Ekim Devrimi sonrası Lenin liderliğinde yürütülen mücadele teoride fikirlerin pratikteki gerçekliklerle örtüşmediğini açıkça ortaya koymuştur. Teoride bürokrasinin zayıflaması ve sosyalizm sonrası aşamada tamamen ortadan kaldırılması öngörülmüşken, pratikte tüm sosyalist ülkelerde bürokrasinin daha da güçlendiği görülmüştür. Lenin bu durumu her ne kadar sosyalizmin henüz olgunlaşmaması ve sanayileşme ile birlikte iktisadi gelişiminin henüz yeterli seviyeye ulaşmamış olması ile açıklasa, da uzun vadede iyimser bir duruş ortaya koymuştur. Ancak, Trotsky sorunun kaynağının Lenin’in tespitlerinin de ötesinde sosyalizmin uygulama alanı ile ilgili olduğunu savunmuştur. Öyle ki, Trotsky’e göre Ekim Devrimi tarımsal üretim yönü ağır basan Sovyet Rusya’nın sınırlarını aşıp sanayileşmiş ülkelere yayılmadığı sürece, yani “tek ülkede” değil “enternasyonal düzeyde” proletarya devrimi gerçekleştirilmediği sürece bu tür yapısal sorunlar yaşanmaya devam edecektir. Stalin’in iktidarı sonrası Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin artık kapalı, elit ve baskıcı bir karakter ortaya koyduğunu savunan Trotsky, Lenin gibi bürokrasinin geleceği konusunda iyimserdir. Kısa vadede bürokrasiyi güçlendiren iktisadi gelişmenin uzun vadede bürokrasiyi zayıflatacak bir güç olduğunu, dahası proletaryanın iktisadi ve kültürel gelişimi ile birlikte “sürekli devrim” fikrinin bürokrasiye karşı tabandan bir mücadele başlatacağını savunmuştur (Mouzelis, 2001: 27). Esasen, Trotsky’nin sürekli devrim ile ortaya koyduğu ilk hedef öncelikle Stalin’in dikta rejiminin ortadan kaldırılmasıdır. Bürokrasinin zayıflaması beraberinde bürokrasiye tartışılmaz bir şekilde hakim olan Stalin ve onun proletaryayı baskı altında tutan rejiminin de zayıflaması anlamına gelmektedir.

Trotsky bürokrasiyi Stalin rejiminin aracısı ve tamamlayıcısı olarak görmüş, ancak onun kendine has çıkarlar geliştiren bir sınıf olduğu fikrini reddetmiştir. Öyle ki, ona göre bürokratların iktisadi üretim süreçleri üzerinde doğrudan bir etkilerinin olmaması, yani sadece üretilen ürünün ve gelirin dağıtım sürecinde etkili olması, bürokratları bir sınıf değil sosyal tabaka olarak görmesinin temel gerekçesini oluşturmuştur (Mouzelis, 2001: 27).