• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 4: AĞAÇLAR

4.3. Ağaç Çeşitleri

4.3.20. Ûd (Öd Ağacı)

Öd ağacının ismi Arapça “ûd” kelimesinden gelmektedir. Bu kelime Türkçede “öd” diye telaffuz olunmaktadır. Bu ağacın, sevincin ve acının yaşandığı günlerde yakılması geleneklerimizdendir (Öztoprak, 1986: 42).

Öd ağacının diğer adları “Hindistan ödağacı”, “Ud Hindî”dir. Bu ağaç, ticarette esmer renkli, testere ile kesilmiş, kesit yüzleri düzgün, rezinli ve bazen beyaz lekeli parçalar halinde bulunmaktadır. Kokusu kuvvetli, baharlı ve reçinemsidir. Tütsü halinde antiseptik olarak kullanılmaktadır (Baytop, 1984: 344).

Ateşte yakıldığı zaman güzel bir koku ifraz eden küçük ve ince çubuklar halinde bulunur. Özellikle toplantılarda, tekkelerde vs. öd ağacı yakılırdı. Öd yanınca kıvrım kıvrım olur. Dîvân şiirinde yanışı, ateş ile olan münasebeti ve güzel kokusu ile ele alınır. Sevgilinin yanağı ateş olunca ben’i de ûd olur. Âşığın çektiği gam da ûd gibidir (Pala, 2003: 477).

4.3.20.1. Ûd ile Đlgili Tasavvurlar 4.3.20.1.1. Âşık

“Yıldız” anlamına gelen ve mecâzen “çerağ” ve “mum ışığı” yerinde kullanılan “perv” ile nispet bildiren “-âne” son ekinin birleşmesiyle meydana gelen pervâne, genel olarak “kelebek” için kullanılan bir kelimedir. Bundan başka “karakulak”, “aslanın önü sıra giderek yoldan çekilmeleri için diğer hayvanlara seslenen hayvan” ve istiare yoluyla “öncü asker, çerağa âşık olan ve geceleri kendini mum alevine atan böcek, padişah fermanı, ulak, rehber, berat, havâle, izin, geçiş izni, mecâzen mum ışığı, çerağ ışığı” anlamlarında kullanılmaktadır. “Pervâne”, “şem”e, yani sevgiliye karşı âşığın yerine geçmiş; âşığın sevgilinin muhitinin etrafında dolaşması, pervânenin mumun etrafında dolaşmasıyla ifade edilmiştir.

“Şem” ile “pervâne” mazmunları, tasavvuf sahasında sık sık işlenmiş; “pervâne”, tasavvuf yolunda ilerleyen, makamdan makama geçen; ama vuslata ermek, bir başka deyişle, fenâfillah mertebesine ulaşmak için çeşitli engellerle karşılaşan sâlike benzetilmiştir. “Pervâne”nin mum etrafında döndükten sonra kendini aleve atarak yok etmesi ve vuslata ermesi, ikilikten kurtulup vahdete ulaşması sûfî şairler için orijinal bir konu teşkil etmiştir (Kanar, 1995: 17–19).

Beyitte âşık, pervâneye ve öd ağacına; sevgilinin parlak, ışık saçan yanakları ise şem’e benzetilmiştir. Âşık hem pervâne hem de ûd gibi yanmaktadır. “Pervâne isem” redifiyle güzel bir cinas örneği sunulmuştur. “Şem” ve “pervâne” kelimeleriyle de tenasüp oluşturulmuştur:

Yanayın ruhlarunun şem’ine pervâne isem

Çekmezem ‘ûd gibi yanmaga pervâ ne isem (C.2, G.918/1)

“Ey gam bezminde çaresiz âşığın boyunu çeng yapmayı kanun eden kişi! Beni ud (öd) gibi yakma!” diyen âşık, sevgiliden merhamet istemektedir. Beyitte saz aletlerinin bolca kullanılmış olmasından da anlaşılacağı üzere “ûd” kelimesi tevriyelidir. Âşık, ûd gibi yanmaktadır:

‘Ûd-veş yakma beni ey ‘âşık-ı bî-çârenün

Zühre, yerküreden daha küçük ve güneşe daha yakın bir gezegendir. Bu yıldızın tesiri altındaki burçlarda doğanlar güzel, zarif, zeki, maharetli ve sanatkar olurlar. Zühre yıldızına bakmak gönlü rahatlatır, ruha neşe doldururmuş. Zühre Dîvân şiirinde çoğu zaman şarkı, aşk, güzellik ve çalgı ile birlikte anılır (Pala, 2003: 507–508). Bu beyitte de çalgılarla birlikte anılmış ve ruha neşe verici özelliği ele alınmıştır. Kelimenin tevriyeli kullanımından dolayı Zühre ve bir müzik aleti olan ûd bir araya getirilmiştir. Diğer yandan sevgili Zühre yıldızı gibi neşe saçan, gönlü ferahlatan, zarif bir güzeldir ve âşığı öd ağacı gibi yakmaktadır:

Kâmetüm çeng oldı tap yak ‘ûd-veş ey Zöhre-ruh

Çal öldür kıl kerem kan eyle kânûn eyleme (C.3, G.1346/2)

4.3.20.1.2. Buhûr

Öd ağacı ateşte yakıldığı zaman güzel bir koku ifraz eder. Beyitte öd ağacının kokusu gibi gül bahçesinin kokusu da cana can katmaktadır. Birçok mûsikî teriminin bir araya getirildiği bu beyitte “rûh-efzâ” tevriyeli olarak kullanılmıştır. “Cana can katan” anlamıyla birlikte bir mûsikî makamını da ifade etmektedir:

Buhûr-ı ‘ûd-veş bûy-ı gülistân oldı rûh-efzâ

Budur kânûn yine çeng ur demidür mutribâ sâza (C.3, G.1292/4)

4.3.20.1.3. Cân

Rûd, Đran menşeli, telli ve bazen yaylı bir sazdır. Rûde, rûdek gibi çeşitleri vardır (Öztuna, 2000: 390). Damar anlamına gelen reg, şekil yönünden telli bir saz olan rûda benzer.

Kanun, sözcük olarak Arapçadan dilimize geçmiştir. Tek telli, mızraplı bir çalgıdır. Bu sazın Farabî tarafından icat edildiği söylenmektedir. Menşe bakımından Mısırlılara ve Sümerlere kadar götürülebilen kanunun, çeng ile aynı menşeden geliştikleri

şüphesizdir. Bugünkü şeklini Ortaçağ’dan sonra almıştır. Dikdörtgen şeklindedir. Yalnız sol ucu kıvrık ve uzanmıştır. Bu şekilde tahta bir tabla üzerinde teller vardır. Bu tabla kucağa alınır. Mızrapla çalınır (Öztuna, 2000: 181). Beyitte âşığın kalbi yuvarlak

sebebidir. Ölüm hadisesi, canın bedeni terk etmesine bağlıdır (Sefercioğlu, 2001: 136). Âşığın bedeni ateş olunca canı da bu ateşte yanan öd ağacı veya ud çalgısı olur:

Sadrı kânûn reglerüm rûd eyledün

Cismüm âteş cânumı ‘ûd eyledün (C.2, G.713/1)

4.3.20.1.4. Meyyit

Ud çalan kişiye “avvâd” adı verilir. Aşağıdaki beyitte ud hem mûsikî aleti hem de öd ağacı anlamında kullanılmıştır. Bir kişinin ölümünden sonra yapılmasını istediği

şeylere vasiyet denir ve vasiyette bulunmak âdettendir (Özkan, 2007: 365). Şair bize bu âdeti hatırlattığı beytinde dostlarına vasiyetini açıklamaktadır: “Eğer ud çalan dilber beni ud çalarak öldürürse, bedenimi yıkarken öd yakın.” Ölü yıkanırken suyun içine öd koymak eski bir âdettir:

Ger çalub öldüre beni ‘avvâd dil-beri

Billâhi meyyitüm yur iken ‘ûd idün buhûr (C.1, G.327/2)

4.3.20.1.5. Yanması

Çengin çanağı torba gibi olup boynu uzun ve eğridir (Pala, 2003: 109). Âşık gam çengine düşmüştür, yani çeng gibi eğrilmiştir. Beyitte tevriyeli olarak kullanılan ud, öd ağacı ile beraber çalgı aletini de ifade etmektedir. Öd, beyitte yanması nedeniyle ele alınmıştır. Öd ağacı yandığı zaman etrafa güzel kokular yaymaktadır:

Düşmüşem çeng-i gama çün yanayın ‘ûd gibi

Đderem göz yumuban nâle vü gavgâ ne isem (C.2, G.918/4)

4.3.20.1.6. Zülf

Hıtâ Doğu Asya’da, yeri ve sınırı kesin olarak bilinmeyen bir bölgenin adıdır. Bütün Kuzey Çin’i, Mançurya’yı, Moğolistan’ı ve Türkistan’ın doğusunu içine alıp batıda Tibet hudûdundan Sarı Deniz’e kadar uzanan topraklara eskiden verilen isimdir. Aslında, X. asırda bu bölgeyi işgal eden bir Moğol kabilesinin adıdır (Tulum, 2001: 334). Eski Hıtâ-Hatâ (Çin) ve Huten gibi Türk ülkeleriyle, eski Tatar diyârının misk

ceylanları, Dîvân şiirinin, mis kokulu saçlar için sık sık yâd ettiği âhûlardandır (Banarlı, 1976: 146–149).

Misk, Hıta (Doğu Türkistan) ülkesinde yaşayan bir çeşit ceylanın göbeğindeki urdur. Buna nâfe de denir. Bu ur, hayvanı rahatsız edermiş. Hayvan, sürtünmek yoluyla bu uru düşürebilirmiş. Misk avcıları sahralara kazık çakar ve ceylanların bu kazığa sürtünerek misk urunu düşürmelerini sağlayıp öz haldeki bu siyah madde düştükten sonra etrafa kokusu yayılır ve yerini belli edermiş (Pala, 2003: 337).

Şark edebiyatında saça ve hatt’a benzetilen misk (siyahlığından ötürü), Hıtâ kelimesiyle beraber kullanılagelmiştir (Tulum, 2001: 335). Beyitte anber ve öd ağacı sevgilinin misk kokulu zülflerine benzemek isterse âşığın içine âhû misali kan oturacağı söylenmiştir. Beyitte miskin elde ediliş şekli telmih edilmiştir:

‘Anber-i sârâ vü ‘ûd öykünse bûy-i zülfine