• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: ZÂTÎ’NĐN HAYATI, EDEBÎ ŞAHSĐYETĐ, ESERLERĐ

1.1. Hayatı

Zâtî, Balıkesirlidir. Doğum tarihi 1471–1472, vefat ettiği tarih ise 1547–1548 olarak belirtilir (Muallim Naci, 2000: 186).

Asıl adı Sehî ve Latîfî’ye göre “Bahşî”, Âşık Çelebi’nin halk arasında yaygın rivayetten nakletmesine nazaran Satılmış’tan bozularak “Satı” olup bu ismi “Zâtî”

şeklinde mahlas edinmiştir. Kendi ifadesine göre “Đvaz” olup bu da ebced hesabıyla doğum tarihini (876) vermektedir. Gençlik yıllarında Balıkesir’de geçimini çizmecilikle sağlamıştır (Şentürk, 1999: 235).

Ailesi hakkında fazla bilgi yoktur. Doğduğu yer olan Balıkesir’den sonra Bursa, Đznik, Edirne ve Manisa’da bulunduğunu “Letâif”te kaydeder. Bu şehirlerde ne için bulunduğu ve oralarda nelerle uğraştığı hakkında kesin bir bilgi mevcut değildir (Serdaroğlu, 2006: 36–37).

1500 senesi civarlarında Đstanbul’a gelen Zâtî, o sırada kırk yaşlarında idi ve kadı olmak hevesine kapılmıştı. Ancak müptela olduğu sağırlık sebebiyle bu yolda muvaffak olamayacağını anlayıp başka bir işle uğraşmaya başlamıştı. Uzunçarşılı, onun Đstanbul’a geldikten sonra ders gördüğünü, biraz sarf ve nahiv öğrendiğini bildirir (Serdaroğlu, 2006: 37–38).

II. Bayezid’in saltanat yıllarında Đstanbul’a gelen Zâtî şiirde ilerlemek için gerekli bilgileri edinmeye çalıştı. Müneccimzâde’den remil kaidelerini öğrendi ve remmallık onun şairliği yanında ömrü boyunca geçimini sağladığı ikinci mesleği oldu. Bu arada Hadım Ali Paşa’nın dîvân kâtibi Mesîhî ile tanışarak onun vasıtasıyla paşanın himayesine girdi. Ali Paşa vasıtası ile padişaha biri nevruz ve diğeri de bayramlarda olmak üzere yılda üç kaside sunmaya ve zamanın vezir ve bilginlerinin sohbet meclislerine girmeye başladı. Zamanla Hacı Hasanzâde, Hersekzâde ve Tâcizâde’nin ihsanlarına nail oldu (Şentürk, 1999: 235).

Zâtî, hâmileri ile ilgili olarak şunları anlatmaktadır: “Merhum Ali Paşa kıtayı görüp Defterdar’a, Molla Zâtî’ye bir sof verin, diye emretti. Ondan sonra birer sof vermeye başladılar. Vezirlerin toplantılarına gider ve özel sohbetlerine girer oldum. Hersekzâde

de çok merhamet ve mürüvvet ederdi. Genellikle benimle içki sohbeti yapardı. Ben de mansıp hevesinde ve deftere kaydolup bir maaşa bağlanma derdinde olmadığımdan padişahın yıllığı ve Ali Paşa’nın, Hersekzâde’nin her zaman yaptıkları büyük bağışlarla ve kazasker olan Hacı Hasanzâde ve Müeyyedzâde’nin bir sebebe bağlı olmayan lütuflarıyla ve Nişancı Tacizâde Cafer Çelebi’nin beni hiç de bıktırmayan câizeleriyle müreffeh bir hayat sürüyordum. Pîrî Paşa defterdar idi. O da bağışlarda ve cömertlikte onlardan önde gelirdi.” (Kalpaklı, 1999: 6–7).

Sultan Bayezid, kendi isteği üzerine zamanın şairlerinin gönderdikleri gazeller arasında Zâtî’ninkini çok beğenerek ona bir mansıp verilmesini emretmişse de, sağırlığı buna engel olduğundan, kendisine Bursa ve diğer yerlerden otuz akçelik tevliyetler verildi; fakat padişahın şairlere dağıttığı yıllık ve diğer şairlerden elde ettiği gelir daha iyi olduğundan, Đstanbul’daki dostlarını da bırakmama düşüncesiyle buna rağbet etmedi. Hadım Ali Paşa’nın şehâdeti ve taht kavgasıyla geçen karışık yıllar ardından Yavuz’un tahta geçmesi üzerine ona sunduğu bir cülûsiye karşılığında Bursa ve Balıkesir’de iki köyün geliri kendisine bağlandı. Kanunî ve şairleri himaye eden

Đbrahim Paşa devrinde de saraydan fazla bir ilgi göremedi. Kanunî’nin şehzadesi Mehmed sancağa çıkarken kendisine Dîvân’ını sunduysa da beklediğini bulamadı (Şentürk, 1999: 235).

Đbrahim Paşa’nın çevresindeki şairlerden biri de Hayâlî idi. Zâtî, rakibi olan Hayâlî ile hiç geçinememiştir. Zâtî bu konuda Âşık Çelebi’ye şunları anlatmıştır: “Đbrahim Paşa devrinde şair Keşfî’nin kardeşi Hasbî, Đbrahim Paşa’nın gazabına uğrayıp hapsedilmişti. Keşfî’nin ısrarı üzerine ben, Basîrî, Kandî, Keşfî ve diğer bazı şairler, toplanıp Đbrahim Paşa’nın huzuruna çıktık ve Hasbî’nin affını rica ettik. Đbrahim Paşa buna gücendi. Đkinci defa Hayâlî, Kandî’nin şekerci dükkanını taşa tutup şişelerini kırması üzerine tekrar toplanıp Paşa’ya gittik. Bu sefer Paşa iyice gücendi ise de, biz gene evvelce olduğu gibi kasideler veriyor ve câizeler alıyorduk. Bu arada Paşa’nın çok gözdesi ve yetiştirmesi olan Hayâlî, bizim aleyhimize vezir-i âzâma telkinatta bulunmaya başlamış ve kendisini yetiştirdiği için Paşa’yı sevmediğimizi, zahiren kasideler verip dualar ediyorsak da hakikatte ona düşman olduğumuzu söyler dururmuş. Paşa’nın düğünü münasebetiyle yazdığım kasideyi götürüp okuduğum zaman, ‘Kasideyi şöylece söyleyin!’ diye Hayâlî’nin o düğünde padişaha takdim ettiği

kasideden şu beyti okudu: ‘Ne tozlar kim koparmıştır semend-i tab’-ı mevzûnum / Gözüne tûtîyâ eyler Safâhan’da Kemâl anı’ Ben de, böyle değildir, dedim. ‘Ya nasıldır?’ deyince şu beyti okudum: ‘Ne tozlar kim koparmıştır semend-i tab’-ı Zâtî’nin / Gözüne tûtîyâ eyler Safâhan’da Kemâl anı’ Paşa: ‘Ah, şairlerin bu huyları olmasa, rakiplerini yerecek bir şey bulmasalar, tevârüd davası ederler’ dedi. Orada susmalı idim; ama fırsat elime geçmiş iken intikamımı alayım dedim ve: ‘Đçinde bu beyit bulunan kasideyi ben padişah hazretleri tahta geçtikleri zaman yazdım ve

Đskender-i Sâni terkibini tarih düşürdüm. Ayakları toprağına verdiğim bu kaside, aynen padişahımızın hareminde mevcuttur. Hayâlî, bu kasidesini daha dün yazmıştır’ deyince Paşa daha fazla gücendi ve artık bir nasip elde etmek ümidi mahvoldu. Yine remil dökerek maişetimi temine başladım. Đbrahim Paşa vefat edip yerine Ayas Paşa vezir-i âzâm ve Mahmud Çelebi de defterdar olunca yıllık gelirlerimiz kesildi.” (Kalpaklı, 1999: 191–192).

Zâtî’nin Hayâlî ile yıldızı bir türlü barışmamıştı. Önceleri Hayâlî, Zâtî’ye hürmet edip onu üstad bilmişti. Hatta şu matlalı gazelini tahmis etmiş:

N’oldun inlersin felek hercâyi cânânun mı var

Her makâmı seyr eder bir mâh-ı tâbânun mı var (Ak ve Akkaya, 1993: 18).

Zâtî’nin karakteri hakkında Âşık Çelebi oldukça mühim bilgiler vermektedir. Zâtî, sağır idi. Bu sebeple yakınları ve dostları ile rahatça konuşamaz ve bundan zevk almazdı. Fakir olduğundan hayatını kazanmak zorunda idi ve zamanını bunun için harcıyordu. Refah ve huzuru olmadığı gibi bir memuriyeti de yoktu; çünkü şiirden başka bir ilim ve marifete sahip değildi. Bu sebepten halk, ona fazla bir değer vermezdi. Bu ise onu çok mahzun ederdi. Halkın kabul etmesi için gayet iyi şiir söylemek lazımdı. Bu geçim sıkıntısı onu çok düşürmüştü. Hayatının muayyen bir devresinde, 840 tarihinden sonra, sağırlığı ve fakirliği dolayısıyla kimseye yaklaşmaz, büyüklere gidip gelmez, dükkânında müşteri beklerdi (Tarlan, 1967: XIX).

Zâtî, yazıldığına göre Şeyh Vefa tarikatına mensup derviş bir kişiydi (Tercüman 1001 Temel Eser, 1980: 187).

Eserlerinden anlaşıldığı üzere Đslâmî imanı tasavvufa meyilli olan ruhuna bu rıza ve sükûn felsefesinin verdiği tahammül ve sabır onu daha büyük ruh marazlarından

kurtarmış denebilir. Ancak içindeki büyük mücadele hiçbir zaman dinmemişe benzer. Bu ruhî ihtibası ancak şiir yazmak sûretiyle biraz ta’dil edebiliyordu. Şiirdeki büyük muvaffakiyetinin sebeplerinden birisi de bu olsa gerektir. Gençliğindeki külhanbeyliği, ayyaşlığı, zevkperestliği de bir parça kalıba sığmayan yaratılışın taşkınlıkları sayılabilir (Tarlan, 1967: XXI).

Zâtî zamanında Fatih Camii müezzinlerinden biri aynı mahlasla şiir yazarmış. Ona Hallâc Zâtî derlermiş. Zâtî’ye takılır, onu çok incitirmiş. Zâtî, onunla macerasını Âşık Çelebi’ye şöyle anlatmış: “Necâtî merhum Manisa’daki Şehzade Mahmud sarayından Edirne’ye Sultan Bayezid’e bir haber götürmüş, orada padişaha kaside sunarak hil’at ve câize ile taltif edildikten sonra Manisa’ya dönerken Đstanbul’a uğramıştı. Devrin

şairlerinden Revânî, Ferruhî, Mesihî, Şem’î, Ahî ve ben bu fırsattan istifade ederek onunla sohbetler ederdik. Bir sohbette benim şiirlerim okunuyor ve şarap içiliyordu. Bu sırada Hallâc Zâtî geldi. Necâtî merhum, kim olduğunu sordu. Buna da Zâtî derler diye istihza yoluyla methettiler. Necâtî, hayret, dedi. ‘Zâtî dururken bir Zâtî daha zuhur etmek için çok kuvvetli olmak lazımdır. Şiirlerinden oku bakalım.’ dedi. Hallâc Zâtî okudu. Necâtî, onun kudretini ve derecesini anladıktan sonra ‘Bre edebsüz, bu sermaye ile Zâtî’nin karşısına çıkıp onunla boy ölçüşmek senin ne haddine! Eğer padişah âsitânından dönmüş olmasaydım bir mahlasta kudretli bir şair varken bazı küstah ve mukallidlerin onun mahlası ile şiir söylemelerini yasak etmesi için bir kaside yazar takdim ederdim.’ diyerek onu meclisten kovdu” (Tarlan, 1967: XVII-XVIII).

Yaratılıştan şair olan Zâtî, hoşsohbet, hazırcevap, nüktedan mizaca sahip biriydi. Çevresindekiler kendisine nükteli sözler ve şiirler söyletebilmek için onu sık sık tahrik etmeye çalışırlardı (Şentürk, 1999: 235).

Zâtî, çiçek bozuğu, çopur bir yüze sahipmiş. Çirkinliğiyle meşhur Ali Paşa, bir gün huzuruna Zâtî’yi çağırır, bir müddet ona baktıktan sonra çevresindekilere “Zâtî yakışıklı bir zat değilmiş!” der. Bunun üzerine şair, meşhur bir atasözüyle karşılık verir: “Yiğit yiğidin aynasıdır paşam!” (Yardım, 2005: 23).

Bazı kaynaklara göre Zâtî evli bazılarına göre ise değildir. Bununla beraber çocuğu olup olmadığı bilinmemektedir. Âşık Çelebi’ye göre, yakını olarak Cafer adında kendi yetiştirdiği bir kölesi ile iki tane kayınbiraderi oğulları vardır. Đkisini de kendi

şiir yazan ve muamma halleden şair bir kişidir. Diğeri ise kendisi gibi remil döken ve vefk yazan Mahmud Çelebi namlı zattır (Serdaroğlu, 2006: 44).

Zâtî’nin yaşlılık yıllarında postunu Bayezid Camii’nin avlusuna serdiği, küçük bir dükkan kiralayarak burada misk, anber, tesbih, Kur’an, misvak astığı, remil (kum üzerine çizilen nokta ve çizgilere bakarak gelecekten haber verme) döküp fala baktığı, muskalar yazdığı, kadın ve erkek âşıklara para karşılığında gazeller kaleme aldığı, nâmeler döktürdüğü, mektupçuluk yaptığı rivayet edilir. Âşık Çelebi’nin anlatmasına göre şairin bu yıllardan kalan bir hikâyesi şöyledir: “…Bir zamanda Đstanbul’da remmâl idim. Leb-i deryâya seyre vardım. Deryanın mümin gönlü gibi içi sâfî, gamlı gönülleri açmaya dışı kâfî, kızmış bedenlere suyu şifâ idi. Temâşa ederken bir hoş sohbet, şakacı, adı Pîrî, konuşmada yok nazirî, bir gözü akmış bir herif var idi. Beyaz gözü gibi ansızın çıkageldi. Gördü ki, denizi seyrederim, ayıttı: ‘Mevlânâ Zâtî, remilden vazgeçmişsin, suya bakıcılığa başlamışsın.’ Ben de ayıttım ki, remilde insanın kızıl mangır ile gözünü bozardılar, ola ki bunda ak akça ele gire ve hem baklacılık da eylesem gerekir, müşteri bulmaya mı? Çürük baklanın kör alıcısı olur.” Ismarlama, para karşılığında şiirler yazan, remil döküp fala bakan şairin, bir zamanlar döneminin genç şairlerine şiir dersleri verdiğini, aruz kalıplarını öğrettiğini yalnız Âşık Çelebi değil, Sehî, Ahdî, Riyazî gibi tezkireciler de söz konusu etmektedirler. O kadar ki, şairler sultanı Bâkî’nin ilk şiir hocasının Zâtî olduğunu da yine bu tarihçiler yazmaktadırlar. Âşık Çelebi bu konuda şunları yazmıştır: “…devrin ünlü şairlerinden Zâtî, Bayezid Camii avlusunda attar dükkanı açmıştır. Genç şairlere her fırsatta şiir zanaatını, zarafetini anlatıyor, onları teşvik ediyordu. Bâkî, bu ihtiyar şairin yanında, henüz on yedi yaşında bir çırak iken Đstanbul’da herkesin beğendiği bir şair olmuştu.” Dîvân şiirimizin büyük şairlerinden Nef’î de Zâtî ile Bâkî arasındaki bu usta-çırak ilişkisini yergisel bir anlatımla şöyle dile getirmiştir:

Dediler Zâti’ye birkaç gammaz Bâki-i zâğ uğurlar sözünü Dedi ol bülbül-i gülzâr-ı suhân

Besle kargayı çıkarsın gözünü (Uğurlu, 2002: 104–106).

Bâkî’den başka Yahya Bey ve Fazlı gibi şairler de Zâtî’nin bu küçük; fakat ilgi çekici dükkanına gelmeye başlamışlar, hatta bu arada Zâtî’ye yazmış oldukları şiirleri

okumuşlar, onun bu husustaki fikirlerini sormuşlar, o da onlara beğenip beğenmediği tarafları göstermiştir (Alpay, 1961: 130).

Zâtî, öldüğünde parası olmadığı için Âşık Çelebi, Selîkî, Yahya Bey gibi şairlerin yardımıyla defnedilmiştir (Arslan, 2000: 306).

Vefatına şu tarihler düşürülmüştür: Zuhûrî Acem: Eş‘âr kaldı yâdigâr (953) Abdî: Suhanver göçdi (953)

Âşık Çelebi: Gitdi zâl-ı nazm (952) (Ak ve Akkaya, 1993: 19).