• Sonuç bulunamadı

Aristokrasinin Yeni Biçimi Olarak “Demokrasi”

1.6. Bürokrasiye İlişkin Yaklaşımlar

1.6.5. Robert Michels’in Oligarşinin Demir Kanunu

1.6.5.2. Oligarşinin Demir Kanunu

1.6.5.2.1. Aristokrasinin Yeni Biçimi Olarak “Demokrasi”

Michels, Siyasal Partiler eserinde oligarşinin kaçınılmazlığı görüşünü demokrasi ile aristokrasi arasındaki ilişki üzerinden açıklamaya çalışmıştır. Bu ilişkiye göre demokrasi aristokrasiye karşıt olmamakla birlikte, tam tersine aristokrasinin yeni bir biçimidir. Ancak,

aristokrasinin yeni biçimi olarak demokrasi antik ve rijit bir aristokrasi anlayışı yerine (Michels, 2001: 8), diplomatik ve yumuşak (Michels, 2001: 16) bir karakter göstermektedir. Demokrasinin aristokratik köklerini, ya da başka bir ifadeyle aristokrasinin demokrasi üzerindeki etkilerini tarihsel dayanakları ile açıklamaya çalışan Michels, demokrasi- aristokrasi tartışmasına “aristokratik demokrasi mi?” yoksa “demokratik aristokrasi mi?” sorularına cevap aramakla başlamıştır. Birini “demokratik bir biçim olarak aristokrasi”, diğerini de “aristokratik özüyle demokrasi” olarak tanımlayan Michels, iki kavram arasındaki yakın ilişkiyi ortaya koymuştur (Michels, 2001: 13).

Michels her ne kadar Siyasal Partiler eserinde aristokrasi ve demokrasi kavramlarını tanımlamamış olsa da, aristokrasi kavramını yöneten soylu azınlığın yönetilen çoğunluk üzerinde tahakküm kurduğu oligarşik bir yönetim biçimi olarak ele aldığı açıktır. Siyasal Partiler eserinde aristokrasi ile birlikte monarşi, burjuvazizm, bonapartizm, sezarizm, otokrasi kavramları üzerinde duran Michels, demokrasiyi de “oligarşinin kaçınılmazlığı” nedeniyle bu oligarşik yönetim biçimleri ile aynı kategoride ele almıştır. İstisnasız tüm örgütlerde demokrasinin imkansızlığını savunan Michels’in demokrasi kavramına yüklediği anlam, Rousseau’nun “gerçek” ve “ideal” olarak tanımladığı “doğrudan demokrasi” anlayışını referans almıştır. Ona göre (doğrudan) demokrasi örgüt içinde iktidara tüm üyelerin eşit oranda sahip olduğu, üyelerin karar alma ve politika belirleme süreçlerine eşit şekilde katıldığı bir yönetim biçimidir (Michels, 2001: 21-23; May, 1965: 419). Bu açıdan, Michels’e göre “temsili demokrasi” ile “demokrasi” kavramları aynı anlamı ifade etmemektedir.

Michels her ne kadar demokrasi sorununu Siyasal Partiler eserinin belli bölümlerinde ülke ve devlet açısından ele almışsa da, esas tartışma alanı bugünkü anlamıyla “örgüt içi (parti içi) demokrasi”dir. Siyasal Partiler eserinde oligarşinin kaçınılmazlığı görüşünü demokrasi ile aristokrasi arasındaki ilişki üzerinden açıklamaya çalışan ve tartışmayı “siyasi partilerde parti içi demokrasi-oligarşi” zemininde sürdüren Michels’in bu konudaki tavrı kötümser olduğu kadar aynı zamanda nettir: “Demokrasi oligarşiye öncülük eder, dahası demokrasinin özü oligarşidir (Michels, 2001: 6).”

Michels’e göre tarihsel süreçte aristokrasinin yerini demokrasi almış, yöneten azınlığın yönetilen çoğunluk üzerindeki baskı ve sömürüsü aynı şekilde devam etmiştir. Michels, sosyalist/sosyal demokrat partilerde “profesyonel liderliğe” dayalı oligarşik yönetim biçiminin, Antik Roma döneminde sezarizmin, feodal dönemde aristokrasinin, krallıklar döneminde monarşinin, 19. yüzyıl Fransa’sında da bonapartizmin 20. yüzyıldaki karşılığı olduğunu savunmuştur (Michels, 2001: 7,8,120,133). Bu anlamda, tarihsel süreç Pareto’nun “elitlerin dolaşımı” kuramında belirttiği gibi yöneten azınlığın yönetilen çoğunluk üzerindeki

tahakkümü ile devam etmekte, bir dönemin yönetici elitleri koşullar değiştiğinde yerini başka yönetici elitlere bırakmaktadır. Örneğin, kapitalist düzende aristokratların yerini burjuvazi, sosyalist düzende de burjuvazinin yerini proleter elitler alacaktır (Michels, 2001: 225). Bu anlamda, sosyalizmi proletaryanın değil, proleter elitlerin iktidarı ele geçirme mücadelesi olarak ele almak gerekmektedir. Rizzi ve Djilas’ın da belirttiği gibi, sonraki süreçte Sovyet Rusya, Yugoslavya ve Çin gibi sosyalist ülkelerde burjuvazinin yerini proleter elitlerden oluşan yeni bir bürokrasi sınıfının aldığı görülmüştür. Eskiden burjuvazi tarafından sömürülen proletarya, sosyalist sistemde kendi içinden çıkan proleter elitler tarafından sömürülmeye başlanmıştır.

Michels aristokrasi-demokrasi ilişkisini tarihsel bağları ile açıklarken burjuvazinin siyaset alanında bazı aristokratik eğilimlerine dikkat çekmiştir. Ona göre burjuvazi sahip olduğu otoriteyi ve özel mülkiyeti en büyük oğluna devretme ritüeline dayanan aristokrasi geleneğini sürdürme eğilimindedir. Bu geleneğin temelinde aristokratların ailelerinin sahip olduğu toplumsal konumu tüm zamanlar açısından sürdürme arzusu yatmaktadır. Bu konuda Mosca nepotizmin (akraba kayırmacılık) kurumsallaşmasına değinmiş, aristokratın oğlu yoksa bile ailesinin devamlılığı açısından koltuğunu başka bir aile bireyine bırakma isteğine dikkat çekmiştir (Mosca, 1903’den akt. Michels, 2001: 14). Ancak, liberalizm ve demokrasinin yaygınlaşması ile birlikte nepotizm anayasalar tarafından kağıt üzerinde sınırlandırılmış, hatta ortadan kaldırılmıştır. Ancak, Michels toplumun her alanında aristokrasinin kalıntılarının sürdüğüne dikkat çekmiştir. İngilizlerden bağımsızlığını ilan ettikten sonra aristokratik bağlardan koptuğunu düşünen liberal ve demokrat Kuzey Amerika’da ortaya çıkan ayrıcalıklı azınlığın (milyonerler, demiryolu kralları, petrol kralları, sığırcılık kralları vs.) elde ettiği toplumsal ve ekonomik güç, Michels’e göre aristokrasinin varlığını tartışılmaz hale getirmektedir. Dahası, Michels Kuzey Amerika’da kendini Amerikan topraklarına yerleşen ilk ailelerden biri olmakla övünmeyen birilerini bulmanın zorluğuna dikkat çekmiştir. “İlkel cumhuriyetçiler” olarak tanımladığı bu kişiler üzerinde aristokrasinin izlerinin halen devam ettiğini iddia eden Michels, o dönem New York’ta yaşayan ismen Danimarka kökenli ailelerin halen seçkin tabakayı oluşturuyor olmasını aristokratik etkilerin tezahürü olarak açıklamıştır (Michels, 2001: 15).

Michels’e göre Fransız burjuvazisi 17. yüzyılın sonlarında aristokrasi karşısında yükselirken, değişen çevrelerine uyum sağlama konusunda feodal soyluluğun düşünce ve yaşam tarzının büyük oranda etkisinde kalarak onu taklit etmeye başlamıştır. Hatta, devletin hizmetine giren feodal bakış açısına sahip seçkin burjuvalar alelacele soyisimlerini değiştirmişlerdir (Michels, 2001: 15) Michels, kendi yaşadığı dönemde Almanya’da yeni

ortaya çıkan genç Alman burjuvazisinin hızlı bir şekilde eski aristokrasiye hayat vererek feodalleştiğini savunmuş, bu süreci “yeni toplumsal güçlerin eski aristokratik çevreye uyumlaşması” olarak tanımlamıştır (Michels, 2001: 15).

Michels yeni aristokrasi olarak tanımladığı demokrasi ile eski aristokrasi arasındaki en temel farklardan birini şu şekilde açıklamıştır: “Eski rejimde hakim sınıf sürekli olarak kendi kişisel haklarını açık bir şekilde ifade ederken, yeni rejimde daha diplomatik ve daha ihtiyatlı bir tutum söz konusudur (Michels, 2001: 16).” Michels’e göre yeni rejimde hükümet, hükümet karşıtı isyancılar, krallar, siyasal parti liderleri, diktatörler, darbeciler, bağnaz idealistler, bencil menfaatçiler eski aristokrasiden kalma despotik söylemler yerine halk iradesi, halk yönetimi, eşitlik, özgürlük gibi ılımlı demokratik kavramları kullanmayı tercih etmektedirler. Yani, hemen hepsi vermiş oldukları mücadeleyi halk adına, toplum adına yürüttükleri iddiasındadırlar (Michels, 2001: 16).

Michels, iktidarda değilken kitlelere tüm dünyayı zorba azınlığın boyunduruğundan kurtarmayı, eski ve adil olmayan rejimi de adil bir düzen ile değiştirmeyi vaat eden genç sosyalist/sosyal demokrat partilerin, iktidar olsalar bile bunu başarabilmiş olmadıklarını savunmuştur. Ancak, her yeni sınıf kendi ekonomik ve siyasi gücüne karşı herhangi bir tehdit algısı oluştuğunda, “tüm insanlığa özgürlük!” sloganına sıkça başvurmaktadır. Örneğin, Fransız Devrimi’nde soylulara ve ruhban sınıfına karşı büyük bir mücadele içerisine giren genç Fransız burjuvazisi İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi’nde “özgürlük, eşitlik, kardeşlik!” sloganını kullanmıştır (Michels, 2001: 16). Ancak, cumhuriyeti kuran Fransız burjuvazisi demokrasiyi getirmemiştir. Devrimler yapılmış, ancak demokratik bir rejimin kurulduğuna hiçbir zaman şahit olunamamıştır. Bu nedenle Michels, demokrasi ile ilgili kavramların çoğu kez mecazi anlamlar içerdiğini belirtmiş, hatta demokrasi söylemlerini palavra ve demagoji olarak nitelendirmiştir. Yine, Michels’e göre siyasi partiler kendilerini tüm yurttaşlarla işbirliği halindeymiş, herkesin adına ve herkesin iyiliği için mücadele veriyormuş gibi sunmalarına rağmen, gerçekte çoğunluğun çıkarlarına karşı azınlık bir grubun çıkarlarını savunmak için çalışmaktadırlar (Michels, 2001: 16-17). Başka bir ifadeyle, siyasi partiler her ne kadar çoğunluğun çıkarları için mücadele ettiklerini iddia ediyor olsalar da, aslında belli bir azınlığın siyasi iktidarı ele geçirme ya da iktidarını koruma işlevini yerine getirmekten öte gidememektedir. Bu anlamda sosyalist/sosyal demokrat partilerin ortaya koydukları oligarşiye karşı mücadele hedefi söylemden öte bir anlam ifade etmemektedir (Michels, 2001: 13).

Michels, despotizme karşı demokrasinin “halk iradesi” yönünü ortaya koyan halkoylamalarının (serbest seçimler) gerçek anlamı üzerinde de durmuştur. Ona göre

halkoylamaları lider ve çevresindeki yöneten azınlığın sahip olduğu siyasal güç ve otoritenin meşruiyetini sağlayan bir araçtır (Camavitto, 1936: 798). Başka bir ifadeyle, halkoylaması halkın yönetim süreçlerine katılması değil, lider ve çevresindeki yöneten azınlığın güç ve otoritesini “demokrasi maskesi” altında sürdürdüğü bir illüzyon (Michels, 2001: 8,227), demokrasinin geçerliliğinin sağlanması ve oligarşik eğilimlerin önlenmesi bakımından da mecazi bir anlam, bir formaliteyi ifade etmektedir. 19. yüzyıl Fransa’sına hakim olan bonapartizmin halkoylaması ile iktidara geldikten kısa bir süre sonra, yine halkoylaması ile demokrasiyi ortadan kaldırmış olması Michels’in bu görüşünü desteklemektedir. 1848 yılında toplam 7,5 milyon oyun 5,5 milyonunu alarak cumhurbaşkanı seçilen Louis Napolyon, 1851 yılında yapılan halkoylamasında oy sayısını 7,5 milyona çıkarmış, 1852 yılında imparatorluğa geçiş için yapılan halkoylamasında 7,8 milyon oy almıştır (Michels, 2001: 204). Yani, halkoylaması III. Napolyon’un cumhuriyeti yıkarak monarşiye geçişini halk nezdinde meşrulaştırmaktan öteye gidemediği gibi, demokratik bir anlam da ifade etmemiştir. Bu durumu halkın bilinçsizliği ile açıklayan Michels, George Sand’in şu sözüne katılmaktadır: “halkoylaması kitlelerin aklı (bilinci) ile dengelenmediyse, halkın özgürlüğüne yönelik bir saldırıdır (Sand, 1871’den akt. Michels, 2001: 203).”

Halkoylamalarında kusursuz ve işini iyi gören bir bürokrasi talebinin ön plana çıktığını belirten Michels’e göre (2001: 204), kitleler yöntemin demokratik olup olmamasından ziyade, devlet ya da örgüt işlerinin düzenli ve istikrarlı bir şekilde yürümesiyle ilgilenmektedirler. Ona göre, halkın egemenlik hakkının bir ifadesi olan halkoylaması, Fransa örneğinde bir süre sonra sürekli ve dokunulamaz bir tahakküm aracı haline dönüşmüştür (Michels, 2001: 138). III. Napolyon dönemindeki parlamento ve bakanlıklar arasındaki ilişkiyi “sahip ve köle” ilişkisine benzeten Victor Hugo, bu ilişkiyi şu sözlerle açıklamıştır: “Sahip (bakan) imparator tarafından atanırken, köle (parlamento) halk tarafından seçilmektedir (Michels, 2001: 134)”. Michels bu konuda Mosca’nın parlamentarizme ve halk temsiline ilişkin kötümser görüşlerinden etkilenerek şu sonuca varmıştır “seçim biter, kitlelerin seçilenler üzerindeki gücü sona erer (Michels, 2001: 30)”.