• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: ZÂTÎ’NĐN HAYATI, EDEBÎ ŞAHSĐYETĐ, ESERLERĐ

1.2. Edebî Şahsiyeti

Kimi Dîvân şairlerimiz yaşadıkları yıllarda ikinci, hatta üçüncü sınıf bir şair sayılır,

şiirleri yalnız belirli bir zümre tarafından bilinir, sevilirken ölümlerinden sonra

şiirimizin önemli, büyük şairleri arasında yer almışlardır. Ancak Zâtî, döneminin ünlü, usta bir şairi olarak bilinir, öyle tanınırken bir köşeye atılmış, unutulmuştur. Çağdaş Türk edebiyatının lirik şairlerinden Behçet Necatigil, Zâtî’nin hiç hakkı olmadığı böyle bir yerde kalmasına yüzlerce yıl sonra karşı çıkarak şunları yazmaktan kendini alamamıştır: “…Orhan Veli, Sait Faik ve Cahit Sıtkı’larla yaşamalıydı Zâtî.

Şiirlerindeki hayalleri, latifelerindeki rind havayı onlar iyi anlardı. Dünya cümbüşünde dostları onlar olur, onlar yalnız bırakmazlardı onu.” (Uğurlu, 2002: 107–108).

Kınalızâde, Zâtî’ye şiirinde çift anlam hususundaki kabiliyeti, dildeki gücü ve garip hayalleriyle geniş bir itibar atfetmiştir. Ancak zamanına göre tuhaf ifadeler kullandığı ve bununla beraber klâsik dönemde şiir için tahsis olunan basmakalıp geleneksel ifade tarzının dışında kaldığı ve eserlerini kısmen zevk sahibi okuyucuları gücendirecek, kabiliyetli bir adamı değersizleştirecek, zarafet ve incelik gibi hususiyetlere yabancı birtakım ifadeler kullandığı için tenkit eder. Kınalızâde, şiirlerinin birçoğunun bayağılığının kısmen dostlarının fikirlerini işitmekten alıkoyan sağırlığından kısmen fakirliğinden ve kısmen de yüksek mevkilerde nüfuzlu dostlarının azlığından dolayı olduğunu söylemiştir. Ziya Paşa, Harabat’ında Zâtî’yi, Ahmed Paşa ve Necâtî ile birlikte Türk dilinin kurucusu olarak zikretmiştir (Gibb, 1999: 48).

Âşık Çelebi, onu, Şeyhî, Ahmed Paşa ve Necâtî’den gelen altın zincirin bir halkası olarak görür. O, Necâtî’yi Bâkî’ye ulaştıran bir köprüdür. Yalnız Âşık Çelebi değil, kendisiyle tanışmış, tanışmamış öteki tezkireciler de (Sehi Bey, Latifî, Ahdî, Beyânî, Riyâzî vb.) Zâtî’nin üstatlığında birleşmişlerdir (Kalpaklı, 1999: 192).

Şiirinin en önemli özelliği, daha önce söylenmemiş birtakım hayalleri kullanma gayretidir. Kaynaklar, ilim tahsili olmadan usta şair olunamayacağı tezinden hareketle belirli bir eğitimi olmayan Zâtî’nin olağanüstü güzellikteki şiirlerini hayretle karşılarlar. Bazıları onun, şiirlerini göstermek için dükkânına gelen şiir heveslilerinin orijinal fikirlerini kendine mal ederek değişik mazmunlara sahip olduğunu öne sürerler. Şiirlerini çaldığını iddia edenlere “Bizler dîvân sahibi şairleriz. Şiirlerimiz kıyamete kadar okunur. Bu hoşça manacıklar kaybolup gitmesin diye dîvânımıza alırız.” cevabını verir. Bazen de Đran şairlerinden tercüme yoluyla Dîvân’ına aktardığı anlaşılan şiirler için kendisini itham edenlere de “Benüm Fârisî bilmedügüm bilürsüz…” dermiş. Ömrünün sonlarına doğru geçim derdine düşerek otuz akçelik müderrislere ve danişmendlere dahi kasideler sunar olmuş, kendisine şiir sipariş edenlere para karşılığı gazeller yazmaya başlamıştı. Daha sonra şiirlerini başkasının imzasıyla görünce bunların kendisine ait olduğunu söyleyerek öfkelenirmiş (Şentürk, 1999: 235).

Zâtî’nin en çok kızdığı şey, kendi matlalarının alınıp kullanılması idi. Bu yüzden Mesîhî, Ahî ve Revânî ile arası açıktı. Zâtî ile Mesîhî arasında şiirle ilgili bazı manalar tevârüd yoluyla kullanıldığından Zâtî kızarak şu kıtayı yazıp göndermiştir:

Ey Mesîhî her biri ırz ugrusı ‘ayyârdır

Şehr-i şi‘rin şâhısın bir türlü dahi oldu iş Mülk-i nazmı Zâtî’nün ugrılanup ma‘nâları

Giriben dîvânına tebdîl-i sûret eylemiş (Serdaroğlu, 2006: 46).

Zâtî çok fazla yazmış olduğu için eserleri arasında kıymetsiz mazmunlar, tekrar edilmiş imajlar oldukça fazladır. Ancak bu başarısızlık onda bilhassa orta yaştan sonra görülmeye başlanmıştır. Her ne kadar Zâtî’nin çok büyük şair olmadığı söyleniyorsa da bilhassa mesnevisinde, genellikle Dîvân şairlerinde görülmeyen imajlara rastlanmıştır. Bu imajlardan birisi, Şem’e Banu’nun güzelliği anlatılırken ellerinden

bahseden mısradır. “Kefi hôrşîd o barmaklar şu’â’ı” Elin güneşe, parmakların da onun ışınına benzetilmesi hakikaten çok ilgi çekici bir imajdır (Alpay, 1961: 131).

Zâtî yalnız kaside ve gazel tarzında değil, mesnevî tarzında da kudretli bir sanatkâr olduğunu göstermiş, hatta çağdaşları arasında bu vadide isim yapmış şairlerin birçoğundan daha parlak bir başarı sağlamıştır (Alpay, 1961: 129).

Mahallî kültüre ziyadesiyle vâkıf olan Zâtî’nin şiirlerinde sanatı bir yana bırakalım; tarih, coğrafya, çeşitli sanatlar, Şark-Garp kültürü ve zengin bir ictimaî hayatın yansımalarını görmek mümkün olacaktır. Onun şiirlerindeki şahıslar dünyası başlı başına bir inceleme konusu olabilir. Đstanbul’da yaşar; ama uzak bir köydeki geleneklere, hayat tarzına da yabancı değildir (Ak ve Akkaya, 1993: 20).

Zâtî önceleri Ahmed Paşa ile Necâtî’nin etkisinde kalmış, sonraları kendi kişiliğini gösteren kasideler, gazeller yazmıştır. Atasözlerine, deyimlere bolca yer vermiş, mesnevisinde de masal öğelerini kullanmıştır (Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, “Zâtî”, C.10 / 1983: 5622).

Zâtî, atasözleri veya deyimleri ya aynen almış ya da sözü hatırlatacak şekilde kullanmıştır. Dîvân’ındaki bazı atasözü, deyim ve tabirler şunlardır: Kanat açıp uçmak, yokuşa sürmek, ayağının tozu ile gelmek, yüreğine su serpmek, cana can katmak, gözünü toprak doyurmak, yerinde yeller esmek, bağrına taş basmak; yardan ayrı olan ahdan uzak olmaz, ay akrebe girince yola çıkılmaz, arayan Mevla’sını bulur, aç gözü toprak doyurur, eğri otur doğru söyle, kaza geliyorum demez, sabırla koruk helva olur, tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır, üzüm üzüme baka baka kararır (Ak ve Akkaya, 1993: 22–32)…

Zâtî, gazellerinde bazı harf ve kelime oyunlarına da başvurmuştur. Bu tür oyunlarda muamma kokusu ve özelliği sezilmektedir; fakat muammada beyit halledildikten sonra ortaya bir insan ismi çıkması gerekir. Zâtî’nin beyitlerinde bu özellik tam olarak görülmüyorsa da bunları çözmek ve sonuca varmak için muamma halli konusundaki kuralları uygulamak gerekir. Zâtî’nin 1500 kadar beytinin içerisinden 150 kadar beyit tesbit edilmiştir. Beyitlerde ilk bakışta görülen bazı harf ve kelime oyunları olmasına rağmen, bazılarının çözümünde çok dikkat ve incelik isteyen noktalar bulunmaktadır. Bu beyitlerden verebileceğimiz birkaç örnek şöyledir:

Dilberün kadd ü dehânı gördi emdür derdine Gönlüm anun üstine ser virdi Zâtî buldı kâm

Dîvân şiiri geleneğine göre sevgilinin boyu (kadd), eliftir. Ağzı (dehân) mim’dir. Elif ile mim bir araya gelince “em” kelimesi ortaya çıkmaktadır. Muamma geleneğine göre beyitte kelimenin başındaki harfi ifade eden ipucu kelimelerden birisi de “ser”dir. Yukarıdaki beyitte “gönül” kelimesinin başındaki “kef” harfini “em” kelimesinin baş tarafına eklediğimizde “kâm” kelimesi ortaya çıkar. Bu şekilde şair, derdine derman olacak sevgilinin boyunu ve ağzını görünce, onunla konuşunca dermana kavuşmuş, dolayısıyla kâm bulmuştur. Burada “ser” kelimesiyle intikâd yapılarak “em” kelimesinin baş tarafına “gönül” kelimesinin “ser”i yani “kef” harfi geleceği işaret edilmiştir.

Didüm ki küllî cerâhat beden didi seri vir Cerâhatun gidicek başı Zâtî rahat olur

Bu beyitte de yine “ser” ve “baş” kelimeleri intikâddır. Cerâhatin iyileşmesi için başının koparılıp içerisindeki irinin akıtılması gerekir. Böylece yara iyileşecek, şair de rahata kavuşacaktır. “Cerâhat” kelimesinin başındaki “cim” harfini kaldırınca “rahât” kelimesi ortaya çıkar (Arslan, 2000: 306–308).

Eyüboğlu’na göre, Zâtî’nin şiirlerinde yer verdiği sevgi, diğer Dîvân şairlerine nispetle biraz daha somut kalmaktadır. Dîvân şiirinin farklı yorumcularından biri olarak tanınan Eyüboğlu, onun için, “Günlük yaşama gerekçeleri onun şiirine yeni bir yaratıcı güç katmamışsa da onu dünyaya, elle tutulur bir ortama çok bağlamıştır.” demektedir (Serdaroğlu, 2006: 48).