• Sonuç bulunamadı

1. ŞEYH GÂLİB’İN HAYATI, ESERLERİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ

2.7. Varlığın Beş Mertebesi

2.7.3. Melekût Âlemi

2.7.3.1. Bezm-i Elest

İslam inancında ve dolayısıyla da tasavvuf sisteminde insanların dünyaya veya ontolojik mertebeler bağlamındaki ifadesiyle şahadet âlemine gelmeden Rab ismini temsil eden mertebedeki Hak ile yapmış oldukları bir antlaşmadan söz edilmektedir. Bu antlaşmanın dayanağı bizzat Kur’ân’da bulunmaktadır. A’raf suresi 172. ayette “Hani

Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi…” (Altuntaş ve Şahin, 2009: 181) şeklinde bahsi

geçen ve Allah’la kulları arasında bir misak hükmü taşıyan “Bezm-i Elest” insanların, henüz dünyaya gelmeden önce yani beden elbisesi giydirilmeden, sadece ruhları itibarı ile yaratılmış olarak bir arada bulundukları meclise verilen isimdir. Bu meclis, İbn Arabî’nin ontolojisinde ruhlar âlemi olarak belirtilen “âlem-i ervâh” mertebesine işaret etmektedir. Bu mertebe Hakk’ın, Rab olarak taayyün ederek kullarına kendisini tanıttığı, onların da onun rubûbiyetini kabul ve tasdik ettiği ontolojik düzeydir. Bezm-i Elest’te ruhların, Rableriyle tanışıp onu kabul ve tasdik etmeleriyle ilk terbiye süreçleri başlamaktadır. Rab isminin etimolojik olarak terbiye eden manasında kullanılması, her kul için Rabbinin onu terbiye etmesi, ubudiyet noktasında ona gerekli olan alt yapıyı temin etmesi anlamındadır. Dolayısıyla bu meclis, ruhların kendileri ve Rableri hakkında ilk bilinçlerinin oluşmaya başladığı varlık mertebesidir. Bu mecliste ruhların

Rablerini kabul ve tasdik etmelerinin diğer bir önemli tarafı da bu kabulle dünyaya gelen kulun, tabiat veya yaratılış olarak ubudiyet istidadı ile donatılmış olduğuna işarette bulunması yönüyledir. Ancak bu İlâhî antlaşma sadece Hakk’ı idrâk etme çabasında olan insanların farkına varabileceği, manevi olgunlaşma süreçlerinden başarıyla geçen seçkin kulların elde edebileceği bir bilgi düzeyinde anlaşılır olacaktır. Aşağıdaki beyitte Gâlib, Elest Meclisi’nin insanlar için anlaşılması güç olan sırlarına dikkat çekmektedir:

Goft-gû vü cüst-cû sıgmaz elest esrârına

Tâ ezelden böyle vermişler cevâb oldur ki ol (G.222/4)

“Elest sırlarına dedikodu ve araştırma sığmaz, (Elest meclisindekiler) ta ezelden

böyle (evet olarak) cevap vermişler”

Beyitte, ruhların toplu olarak Hakk’ın rubûbiyetini tasdik ettikleri Elest Meclisi’nin mahiyeti ile ilgili hakikatlerin, beşerin her türlü idrâkinin ötesinde bulunduğu, bu meclis hakkında ortaya atılan her türlü söylentinin, yapılan araştırmaların asılsız olduğu belirtilmektedir. Böyle bir ifadenin altında, insanın ve genel anlamda beşerî varlıkların madde âlemine bağlı olan yaşamları dolayısıyla duyusal âlemin ötesinde bulunan ve ontolojik olarak melekût âlemi olarak adlandırılan metafizik âlemi algılama ve idrâk noktasındaki sınırlı yapılarına bir ima bulunmaktadır. Sohbet etmek, dedikodu yapmak anlamlarına gelen “goft-gû” ifadesi tasavvuf ıstılahında beşerî ilimlere ve dolayısıyla da “akıl” olgusuna işaret etmektedir. Akıl, ne kadar zâhirî ilimlerle donatılmış olursa olsun sınırlı olduğu bir alan vardır ve bu alanın dışına çıkamaz. Aklın ulaşma yetisinin bulunmadığı bu alana girebilmek için ancak bâtın veya ledün ilmi olarak bilinen ve gönül alanına ait bulunan keşfî ilimlere sahip olmak gerekmektedir.

Bütün bu açıklamalar ışığında beyitte Elest Meclisi’nin sırlarının akıl melekesiyle öğrenilmesi veya anlaşılmasının mümkün olmadığı belirtilmektedir. Ayrıca dedikodu anlamındaki Arapça “kîl u kâl” ve Farsça “goft-gû” kavramları, “âlem-i nâsût” adı verilen ve şahâdet âlemi olarak da bilinen duyular âlemi için kullanılmaktadırlar. Böylece ontolojik olarak Elest Meclisi’nin “melekût âlemi”nde bulunduğu ve hisler âlemine bağlı yaşayanların bu sırra ulaşamayacakları ima

edilmektedir. İkinci mısrada yer alan “cevâb” kelimesi, ruhların, Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” nidası karşısında onun rubûbiyetini tasdik için söyledikleri “evet” anlamına gelen “belâ” sözcüğüne bir telmihtir. Bu cevabın “ezel”de(n) verilmiş olması, varlık olgusunun Hakk’ın zâtından başlayıp beşerin somut varlık kazanması sürecine kadar olan ontolojik faaliyetinin ezelde takdir edilmiş olmasındandır. Bu bağlamda ruhların kendilerini varlık sahasına çıkaran gerçek varlığı kabul etmeleri ve onunla Rab-kul ilişkisine dayalı bir antlaşma yapmaları da ezelde belirlenmiştir. Bu durum, “a’yân-ı sâbite” ile belirlenmiş olanın değişmezliği ilkesine de bir göndermede bulunmakta, Hakk’ın ezelî ilminde var olan a’yân-ı sâbitenin, Hakk’ın tayin ettiği uygun zaman ve mekanda tahakkuk etmesine işaret etmektedir. Melekût âleminin gayb âlemi olarak ifade edildiği aşağıdaki beyitte Gâlib’in sembolik ifade tarzının şiirdeki yansımaları dikkat çekicidir.

Niçe güm-geşte olmaz sâlikân-ı deşt-i vahşet kim Sarây-ı âlem-i gayba çıkar şeh-râh var dilde (G.326/4)

“Yalnızlık çölünün yolcuları nasıl kaybolmasın, gönülde gayb âleminin sarayına

çıkan bir yol var”

Melekût âlemi olarak da bilinen gayb âleminin bilinmezliği ve bu bilinmez âleme giden yolun sadece Hak dostlarının, Hakk’a ulaşma gayretinde olan sâliklerin gönüllerinde bulunduğuna dikkat çekilen beytin anlamı, kaybolmak anlamındaki “güm- geşte” ifadesinde gizlenmiş durumdadır. Vahşet ibaresi, tasavvuf ıstılahında sâlikin uzlet veya halvet adı verilen durumuna işaret etmekte ve beyitte “Hakk ile tenhada baş

başa kalmak” (Cebecioğlu, 2009: 685) anlamıyla yer almaktadır. Beyitte sözü edilen

kimseler, vahşet çölünün sâlikleridir. Bunlar, Hak’la bir arada olmak, onunla dolmak ve onun dışındaki her şeyi gönüllerinden çıkarmış bulunmak için yalnızlık çölünde kaybolmuşlardır. Çöl, metaforik olarak ıssızlık ve tenhalığı, sonsuzluğu ve belirsizliği simgelemektedir. İlk mısrada yer alan “niçe güm-geşte olmaz” yani “nasıl kaybolmaz” ifadesi dilbilgisel olarak “kaybolur” anlamı vermektedir ve bu yönüyle de ikinci mısrada yer alan “şeh-râh var dilde” ifadesiyle çelişkili bir durum arz etmektedir. Zira, “yol”un olduğu yerde kaybolmak söz konusu olmayacaktır. Ancak yolun gittiği menzil “gayb âlemi” olunca kaybolmak da olumlu bir anlam kazanmaktadır.

Gayb, bilinmeyen ve duyusal âlemin dışında kalan, tasavvufta “melekût âlemi” denilen varlık kategorisine işaret etmektedir. Bu âlem, sıradan bir insan için tasavvur ve tahayyül sınırlarını aşan bir mertebede olduğu için idrâk edilemez bir mahiyettedir. Bu âleme varabilmek ancak kâmil insanın elde edebileceği bir kazanımdır. Aslında gayb âlemi iki farklı varlık kategorisini karşılamakta kullanılan bir isimdir. Bunlardan ilki “gayb-ı mutlak” olarak da adlandırılan ve Hakk’ın zâtına ait hakikatlerin alanını belirleyen gayb âlemidir. İkincisi ise idrâk edilmesi insanların bir kısmına bir dereceye kadar mümkün kılınan ve “gayb-ı muzaf” olarak adlandırılan âlemdir. Bu iki gayb âleminin başka bir tanımlanması Cebecioğlu tarafından şu şekilde yapılmaktadır: “Birinci gaybe vücûdî denir; âlem-i melekût gibi. İkinciye de gayb-i ademî âlem denir ki

bu âlemi Allah bilir kullar bilmez.” (Cebecioğlu, 2009: 227). Bu tanıma göre beyitte yer

alan gayb âlemi melekût âlemini karşılayacak şekilde kullanılmaktadır. Vahşet çölünde bulunan Hak dostları, gönüllerinde melekût âlemine götüren yol dolayısıyla bilinmezlik âlemine geçiş yapmakta ve doğal olarak da bilinmezliğe bağlı olarak kaybolmuşlukla vasıflandırılmaktadır. Ancak beyitteki gayb kelimesi “sarây” kelimesine bağlanmakla, bahsedilen âlemin “gayb-ı ademî” şeklinde ifade edilen Hakk’ın zâtına ait varlık alanına da işaret ettiği de akla gelmektedir. Zira saray kelimesi, beraberinde akla sultan ve sultanlık kavramlarını getirmektedir. Bu sarayın sultanı Hak olunca bahsedilen âlem de ona ait olan ve mahiyeti sadece onun ilminde gizli bulunan âlem olacaktır. Bu durumda sâliklerin Hakk’ın zâtı ile ilgili hakikatleri elde edebileceği anlamı çıkacaktır ki bu da daha önce birçok defa belirtildiği üzere mümkün bulunmamaktadır. Ancak dikkat edilirse bu âleme ulaşılacağından bahsedilmemekte sadece bu âleme doğru giden bir yolun varlığından söz edilmektedir. Bu yolda ârif kulların gidebilecekleri ya da ulaşabilecekleri menziller de çeşit çeşittir ve en ileri menzil olan ve “ev ednâ” olarak da ifade edilen “imkân ile vücûb” arasındaki noktaya ulaşma ayrıcalığı sadece Hz. Muhammed’e lütfedilmiştir. Beyit bu şekilde yorumlandığında kaybolmak ifadesi de gerçek anlamına kavuşmakta ve sâliklerin vahşet çölündeki ilerlemelerinin, Hakk’a ait varlık alanına girmeden sona erdiğine imada bulunmaktadır.

Bir diğer bakış açısıyla değerlendirildiğinde ise vahşet çölünün askerleri, yani Hak âşığı sâlikler, gönüllerinden gayb âlemine giden yol sayesinde kendi benliklerinden sıyrılmakta ve fenâ makamına yükselmektedir. Böylece kaybolmak fiili belli bir alanda yolu şaşırmak anlamından, kişinin kendi beliğini kaybetmesi anlamına kaymakta ve

sâlikin Hakk’a ait varlık sahasına yani gayb âleminin sarayına ulaşarak kendi varlığını gerçek varlıkta eritmesine vurguda bulunmaktadır.