• Sonuç bulunamadı

DÎVÂN EDEBĐYATINDA BĐTKĐLER

Edebiyatı oluşturan sanat ve şiir, tabiatla insan arasındaki bağdan doğmaktadır. Mesela romantikler, tabiata kalp gözüyle bakarlar ve orada kalpleri için teselli ararlar. Tabiat onlara göre vahdetin birer nişanesidir. Her yaratılmış vücûd-ı mutlakın bir parçasıdır. Tabiattaki her güzellik ise hüsn-i mutlakın tecellisidir. Dîvân şairi, tabiatı bir ayna olarak kabul eder ve tabiata bakınca insanı, yani kendisini görür. Dîvân şiirinde tabiat tasvir edilirken durgun bir manzara çizilmez, onlarda bilakis hareket ve devamlı sûrette bir devir vardır. Şair tabiata bakarak gördüğü yaratıcısını ondan aldığı feyz ile mısralarına yansıtır ve bu tabiatı güzellikleri ile birlikte sanatı ve şiiriyle bütünleştirir. Dîvân şairine göre tabiat, insan şeklindedir. Mevsimler, çiçekler birer insan görünümüyle kişileştirilerek şiire girer.

Dîvân şairi, tabiatı parça parça değil, bir bütün olarak düşünür. Şairin hayal dünyasına bir bütün olarak giren tabiat şematik bir ifade kazanır ki, bu da bütün tabiat unsurlarının birer sembol haline gelmesi demektir. Örneğin goncanın sadece bir çiçek olma özelliği değil, sevgilinin kapalı ağzı oluşu ve bu yönde sembolleştirilmesi de dikkat çeker. Gonca ilk anlamıyla bir çiçeği, ikinci anlamıyla sevgilinin ağzını, tasavvufî açıdan düşünüldüğünde ise vahdeti ifade eder (Demirel, 2000: VIII–IX).

Đslâmiyet’ten önce göçebe yaşamlarının bir gereği olarak Türkler, daha çok hayvanlarla ilgilenmişler; Đslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra ise yerleşik medeniyete geçmeleriyle orantılı olarak bitkilerle ve çiçeklerle olan münasebetleri artmıştır. Bu iki döneme ait edebî eserlerde bu değişimi çok açık ve net biçimde gözlemlemek mümkündür.

Klâsik Türk şiirinin hüküm sürdüğü dönem, Türklerin yerleşik hayata iyice alıştıkları ve artık geçimlerini hayvancılık yanında büyük oranda tarımdan sağladıkları bir dönemi kapsamaktadır. Ayrıca yerleşik hayatla birlikte çevrenin güzelleştirilmesi çabasıyla bağlantılı olarak estetik amaçlı alışkanlıklar ve gelenekler de iyice yerleşmeye başlamıştır.

Çiçekler, bütün medeniyetlerde olduğu gibi Đslâm medeniyetinde ve bu medeniyetin önemli bir parçası olan Osmanlı-Türk kültüründe de hem somut hem de soyut özellikleriyle dikkat çeken doğal unsurlar arasında yer alırlar.

Bu sürecin sonunda çiçekler, Osmanlı toplumunda çok önemli bir konum kazanmışlardır. Đnsan, hayvan ve yerleşim yeri adlarından gündelik konuşmalara, deyim ve atasözlerine kadar her alanda çiçeklerin bu konumunu fark etmek mümkündür.

“Osmanlı devrinde Türkiye’ye gelen Lady Montagü ve Thomas Allom gibi yabancıların dikkatini çeken gizli çiçek dili, kadın-erkek ilişkilerinin bugünkü kadar kolay olmadığı eski cemiyetimizde halkın haberleşebilmek için bulduğu sevimli yollardan biridir. Lady Montagü, 16 Mart 1718 tarihli mektubunda, Türklerin renk, çiçek, ot, meyve, taş, tüy... akla ne gelirse her şeyin bir manası ve özel bir mısraı bulunduğunu belirttikten sonra şöyle der: ‘Đşte böylece mürekkep kullanmadan küfür, azar, sevgi, dostluk, hatta havadisle dolu mektuplar gönderebiliyorlar.’ Ünlü ressam Thomas Allom da, bu gizli çiçek dilinin varlığını doğrulamıştır. 18. yüzyıl

Đstanbul’unu gravürlerinde yaşatan Allom, portakal çiçeğinin ümit, kadife çiçeğinin ümitsizlik, horozibiğinin değişmezlik, lâlenin ise sadakatsizlik anlamına geldiğini söyler. Allom’a göre, ‘selam’ adı verilen çiçek demetleri de mektup yerine geçer, sayılarına ve çeşitlerine göre, sevgililerin birbirlerine karşı duygularını ifade edermiş.” Dîvân şairleri zaman zaman çiçek kelimesini kullansalar da, bu anlamda genellikle “ezhâr” ve “şükûfe” kelimelerini tercih etmişlerdir. Ayrıca “gonca” ve “gül” kelimelerinin de çiçek karşılığında kullanıldığı olmuştur. Öncelikle bilinmelidir ki, klâsik Türk şiirinde, hemen hemen tüm bitkilerde olduğu gibi çiçekler de gerçekçi, simgesel ve karma olmak üzere üç temel bakış açısıyla değerlendirilmişlerdir ve bu üç açı genellikle birbiriyle iç içe girmiştir. Diğer yandan şu hususun da bilinmesinde yarar vardır ki, bir çiçeğin klâsik Türk şiirinde yer almasında, söz gelimi bir benzerlik unsuru olarak değerlendirilmesinde, başka bir çiçekle ilgili münasebetler de önemli bir işlev görmüştür (Bayram, 2007: 209–211).

Çiçek sevgisi ve çiçek merakı bütün Osmanlı Türklerinde, köylüsünde, kentlisinde ortak ve yaygın bir tutkudur. Bunu, onun bütün hayatında buluyoruz. Evinde, bahçesinde, manilerinde, türkülerinde, şiirlerinde. Çiçek, günümüzde olduğu gibi pek bir ticaret metaı da değildir; mûsikî ve şiir gibi bir sevda işidir. Çiçeklerle ilgili kitaplarda yer tutan yüzlerce adın ne iş yaptıklarına baktığımız zaman, devrin padişahından başlayıp sadrazamlara, vezirlere, kapudân-ı deryâlara, şeyhülislâmlara,

tanınmış bilginlere, tarikat reislerine, şairlere, zanaat ehline, bütün halka kadar sıralandığını görürüz. Bu sevdaya tutulmuş olan insanlar, tıpkı bir kitabın yazarı gibi buldukları, yetiştirdikleri lâle, gül, karanfil, sünbül, zerrîn gibi çiçek adlarıyla ün kazanmışlardır. Onların çiçeklerine özene bezene koydukları adlar, ananın babanın öz çocuğuna koyduğu addan farksızdır. Çocuk nasıl ananın babanın koyduğu adı taşıyorsa çiçek de onu yetiştirenin verdiği adı taşıyıp gitmektedir (Gökyay, 1990: 30).

Dîvân edebiyatında çiçeklerin adlarıyla tanınmış kasideler vardır. Bu çiçekler, redif olarak kasideler boyunca sürer gider. Bunlar, adlarını taşıdıkları çiçekleri tanıttıkları kadar şairlerde de türlü çağrışımlara yol açarlar. Bir yandan da onların bu konularda ne derece güçlü olduklarını değerlendirmemize yardımcı olurlar. Şair Necâtî’nin “Benefşe”, Hayâlî Bey’in “Gonca”; Fuzûlî, Hayâlî, Necâtî ve Nev’î’nin “Nergis”; Bâkî ve Nev’î’nin “Sünbül” kasideleri bulunmaktadır. Ayrıca Bâkî’nin “Gül”, “Karanfil” ve “Lâle” redifli gazelleri vardır. Necâtî Bey’in Gül kasidesinde bu çiçek Hazret-i Muhammed’in yüzü için kullanılmıştır:

Yılda bir kerre menâr-ı şâhdan dîdâr gül Gösterir nite ki nûr-i Ahmed-i Muhtâr gül

Hayâlî’nin kasidesinde ise gül bu kez serdar olmuştur: Bağda olup şükûfe haylına serdâr gül

Od bıraktı hânümân-ı bülbüle tekrâr gül

Goncanın sapa bitişik olduğu yerin hemen altında tek bir yaprak vardır. Buna “gülün kulağı” denir. Bâkî’nin Kanunî mersiyesinde şu dize vardır:

“Gül hasretinle yollara tutsun kulağını”

Gül, Kanunî’nin nereden çıkıp geleceğini tam olarak bilememekte ve kulağını onun geleceğini umduğu yollara tutmaktadır.

Hayâlî’nin Gonca kasidesinde ise şu beyit yer almıştır: Hizmetinden kaçarsa sünbül-i bağ

Getire anı mû-keşân gonca

Dîvân şairlerimiz, beyitlerinde çiçeklerle ilgili âdetlere ve deyimlere de yer vermişlerdir. Bâkî, aşağıdaki beytinde başa sünbül takma âdetinden söz etmektedir: Benzer ol bûy-ı dil-âvîz ile mûy-i yâre

Başlar üzre nola ger eyler ise yir sünbül

Necâtî’nin beytinde de menekşe, “tavşan uykusuna yatmak” deyimi ile birlikte kullanılmıştır. Tavşan, gözü açık olarak uyur; menekşenin çiçeği de hiç yumulup kapanmaz:

Har-gûş gibi gözü açık uykuya varmış

Ermezse ne tan devlet-i bidâra benefşe (Gökyay, 1990: 18–20).

Dîvân şiiri malzemesinin büyük bir kısmını çiçeklerin teşkil ettiği bilinmektedir. Lamiî Çelebi’nin “Bahar u Şitâ” mesnevîsi kabilinden çiçekleri konuşturan müstakil alegorik eserlere de rastlanır. Ancak Lamiî’nin eserindeki çiçekler, Dede Korkud’daki gibi kır çiçekleri değildir. Sanatta çiçekler üzerindeki bu ısrar, gerçek hayatta da çiçeklerin çok önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir (Okuyucu, 2004: 45).

Kasidelerin nesib kısımlarının genellikle bir bahar, bahçe ve çiçek tasviriyle başlaması yanında hemen her gazelde sevgiliye benzetme unsuru olarak çiçeklerin kullanılması bu edebiyatta çiçek zevkinin mevkiini göstermektedir. Gerçekten de Dîvân şiiri, yaygın olarak kabul edildiği gibi, bir “gül ve bülbül edebiyatı”dır (Okuyucu, 2004: 50).

Meyveler, Osmanlı devrinde olduğu gibi özellikle ekonomileri tarıma dayalı toplumlar açısından son derece önemlidirler. Bir çiftçinin gözünde meyvelerin çok farklı anlamlar taşıması gibi başka herhangi bir mesleğe mensup bir kimsenin gözünde de farklı bir anlam ifade etmesi, son derece doğaldır. Elbette bunlar kadar doğal olan başka bir bakış açısı da şairlerinkidir.

Klâsik Türk şiirinde meyve anlamına gelmek üzere “mîve”, “bâr” ve “semer” gibi kelimeler kullanılmıştır. Bu kelimelerle daha çok olumlu ve soyut öğeler arasında bağdaştırma yapan Dîvân şairleri, şiirlerinde pek çok meyve ağacına ve bu ağaçların meyvelerine yer vermişlerdir (Bayram, 2007: 220).

Meyve, “saadet semeri, mîve-i cevr, murat meyvesi, bâr-ı ümmîd, mîve-i bâğ-ı cihân, mîve-i bûstân vb.” ifadeler içinde zikredilir. Meyve, olmadan önce çiçek halindedir. Onun “berg ü bâr” şeklinde yaprak ile de beraber zikredildiği görülür. Servi ve söğüt gibi ağaçların meyvesiz oluşu söz konusu edilir (Kurnaz, 1987: 523).

Dîvân şairlerinin meyvelere bakış açıları genellikle şairâne yaklaşımlara, soyut ve somut unsurlarla ilişkilendirmelere, benzetmelere ve bağdaştırmalara dayalıdır. Bununla birlikte şurası asla gözden kaçırılmamalıdır ki, Dîvân şairleri, meyvelerden bahsederlerken daima onların tat, yetişme şartları, doku, koku, şekil ve renk gibi insanlar açısından ilgi çekici bitkisel özellikleriyle ve faydalarıyla uyumlu olmaya son derece özen göstermişlerdir. Yani Dîvân şairleri, insanlar için pek çok açıdan yararları bulunan meyveleri, hem bu yararları hem de bu yararlarıyla bağlantılı olarak soyut ve somut pek çok değişik unsurla ilişkilendirilerek şiirlerine yansıtmışlardır (Bayram, 2007: 220).

Dîvân şiirinde meyvelerle ilgili benzetmeler genellikle sevgilinin, her biri birer güzellik unsuru olan uzuvlarıyla alakalı olarak kullanılmıştır. Bunun en güzel örneklerinden biri olan aşağıdaki beyitte 16. yüzyıl şairlerinden Đbn-i Kemal, dilberi âdeta bir meyve bahçesi gibi tasvir etmektedir:

Zülfi müşgîn hûşedür ruhsârı la‘lîn sîbdür

Tâze hurma lebleri şeftâlû-yı ter bûsesi (Deniz, 2006: 580).

Bitkiler arasında yerini alan ağaçlar, bağda, bostanda, çimende ve dağlarda bulunmaktadır. Onların su kenarlarında bulunması, sulanması, üzerinde yağmur ve çiğ damlaları bulunmasından bahsedilir. Aşağıdaki örnekte çiçekli fidanlar, gökten inmiş nur yüzlü hûra benzetilmektedir:

Çemende her nihâli gökden inmiş hûra benzetdüm

Çiçekler gördüm anlarun yüzünde nûra benzetdüm Hayâlî (Kurnaz, 1987: 538). Ağaç; şekli, çiçek açması, meyve vermesi ve gölgesi gibi özellikleriyle tasavvurlarda yer alır. Ağaç, bulutun anne, yağmurun süt olarak hayali sebebiyle çocuk;

Keser şîrden ebr etfâl-i bâgı

Yeşilliğin deniz, çiçeklerin yelkene benzetilmesi sebebiyle bahar şâhının hazır ettiği donanma;

Şükûfeden yem-i ahzarda yelken açdı dıraht

Tonanma hâzır ider şâh-ı nev-bahâr yine Nev’î

Çemendeki nehirler yılana benzetilirken ağaçlar da renk renk çiçek açmış şekliyle tâvûs kuşu olarak nitelendirilir:

Tâvûs ile mârına şebîh oldı cihânun