• Sonuç bulunamadı

1.3. Birmingham Çağdaş Kültür Çalışmaları Merkez

1.3.2. Gramsci ve Hegemonya

Althusser gibi ikinci kuşak Marksistler arasında sayılan Gramsci ideolojiyi bir sınıfın diğerine kabul ettirdiği fikirler bütünü olarak değil tüm sınıfların katıldığı ve yaşamın her alanına yayılmış pratikler bütünü olarak tanımlar. Althusser için önemli bir kaynak olan Gramsci’nin bahsettiği ideoloji, toplumsal sınıfların dünya görüşü olarak ideolojidir. Birey, dünya görüşüyle, daima belirli bir toplumsal kümeye, özellikle aynı düşünce ve eylem biçimini paylaşan kişilerden oluşan kümeye bağlıdır (Gramsci, 2007, s. 18). Tüm toplumsal pratiklerin içine sızan ideoloji, devletin ideolojik aygıtları tarafından doğallaştırılmakta ve sürekli olarak yeniden üretilmektedir. İdeolojinin bu şekilde tanımlanması, toplumsal kurum ve pratiklerin nasıl biçimlendirildiğini göstermeye yönelik çalışmalara sağlam bir dayanak oluşturmaktadır.

Gelişmiş bir kapitalist toplumsal sistemde doğrudan açık zora dayanmayan iktidar biçimlerinin anlaşılabilmesini olanaklı kılan ilk düşünürler arasında sayılan Gramsci’nin hegemonya çözümlemesinin kuramsal temeli, yine ona ait olan başka bir kavrama, tarihsel blok kavramına dayanmaktadır. Gramsci, sivil toplum ve devlet arasında kurduğu ilişkiyi tarihsel blok kavramı aracılığıyla hegemonya kavramına bağlamıştır. Gramsci’ye göre tarihsel blok, toplumsal bir sistemde işlerin çekip çevrilmesini aydınlara bırakan bir temel sınıfın yönetimi altında hegemonik bir sistem kurulduğu zaman bütünleşmiş olur ve tarihsel bir blok o zaman gerçekleşmiş olur. O halde hegemonyanın irdelenmesi entelektüel blokun irdelenmesinden ayrılamaz. Yapının ve üstyapının organik birliğini toplumsal gerçekliği içinde kavramayı böyle bir tarihsel blok anlayışı sağlayabilir. Gramsci, yönetici sınıf hegemonyasının nasıl

32

çöktüğünü, yeni bir hegemonik sistemin nasıl kurulduğunu ve dolayısıyla yeni bir tarihsel blokun nasıl oluştuğunu da tarihsel blok çözümlemesi çerçevesinde irdeler (Portelli, 1982, s. 6).

Tarihsel blokun gelişiminde aydınların rolünü vurgulayan Gramsci, aydınları geleneksel ve organik aydınlar olarak ikiye ayırır. Geleneksel aydınlar, toplumdaki mevcut düşünceleri ve kavramları bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde yaygınlaştırmaya çalışmaktadırlar. Doktorlar, öğretmenler ve avukatlar bu gruba dâhildirler. Gramsci’ye göre bu gruptakiler, toplumsal hegemonyanın ve siyasi iktidarın alt kademedeki işlevlerini yerine getirirler. Organik aydınlar ise, kendilerini toplumdan ve diğer unsurlardan soyutlayabilmekte ve bir üst kültür yaratabilmektedirler. Organik aydınlar, hükümet ve sivil toplum arasında fikir ileticidirler (Gramsci, 2007, s. 34).

Hegemonya kavramının Gramsci tarafından nasıl kavramlaştırıldığını daha iyi anlamak için aynı kavramı Lenin’in nasıl kullandığına bakmak yararlı olabilir. Hegemonya kavramı Lenin tarafından sınıflar arası bir siyasal ittifak stratejisi olarak kavramlaştırılırken, Gramsci bu kavramı egemen sınıfın egemen olma pratiği olarak tanımlar. Bu durumda, Gramsci’nin hegemonya kavramı kültürel ve ideolojik yönetimin en ön planda gelmesi bakımından Lenin’den ayrılmaktadır. Lenin hegemonyanın salt siyasal görünümü üzerinde durmaktadır. Oysa, Gramsci’ye göre yönetici sınıfa karşı savaşımın özsel alanı, sivil toplumda yer alır. Sivil toplumu denetleyen grup, hegemonik gruptur ve politik toplumun fethi, onu devletin tümüne yayarak bu hegemonyayı tamamlar. Gramscici hegemonya, sivil toplumun politik toplum üzerindeki önceliğidir (Portelli, 1982, s. 73).

Gramsci’ye göre sivil toplum, ‘özel alan’ biçiminde anlaşılabilecek bir alanda hareket etmektedir. Sivil toplum, yalnızca siyasal partiler, sendikalar ve medya gibi

33

kurumları kapsamaz, ideolojik ve ekonomik işlevleri bulunan kilise ve aileyi de kapsar. Sivil toplum alanı, sınıfların iktisadi, politik ve ideolojik güce sahip olabilmek için çekiştikleri bir savaş alanıdır (Hall, 1994b, s. 9). Devlet, zora, baskıya ve siyasal egemenliğe dayalı bir iktidar alanı iken, sivil toplum devlet ve üretim dışında yer alan ama yine ona dayalı olan hegemonya alanıdır. Bu iki alanın kesin biçimde ayrıldığı söylenemez. Çünkü kapitalist sistem baskı ve onayın bütünüdür. Gramsci’nin devlet ve sivil toplumun birbirinden kesin biçimde ayrılmadığı düşüncesi, Althusser’in devletin ideolojik aygıtları kuramındaki devlet aygıtlarının hem baskı hem de ideoloji yoluyla çalıştıkları düşüncesiyle örtüşmektedir.

Gramsci’nin hegemonya kavramında rıza hayati önem taşır. Egemen sınıflar, ideolojiye meşruluk kazandırarak ve insanların rızasını alarak hegemonya inşa ederler. Egemen sınıfın tahakküm altındaki sınıflardan kabul görmesi de rıza yoluyla gerçekleşmektedir. Hegemonik aygıtların işleyişiyle, baskın ideolojinin geçerli ve doğal kabul edilerek buna rıza gösterilmesine Gramsci ‘bir kültürün ortak duyusu’ adını verir. Öte yandan hegemonyanın istikrarlı olmayan bir doğası vardır. Tekil sınıfsal çıkar, sürekli olarak tüm grupların değişmeyen rızasını sağlayamaz. Bu yüzden hegemonya sürekli olarak yeniden müzakere edilir, pazarlık konusu olur ve yeniden kurulur. Böylece her egemen güç, karşı hegemonik güçlerle hesaplaşmak zorunda kalır. Bu anlamda hegemonya, pratik, dinamik ve ilişkisel bir süreçtir. Yine bu nedenle egemen sınıfın ihmal ettiği değerler, alışkanlıklar ve ritüeller alanında karşı hegemonya kurulabilir (Güngör, 2011, s. 199). Hobsbawm, Gramsci’nin hegemonya kavramının sadece gelişmiş Batı ülkeleri için değil, nüfusun çoğunluğunun rızasını kazanma ve bunu devam ettirme probleminin varlığından beri her devrimci durum için geçerli bir kavram olduğuna işaret eder (Hobsbawm, 2012, s. 16).

34

Hegemonyanın bu özelliği, kültürel çalışmalar alanında araştırma yapan yazarların da ilgi alanına girer. Williams ve Hall, kültür ve ideoloji kuramlarını hegemonya kavramı üzerine inşa ederler. Williams’ın Marxism and Literature adlı kitabının hegemonya ile ilgili bölümü hegemonya tartışılırken en çok alıntılanan kaynaklardan biridir. Williams, Gramsci’nin hegemonya kavramını kendi kitabında yaygın kullanımından başka bir şekilde ele alır. Yaygın kullanımı örneklendirmek için siyaset bilimci James Scott’un Weapons of the Weak adlı kitabındaki hegemonya tanımı verilebilir. Scott’a göre “Gramsci’nin hegemonya dediği şey, basitçe Marks ve Engels’in ideolojik hâkimiyet dediği şeye denk düşmektedir” (Crehan, 2006, s. 239).

Williams’ın kitabındaki Gramsci ve hegemonya anlayışı bu kavrayıştan farklıdır. Her toplumun her an hâkim ve etkin olan değerlere, anlamlar ve pratikler dizgesine sahip olması, Gramsci’nin hegemonya kavramıyla işaret ettiği şeyle aynı değildir. Hegemonya, durağan bir yapı değil, sürekli bir içine alma süreci olarak işleyen ve zaman zaman son derece tutarsız ve çelişkili bir görünüm sergileyebilen etkin bir süreçtir. Gramsci, bu etkin ve çelişkili görünümü alt sınıfların, hâkim sınıflara karşı muhalefeti olarak yorumlar. O’na göre, değerlerden ve anlamlardan oluşan etkili ve hâkim bir sistemin temeli sadece soyut bir iktidar yapılanmasından oluşmaz, ancak yaşanan toplumsal gerçekliğe uyumlu bir bileşim ile bu mümkün olabilir. Bu yüzden hegemonya sadece yukarıdan empoze edilen fikirler ve manipülasyon değildir ve bu yolla gerçekleşmez. Hegemonya ancak yaşanan hayatın tüm deneyimleri ve pratiklerinin bir araya gelmesi ve ortak uyumu ile gerçekleşir (Crehan, 2006, s. 240).

Williams’ın kültür yaklaşımı Gramsci’nin hegemonya kavramına yüklediği özellikleri içinde barındıran bir yapı sergilemektedir. Buna göre, işçi sınıfının kendine özgü kültürel bilincinin ortaya çıkmasını engelleyen kültür endüstrisi ürünleri işçi sınıfı üzerinde hegemonik bir etki yapmaktadır. Ancak, Williams ve kültürel araştırmalar

35

geleneğinin diğer düşünürleri, hâkim kültürün hegemonik etkilerine karşı direnişleri inceleyerek, ortaya çıkan yeni biçimleri kültürün pozitif potansiyel gücü olarak yorumlamışlardır. Bu yorum, alt sınıfların hâkim sınıflara karşı muhalefeti olarak ortaya çıkan hegemonya gibi kültürün de anlamların, değerlerin ve aktivitelerin paylaşıldığı ileri bir bilinç olarak toplumda kendiliğinden ortaya çıktığına vurgu yapmaktadır.

İletişim araçları rızanın üretiminde veya karşı hegemonya kurma sürecinde en önemli rolü üstlenebilirler. İdeoloji üreten kurumları anlam ve güç mücadelesi çerçevesinde değerlendiren Gramsci’nin kuramına göre, kitle iletişim araçları, yönetici seçkinlerin güçlerini ve konumlarını sürdürmekte kullandıkları araçlardır. Bu hegemonik aygıtların işleyişiyle, baskın ideoloji geçerli ve doğal kabul edilerek Gramsci’nin “kültürün ortak duyusu” olarak adlandırdığı şeyin bir parçası olmaktadır. (Güngör, 2011, s. 201).