• Sonuç bulunamadı

1. ŞEYH GÂLİB’İN HAYATI, ESERLERİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ

1.2. Tecellî Durumuna Göre Hak

1.2.1. Adem-i Tecellî

1.2.1.1. Hakk’ı İdrâkteki Zorluk

Hakk’ın idrâk edilmesi noktasında akıl yetersizdir. Akıl, sadece Hakk’ı tenzîh bağlamında kavrayarak onun aşkınlığını kabul etmekle yetinebilir. Gönül ise, sezgisel bir kavrayış yeteneğine sahip olması yönüyle Hakk’ı idrâk noktasında akıldan daha ileri bir mertebede bulunur. Bu noktada gönül, teşbîh boyutuyla Hakk’ın bütün varlık âlemine yayılmasına, başka bir ifade ile her varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesine şahadet etmekle onun içkinliğini idrâk eder. Son merhale, Hakk’ın bu tenzîh ve teşbîh veçhelerinin bir arada kavranması anlamına gelen tevhîd aşamasıdır ki bu aşamaya ulaşmayı başarabilen tek varlık, insan-ı kâmilin en mükemmel biçimde somutlaştığı tek varlık olan Hz. Muhammed’dir. Hak, zâtı itibarıyla tanımlanıp bilinemeyecek gizli bir hazinedir. Bu gizli hazine, sadece, âlem aynasına doğru şekilde bakabilme becerisi ve istidadı bulunan yani hakikate ait sezgisel bilgiyle donatılmış peygamberler ve ârif kullar için birtakım ipuçları yansıtmaktadır. Kâinat denilen varlık âleminde bu ince sırların sıradan insanlar için malum olması söz konusu değildir. Bu sırları kısmen olsa bile keşfetmiş olan bir ârifin bunu avama anlatması, sırrı ifşa etmesi uygun görülmez. Zira hakikatin mahiyetini anlama noktasında avamın algı ve idrâk kapasitesi, bu sırlardaki hikmeti anlamak için yeterli değildir. Gâlib, bir beytinde bu duruma şu ifadelerle dikkat çekmektedir:

Cihânda nice sır var kimse bilmez

Bilinmek olsa da farzâ denilmez (G.135/1)

“Cihanda kimsenin bilmediği çok sırlar vardır, bilindiğini farz edelim, (herkese)

söylenilmez”

Varlık ya da yaratılış ile ilgili olarak insanın, mahiyetini anlama noktasında idrâk melekesinin yetersiz kalacağı türlü türlü sırlar ve hikmetlerin bulunduğu hususuna işaret edilen beytin, ikinci mısrasında “bilinmek olsa da farzâ” ifadesiyle bu sırlara vakıf olabilme ihtimalinden söz edilmektedir. Mısradaki “farzâ” kelimesi aslında varsayımsal bir durumu ifade etme gayesinden ziyade, bu sırlara kısmen dahi olsa vukuf kabiliyeti ile mücehhez olan kâmil insanlara dikkat çekmek maksadıyla kullanılmıştır. Herkes tarafından olmasa bile kâmil insanlar tarafından idrâk edilebilir olan bu sırlar, halka ifşa edilecek, anlatılacak ve anlaşılmaları beklenecek özelliğe sahip değildirler. Burada

sezgisel bir anlama söz konusudur ki bu sezgisel anlayış, öğrenilebilir veya öğretilebilir bir nitelikten çok tecrübeye dayalı kişisel bir deneyim sonucunda elde edilebilmektedir. İşte bu sırlara malik olan imtiyazlı kullar kâmil insanlar olarak bilinen peygamberler ve velilerdir. Bu sırların ifşası, aklın kontrolündeki avamın kavrayış kapasitesini aşacağı için tehlikelidir. Birçok velinin sözlerinin halk tarafından yanlış anlaşılması bu sırların aklî kavrayış ötesinde sezgisel kavrayış düzeyinde bulunmasındandır ki bu düzey ancak kişinin mistik deneyiminde ulaşabileceği bir merhaledir.

İnsan, her türlü isteğinde olduğu gibi Allah’a yakınlaşma hususunda da doyumsuz bir tavır sergiler. Kâmil olma yolunda yükselen insanın Maarifet ilmini elde etme ve Hakk’ı sezgisel olarak kavramada her aşamada bir önceki merhaleye göre artan zevki ona “Hel min mezid” (daha yok mu?) dedirtmektedir. Ancak insan ne kadar ileri giderse gitsin, gittiği yolda bir nihâyet söz konusu değildir. Cezîre-i Mesnevî şerhinde bu gerçeğe, İbn Arabî’nin Fütûhât’ını referans göstererek dikkat çeken Gâlib konuyla ilgili olarak şunları nakletmektedir:

“Muhyiddîn İbni’l-‘Arabî hazretleri Fütûhât’da buyururlar ki :

‘Kim sevgide sınır noktasına ulaştığını iddia ederse, onu (sevgiyi) tanıyamamıştır. Kim ondan içerek tatmazsa, yine onu anlayamamıştır. Kim, ona kandırıldım (doyuruldum) iddiasında bulunursa, onu tanıyamamıştır. Böyle bir sevgi, kanmaksızın içimden ibarettir.’” (Gâlib,

1996: 21)

İlâhi aşka belli bir sınır tayin etmek, sınırlı olanın sınırsızı algılamadaki yetersizliğinin bir sonucudur. İnsanlar içerisinde Hakk’a en yakın olan Hz. Muhammed dahi, onun aşkından aldığı lezzette doyuma ulaşma iddiasında olmamıştır. Çünkü Hak ve ona duyulan aşkın husule getirdiği manevi lezzet sınır kabul etmeyecek kadar yüce ve erişilmez bir mahiyet arz etmektedir. Durum böyle olunca insanın Hak veya “Mutlak Gerçek” ile ilgili bilgisi ancak belli bir noktaya kadar ileri gidebilecektir. Bu bilginin elde edilmesinde akıl zaten gönül karşısında oldukça alt bir kapasitede bulunmaktadır. Aklın elde edebileceği bilgi bir kavrayış düzeyinden çok koşulsuz kabul düzeyidir. Bu düzeyde Hakk’ın idrâk edilemeyeceği kabul edilerek onun mutlak aşkınlığı ön plana çıkarılır.

Bu türlü bir kabule dayalı anlayış, İbn Arabî terminolojisinde “tenzîh” olarak adlandırılan ve Hakk’ı âlemin tamamen dışında veya üstünde, her şeyden kayıtsız olarak var olduğu gerçeğiyle temellendirilmiştir. Gönül, hakikat bilgisini elde etmede akıldan daha üst bir mevkiye sahip olsa da bu mevkisi ona sınırsız bir bilgi imkânı sunamaz. Her varlık, kendi istidadınca bu sınırsız bilgiden nasiplenmektedir. Varlık âleminde bu bilgiyi azami düzeyde elde etme yeteneği insana verilmiştir. Her insan da fert olarak bu bilgiye ulaşmada birbirinden farklı durumdadır. Bu hususta en istidatlı kişinin bile mutlak bir yeterliliğe sahip olmadığına işaret eden Chittick, Mevlânâ’nın Mesnevî’de kullandığı bir sembolden bahisle bu durumu izah etmektedir: “Öte yandan,

kul O’nu idrâk eder. Ancak, Rûmî’nin benzer bir bağlamda bize hatırlattığı gibi, ‘Eğer okyanusu bir bardağa dökecek olursanız, ne kadar alır? –Bir günlük bir miktar.’”

(Chittick, 2007: 325). Hakk’ın mutlak varlık olarak âlemin itibari varlığının kaynağı olmasını yine âlemi müşahede ile gerçekleştiren insan Hakk’ı “teşbîh” düzeyinde idrâk etmektedir. Bu da tasavvuf sisteminde kesrette vahdeti görmek olarak ifade edilen durumdur. Dolayısıyla sınırlı bir kapasiteye sahip insan için Hakk’ı bilme ve tanıma veya Hakk’a duyulan aşk hususu belli sınırlar içerisinde ve kısıtlı bir bilgi seviyesinde söz konusu olmaktadır. Gâlib, insanın Hakk’ı bilmedeki sınırını “su-deryâ” sembolizmi çerçevesinde aşağıdaki beyitte açıkça ortaya koymaktadır.

Yeter aşk-ı Hudâdan bir içim su

Bütün deryâ içilmez hem geçilmez (G.135/4)

“Allah’ın aşkından bir yudum su yeter, bütün deniz ne içilir ne de geçilir”

Bir benzetme unsuru olarak derya kavramı İlâhî aşkı, hakikat bilgisini veya doğrudan Hakk’ı remzetmektedir. Bütün deryanın içilmesi ile Hakk’ı tamamen idrâk edebilme, onun aşkı ile dolma, marifet bilgisini tamamen elde etme durumları yani teşbîh durumu kastedilmektedir. Bu, felsefî terminolojinin içkinlik olarak tanımladığı durumdur. Bunun mümkün olamayacağı yukarıda da açıklandığı üzere aşikârdır. Zira sonlu olan sonsuzu, sınırlı olan sınırsızı asla tam olarak kavrayamaz. İkinci ifade deryanın “geçilmez” bir mahiyette olmasıdır ki bu da tenzîh boyutunu sembolize eder. Teşbîhî olarak tam anlamıyla kavranamayan Hakk’ın, tenzîhî bakış açısıyla kavranması daha da zor ve imkân dışı bir durumdur. Zirâ tenzîh, Hakk’ın hiçbir biçimde

kavranmasının mümkün olmadığı, tam bir idrâksizlik durumunun hâkim olduğu “zât” boyutuna işaret etmektedir. Hakk’ın aşkınlığı olarak da nitelendirilebilecek bu tenzîh durumu, “bütün derya geçilmez” ifadesinde sembolleştirilmiştir. İster teşbîhi olarak âleme yansıyan tecellîlerinden, isterse tenzîhi olarak tecellînin söz konusu olmadığı bilinmezlik düzeyinden Hakk’ın tam anlamıyla kavranması imkânsız olup, onu en mükemmel manada kavrama durumu, tenzîh ve teşbîh boyutlarının bir arada değerlendirildiği tevhîd boyutunda gerçekleşir.

İnsanlar için, iman edip taptıkları yaratıcılarının tanımlanma, belirlenme ya da idrâk edilme meselesi her inanç sisteminde, insan tabiatının gereği olarak ortaya çıkan en önemli husustur. Hakk’ın ontolojik belirlenim veya tecellî mertebelerindeki varlık kategorilerinde farklılık arz eden durumu, onu idrâk edebilme noktasında da farklı merhaleleri zorunlu kılmaktadır. İnsan, tekâmül yolunda ilerlerken varlığın en alt tabakası olan şuhûdî âlemden yukarı doğru bir seyir halindedir. Bu seyir hali için son durak Vâhidiyet veya Ulûhiyet adı verilen, Hakk’ın yaratıcı sıfatıyla taayyün ettiği makamdır. Zira bu makamın ötesinde, Hakk’ın mutlak bir bilinmezlik, kayıtsızlık ve tanımsızlık durumunda bulunduğu “lâ-taayyün” veya “zât” mertebesi bulunmaktadır. İnsanın Hakk’ı bilmek, tanımak ve idrâk etmek için kendini tanımasının gerekli olduğuna dair hadiste, bilinebilmesi insanın kendi nefsini tanıma şartına bağlanan Hak, zâtı bakımından Hak olmayıp, Allah veya Rab olarak taayyün eden Hak’tır. İbn Arabî meseleyi şu şekilde izah etmektedir:

“Şu hâlde ‘Nefsini bilen Rabb’ini bilir’ hükmü, hiçbir şekilde,

insanın nefsini bilmesinin Hakk’ı Zât’ıyla bilmesini de mümkün kılacağını telkin etmez. Ne yaparsa yapsın ve keşfi de ne kadar yüksek olursa olsun insanın bilgisi aslâ Rabb’dan öteye geçemez. İşte bu da insan bilgisinin trajik sınırlılığına işâret etmektedir.” (Izutsu, 2005: 72).

İbn Arabî’nin ifade etmeye çalıştığı husus, Hakk’ın zâtının ispatının veya idrâk edilebilmesinin doğrudan doğruya mümkün olamayacağıdır. Zira Hakk’ın zâtı sürekli olarak gizli kalacak bir hazinedir ve onun zâtı ancak dolaylı bir şekilde, yani onun isimler ve sıfatlar düzeyinde tecellî ettiği ulûhiyet mertebesindeki “Allah” isminin hakikatine binaen anlaşılabilecektir.

Bahş eyledi ehl-i acze idrâk

Fahvâ-yı şerîf-i “Mâ arafnâk” (Gâlib, 1968: 47)

“‘Mâ arafnâk’ın kutsal anlamı acz ehline idrâk bahşeyledi”

Hakk’ı gerçek manada idrâk etmedeki imkânsızlığı, insan-ı kâmilin en üst düzeyde temsil edildiği kişi olarak kabul edilen Hz. Muhammed tarafından dile getirilmiş bir meseledir. Mesnevî nazım şeklinin Türk edebiyatı içerisinde en önemli örneklerinden olan Hüsn ü Aşk adlı eserinde Gâlib, başlangıç mevzusu olarak “acz” konusuna değinmekte ve bir beyitte, Hz. Muhammed’in bir hadisinden iktibas yapmak suretiyle insanoğlunun mutlak acz durumuna göndermede bulunmaktadır. Beyitteki “mâ arafnâk” ibaresi, Hz. Muhammed’in Hakk’ı gerektiği gibi bilemediği yönündeki itirafını belirttiği bir hadisine işaret etmektedir. İnsanların en mükemmeli olmakla vasıflanmış, imkân ile vücûb arasındaki “kâbe kavseyn” mertebesine kadar yükselme ayrıcalığıyla şereflenmiş, uğruna âlemlerin yaratıldığı insan olan Hz. Muhammed’in Hakk’ı gerektiği gibi bilemediğini söylemesi, diğer insanların Hakk’ı bilmedeki durumlarını da açıkça ortaya koymaktadır. Hakk’ı anlama noktasında insan, mutlak bir acizlik içerisinde bulunmaktadır. Aslında beyitteki acz ehline “mâ arafnâk” hadisiyle idrâkin bahşedilmesi hususu, insana kabiliyet ve istidadının hatırlatılmasını, onun sınırları aşmaması noktasında uyarılmasını anlatmaktadır. Bir anlamda Hakk’ı idrâk iddiasında olan insan için Hz. Muhammed ve onun bu meseledeki tavır ve beyanı bir ölçü teşkil etmektedir. Hakk’ı, teşbîh ve tenzîh boyutlarını birlikte tecrübe etmek suretiyle tevhîd boyutunda idrâk etmiş tek varlık olan Hz. Muhammed dahi onun zâtına ait bölgeye nüfuz edememiş ve onu zâtı itibarı ile gerçek manada idrâk edememiştir. Gâlib, bu hususa dikkat çekmek için, Hakk’ı idrâk meselesiyle bağlantılı olarak aynı hadisten yaptığı iktibası başka bir beyitte Hz. Ebubekir’in idrâk anlayışını ortaya koyan, asıl idrâkin Hakk’ı idrâk edememeyi idrâk etme olduğu mealindeki sözüyle birlikte ele almaktadır:

“Mâ-arefnâk”e bak “el-aczu ani'l-idrâk”e

“Bir ‘mâ-arefnâk’e bir de ‘el-aczu ani’l idrâk’e bak, Sıddîk (Hz. Ebubekir) adeta

bir kın içerisinde iki büklüm (çift taraflı) kılıçtır”

Beyitteki “el-aczu ani’l-idrâk” ifadesi, Hz. Ebubekir’in, bir insan için Hakk’ı idrâk etmedeki acziyetin farkında olma halinin idrâk meselesinde ulaşılabilecek en üst sınırı teşkil edeceğine dair sözünden yapılmış bir iktibastır. Bu sözün, bir önceki beyitte de yer alan ve Hz. Muhammed’in bir hadisine işaret eden “mâ arefnâk” ifadesiyle bağlantılı kullanılmış olması, her iki ibarenin aynı gerçeği belirtmesi dolayısıyladır. Genel olarak İslam âleminde ve hususen de tasavvufta Hz. Ebubekir, sahabe arasında en mümtaz yere sahip olduğuna inanılan kişidir. Onu diğer sahabeler arasında ayrıcalıklı kılan özelliği, Hz. Muhammed’e ve onun ilettiği ilâhî mesaja kayıtsız şartsız inanması, tam bir teslimiyet içerisinde Hakk’a ve onun peygamberi olan Hz. Muhammed’e bağlanması sebebiyledir. Onun başka hiçbir sahabeyle kıyaslanmayacak koşulsuz kabul etme özelliği, ona, beyitte de ifade edilen “Sıddîk” unvanının verilmesini sağlamıştır. Özellikle, metafizik boyutta meydana gelen Miraç gibi bir hadise neticesinde insanlar arasında şüphe ve tereddütlerin meydana geldiği bir ortamda Allah’ın elçisinin söylediği her hususun doğru olduğunu beyan etmesi, onun tenzîhi boyutta bir inanıştaki derecesini göstermektedir. Tenzîh, Hakk’a ve Hakk’ın insan kapasitesini aşan birçok tecellîsine deliller getirmeye çalışan teşbîhten farklı olarak kayıtsız bir teslimiyet içerisinde ortaya konulan kabul eylemidir. İşte idrâkten aciz olmayı idrâk, mutlak manada her şeyden ve herkesten münezzeh ve müstağni olan Hakk’ın zâtına ait bilginin elde edilemeyeceğini kabul etmek demektir.