• Sonuç bulunamadı

1.3. Birmingham Çağdaş Kültür Çalışmaları Merkez

1.3.4. Foucault’da Söylem ve Biyo-İktidar

Foucault söylem odaklı tezleri ve postyapısalcı iktidar çözümlemeleriyle iletişim biliminin beslendiği önemli bir kaynaktır. Modern toplumda iktidarın nasıl işlediğini, söylemin bu işleyişteki yerini, Marksist anlayışın savunduğu üretim pratiğinden ayırarak ele alan Foucault, toplumu sosyo-ekonomik veya politik kategorilere ayırmaya gerek duymaz. Foucault’ya göre iktidar, toplumda gücü elinde tutan belli bir kesimin, bir toplumsal sınıfın güdümünde değildir ve bir yerde merkezlenmemiştir. İktidar her yerdedir. Toplumun bütün dokularına işlemiş olan iktidar, yaşamın her kesitinde ve günlük yaşam pratikleri içindedir, söylemdedir. Toplumdaki her işleyiş ve herkes iktidar üretimi yapmakta olduğu için, insanlar iktidarın hem üreticisi hem de mağdurudurlar. Bir kimse aynı anda iktidarın hem üreticisi, yani öznesi, hem de nesnesi olabilmektedir (Güngör, 2011, s. 208).

Foucault’nun söylem kuramında, iktidar kavramının tanımı radikal bir değişime uğramıştır. İktidar ‘şey’leri tanımlayan, arzunun ne olduğunu öğreten, bilgiyi

42

biçimlendiren ve söylemi üretendir. Bu nedenle, iktidarın ne olduğu değil, nasıl oluştuğu sorgulanmalıdır. Bu bağlamda iktidar, programlamalar, stratejiler ve tekniklerdir. İktidarın mekanizmasından bahsetmek, bireylere uzanan ve onların eylemlerini, davranışlarını, söylemlerini, öğrenme biçimlerini ve gündelik yaşamlarını belirleyen kılcal damarlardan bahsetmek demektir. İktidar, devletin egemenliği ve yasaların gücü çerçevesinde yani örgütlenmiş baskı olmasının ötesinde, beden, cinsellik, aile, akrabalık, bilgi ve teknoloji olarak nasıl bir işleyişe sahip olduğu dikkate alınmadan çözümlenemez (Foucault, 1980, s. 119).

İktidar ilişkilerinin kurulması, pekiştirilmesi ve uygulanması, söylemin üretilmesi, dolaşımı ve işlevselliği söz konusu olmadan olanaksızdır. İktidarı olumlu bir üretme olarak kurgulayan şey, söylemdeki doğruluk koşuludur. İktidar, doğrunun üretildiği bir söylemsel bağlam olmadan insanları sarmalayamaz. İnsanlar da söylemin ürettiği doğruluk olmadan iktidarı uygulayamaz. Ancak doğru, keşfedilmek, sorgulanmak yoluyla elde edilmez. Kurumsallaşmış, ödüllendirilmiş doğru insanlar tarafından sadece konuşulur (Foucault, 1980, s. 93). Böylece Foucault’da söylem, özneyi, bilgiyi ve iktidarı sarmalayan bir ifade alanı olarak var olur ve her şeyi kendi içinde bir devinimle yaratan bir oluş durumu olarak kavranır (Sancar, 2008, s. 149).

Söylemin, kendi içinde bir devinimle yaratılan bir oluş durumu olarak kavranmasını sağlayan şey ifadedir. Fakat ifade bir çeşit dilsel bir birlik olarak tanımlanamaz. Yani sesin ve kelimenin üstünde, metnin altında bir birlik olarak tanımlanmaz. Daha çok çeşitli birlikleri oyuna sokan bir ifadenin işleviyle ilgilidir. Bu işlev, söz konusu birliklere anlam vereceği yerde, onları bir nesneler alanıyla ilişkiye sokar ve bir özne kazandıracağı yerde onlara öznel durumların birliğini açar. Sınırlarını tespit edeceği yerde onları bir ortak güdüm ve birlikte bir var oluş alanının içine

43

yerleştirir. Özdeşliğini belirleyeceği yerde, onları kuşatıldıkları, kullanıldıkları ve tekrar edildikleri bir alana yerleştirir (Foucault, 2011, s. 130).

Foucault’a göre ifade, kendi başına, her şeyden bağımsız olarak durup dururken ortaya çıkan bir şey değildir. Bu nedenle ifade, herhangi bir cümle olarak görülmemelidir. Bir ifadenin daima ‘başka ifadelerle doldurulmuş kenarları vardır’ ve ifadenin sınırlarını çizen ve ifadenin var oluş koşullarını belirleyen bu ifadeler toplamına Foucault ‘ifade alanı’ adını verir. Yani, bir cümleyi ya da işaretler serisini bir ifadeye dönüştüren şey bu ifade alanıdır ve söz konusu dönüştürme işini de, dile getirme denen faaliyeti uzaktan yöneterek yapar (Foucault, 2011, s. 159)

İfade alanı, bir ifadeler yığını değil, geçmişle mümkün ilişkiler düzenleyerek ve ona muhtemel bir gelecek açarak dile getirileni ifadeye dönüştüren, ifadeyi diğer ifadelerle belli bir ilişkiye sokan, ona ifadelerin toplamı içinde belli bir yer veren bir ‘ifade ağıdır’. O halde, kendi başına nötr ve bağımsız bir ifade yoktur, daima bir serinin ya da bir bütünün üyesi olan, başka ifadeler arasında belli bir rol oynayan, onlardan destek alan ve onlardan kendini ayıran bir ifade vardır (Foucault, 2006, s. 112). Foucault’ya göre, ifadenin öznesi, bu ifadeleri yazıya aktaran ya da söyleme döken birisi değil, farklı bireyler tarafından doldurulabilecek ‘boş bir yer’dir. Bu nedenle herhangi bir dile getirmeyi ifade olarak belirlemek, ifadenin öznesi olmak için her bireyin işgal edebildiği ve etmek zorunda olduğu pozisyonun ne olduğunu belirlemekten geçer. Başka bir deyişle ifade, bilinçli bir özneye ait bir performans değil, aksine bir kurallar bütünü olan ifade alanının mümkün kıldığı bir dile getirmedir.

İfade, öznenin kontrolünde ortaya çıkan bir performans olmadığı için ve söylem alanında konuşmaya kalkışan tüm bireylere kendini empoze ettiği için, olduğundan başka bir anlam ihtiva edemez. Bu nedenle, ifade olduğu şekliyle ele alınır. Foucault’ya

44

göre, ifadeyi ortaya çıkaran, ona özneden bağımsız bir anlam dayatan ve bu nedenle ifadenin söylediği dışında kendisine atfedilebilecek tüm anlamları iptal eden şey, ifade alanı içinde işlev gören ve sınırsız sayıda ifade olasılığından sınırlı sayıda ifadenin dolaşıma girmesine izin veren kurallar bütünüdür. O halde, yapılması gereken şey özneyi incelemek değil, bu koşulların, kuralların ne olduklarını ve nasıl işlediklerini ortaya çıkarmaktır (Foucault, 2006, s. 113).

Foucault’nun söylem kuramı, iktidar kavramının tanımında radikal bir değişim önermesi açısından çarpıcıdır. İktidar söz konusu olduğunda çoğunlukla kast edilen şey belirli bir devlet içinde vatandaşlarının bağımlılığını garanti eden kurumlar ve aygıtlar bütünü, yani şiddeti dışarıda tutup yasayı tesis eden yapısal bir birliktir. Buna göre, kurumsal çerçevede iktidardan genellikle bir grubun bir başka grup veya toplum üzerindeki etkilerini sağlayan egemenlik biçimi anlaşılır. Ancak, Foucault iktidar kavramının bütünsel birliğinden başka, ilişkiler ağı içinde bulunan iktidarın, başka bir deyişle ifade alanında dolaşıma girmesine izin verilen ifadeleri oluşturan koşulları ve kuralları oluşturan iktidarın üzerinde durur.

Foucault, Hapishanenin Doğuşu ve Cinselliğin Tarihi adlı çalışmalarında sunduğu biyo-iktidar yaklaşımıyla, bireyin ve bireyselliğin oluşturucusu olarak cinsellik de dâhil her şeyi iktidarın etkilerine bağlar. Birey, iktidarın karşısında duran bir varlık değil, iktidarın malzemesi olan ve onun aracılığıyla kendi ifadesini bulan şeydir. Biyolojik bir kategori olmasına karşın cinsiyet de iktidar tarafından kurgulanan söylemsel bir inşadır. Kurgulanmış bir deneyim kategorisi olarak cinselliğin, tarihsel, toplumsal ve kültürel kökenleri vardır. Bu tartışma içinde cinselliğin biyolojik etkenleri yok sayılmamakta, ancak kurumların ve söylemlerin cinsiyetin oluşmasında üstlendiği role daha çok önem verilmektedir. Düzenli bedenler üretmek yoluyla düzenli bir

45

toplumsal yapı üretmeyi amaçlayan biyo-iktidar, cinselliği bir düzenleme pratiği olarak, bir biyo-politik olarak kullanmaktadır (Sancar, 2008, s. 147).

Biyo-iktidar kavramı, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin cinsellikle ilişkisini tartışmak isteyen feministler için önemli bir araçtır. Foucault’ya göre, iktidar ne bir töz ne de kökeni uzun uzadıya araştırılması gereken esrarengiz bir şeydir. İktidar, yalnızca bireyler arasındaki bir tür ilişkidir. Bu tür ilişkiler mübadeleyle, üretimle, iletişimle hiçbir ilgileri olmayan ama onlarla birleştirilebilen spesifik ilişkilerdir. İktidarın karakteristik özelliği, başka insanların davranışlarını tamamen olmasa da az çok belirleyebilmesidir. Örneğin, zincire vurulup dövülen bir adam kendisi üzerinde bir güç kullanımına maruz kalmaktadır ama bu iktidar değildir. Dövülen adam ancak ölümü tercih ederek ağzını açmamakta ısrar etmek yerine konuşmaya kışkırtılabildiğinde, belli bir şekilde davranmaya itilmiş olur ki, ancak bu durumda o insanın özgürlüğü iktidara tabi olmuş ve yönetime boyun eğmiş olur. Eğer bir birey özgür kalabilecek haldeyse, bu özgürlük ne kadar dar kapsamlı olursa olsun, iktidar onu yönetime tabi kılmayı başarabilir. Potansiyel bir reddetme ya da başkaldırma olmadan iktidardan söz edilemez (Foucault, 2005, s. 55).

Baskı mekanizmalarını çözümlemeye çalışmak iktidarın işleyiş biçimine giden süreci göstermek anlamına gelir. Zira iktidarın bütün mekanizmasının özü, onun baskı üreten ilişkilere dayalı yapısından kaynaklanmaktadır. İnsanın insanlar tarafından yönetilmesine denk düşen bu rasyonalitenin kendisi, aile ilişkilerinde, küçük gruplar arasındaki veya sınıflar arasındaki ilişkilerde ya da daha genel boyutta bürokrasinin genel nüfus üzerindeki etkisinde ortaya çıkar. Çoklu ilişkiler ağında kendini gösteren bu rasyonalite herhangi bir araçsal şiddet gerektirmeyecek biçimde işler. Ne var ki, bu rasyoneliteyi eleştirmeyi veya sorgulamayı gerektiren kimi önemli noktalar bulunmaktadır. Foucault’ya göre asıl sorgulanması gereken, iktidar ilişkilerinin nasıl

46

rasyonelleştirildiğidir. Devlet yüzyıllardan beri insanın yönetiminin en çok sözü edilen, en heybetli ama aynı zamanda en kuşkulu biçimlerinden biri olmuştur. En önemlisi, siyasi eleştiri devleti aynı zamanda hem bireyselleştirici bir etken hem de totaliter bir ilke olmakla suçlamıştır. Siyasi rasyonalitenin kaçınılmaz etkileri bireyselleştirme ve bütünselleştirmedir (Foucault, 2005, s. 56). Özgürleşme ise, ancak bu iki etkiden birine değil siyasi rasyonalitenin köklerine saldırmanın ürünü olabilir.

Foucault’ya göre iktidar, bireyi kategorize ederek ve ona uymak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale eder. Bu, bireyleri özne yapan bir iktidar biçimidir. Foucault’ya göre özne sözcüğünün iki anlamı vardır: Denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da öz bilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne. Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi telkin eder. Bu çerçevede, Foucault üç tip mücadele biçiminden bahsetmektedir. Tahakküm biçimlerine (etnik, toplumsal ve dinsel) karşı yürütülen mücadeleler, bireyleri ürettikleri ürünlerden ayıran sömürü biçimlerine karşı yürütülen mücadeleler ve bireyi kendisine bağlayan ve bu şekilde diğerlerine tabi kılan duruma karşı yürütülen mücadeleler (Foucault, 2005, s. 57).

Bu mücadele biçimlerini kimi durumlarda birbirinden soyutlamak mümkün değildir. Çoğunlukla iç içe geçen bu türden durumlarda birinin daha baskın olup öne çıktığı olur. Görülüyor ki, iktidar ilişkileri içindeki rasyonaliteye içeriden ve birden fazla noktadan eleştiri getirmenin yanı sıra ona karşı direniş geliştirmek de mümkündür. Buna göre, modern iktidarı belirli bir rasyonalitenin içinde kalarak bireye biçim vermenin yanı sıra daha başka pek çok kimlik, öznellik ve konum atfeden bir yapı olarak görmek gerekir. Bu saptamaya göre devlet, modern bir bireyselleştirme aracı ya da pastoral iktidarın yeni bir biçimi olarak da görülebilir.

47

Foucault’ya göre, pastoral iktidar kendi adına değil tebaasının yararı ve iyiliği için kullanılan bir iktidardır. Pastoral iktidarın bencil amaçları yoktur. Burada güdülen temel amaç tebaanın daha iyi duruma gelebileceği koşulları hazırlamaktır. Pastoral iktidarda tebaa ile kurulan bağ kolektif değil bireysel düzeydedir. Bauman’a göre, bu durum bireyin “kolektifliğin özerk bir birimi olarak” yorumlanmasından ileri gelmektedir. Bireyin ıslahının anahtarının yine bireyin kendisinde saklı olduğunu varsayan bu yaklaşıma göre verilen ödüller ve cezalar, bireyi hakları ve sorumlulukları olan, vicdanın merkezi, karar verici ve özerk bir fail olarak şekillendirecek biçimde düzenler (Bauman, 1996, s. 63).

Bireyselleştirilmiş ve çok özel rasyonalitelere zincirlenmiş birey, bugün kendisine dayatılan her türlü kısıtlayıcı kimlikten ve öznellikten kurtulmayı, iktidarın geliştirmiş olduğu rasyonaliteye karşı bir mücadele olarak görmektedir. Foucault’ya göre, siyasi, etik, toplumsal ve felsefi bir sorun olarak, bireyi yalnızca devletten ve devletin kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil, hem devletten hem de devletle ilintili olan bireyselleştirme türünden kurtarmak gerekmektedir. Yüzyıllardan beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırılmalıdır (Foucault, 2005, s. 68). Çünkü iktidar ilişkileri önceden var olan ve sürekli yinelenen bir rızanın ürünü olsa bile, doğası itibariyle bir uzlaşmaya dayanmaz. Uzlaşmanın yokluğu iktidarın şiddete yaslandığı yolundaki düşünceyi öne çıkarır. Açıkçası, iktidar ilişkilerinin etkili olması, şiddet kullanımını, rıza elde edilmesini dışladığından daha fazla dışlamaz. Kuşkusuz hiçbir iktidar uygulaması da her ikisi birden olmadan söz konusu olamaz.

İktidarın uygulanması, kendi içinde saklı şiddet veya baskıyı imleyen görünümlerden ziyade, daha çok mümkün eylemler üzerinde işleyen bir eylemsel pratiğe işaret eder. O, eyleyen bireylerin eylem ve davranışlarının kayıt altına alındığı

48

bir düzenleme alanında yer alır. Kışkırtır, teşvik eder, bastan çıkarır, kolaylaştırır veya zorlaştırır, genişletir ya da sınırlar, aşağı yukarı olanaklı hale getirir, uç noktada kısıtlar ya da mutlak olarak engeller. Ancak eylemde bulundukları ya da bulunabilecekleri ölçüde eyleyen özne ya da özneler üzerinde eylemde bulunma biçimidir. Başka eylemler üzerindeki bir eylem kümesidir (Foucault, 2005, s. 74). Bu çerçevede iktidar, tabi kılmanın meşru biçimlerinin yanı sıra başkalarının eylem imkânlarını az çok hesaplayıp düzenleyen en geniş ve üst noktadaki düzenlemedir.

İktidarın uygulanması başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunmak olarak tanımlandığında, bu eylemler insanların başka insanlar tarafından “yönetilmesiyle” karakterize edildiğinde, bu uygulamaya önemli bir unsur olan “özgürlük” dâhil edilmiş olur. İktidar yalnızca “özgür özneler” üzerinde ve yalnızca onlar “özgür” oldukları sürece uygulanır. Bununla kastedilen, çeşitli davranış biçimlerinin, çeşitli tepkilerin ve değişik tavırların benimsenebileceği bir imkânlar alanıyla yüz yüze bulunan bireysel ya da kolektif öznelerdir. Belirleyici etmenlerin tümüyle doyurulduğu yerde iktidar ilişkisinden söz edilemez. Birbirlerini dışlayıcı bir ilişki bağlamında iktidar ile özgürlük arasında çok daha karmaşık bir etkileşim vardır. Özgürlük, iktidarın işleyebilmesi için hem bir ön koşul, hem de özgürlük iktidardan tümüyle arındığında iktidar ortadan kalkacağı ve onun yerini şiddet zorlaması alacağı için iktidarın desteği olarak görünecektir. Yine de özgürlük, iktidarın uygulanmasına yalnızca karşı çıkabilir, çünkü son tahlilde iktidar, özgürlüğü tümüyle belirlemek eğilimindedir (Foucault, 2005, s. 75). İktidar her yerde hazır ve nazırdır. Ama bu, her şeyi yenilmez birliğinin çatısı altında kümeleştirme ayrıcalığına sahip olmasından değil, her an, her noktada, daha doğrusu bir noktayla bir başka nokta arasındaki her bağıntıda üremesinden kaynaklanmaktadır. İktidar, sürekli, tekrara dayalı, cansız, kendi kendini yeniden üreten, her şeyiyle tüm bu hareketliliklerden yola çıkarak beliren, bunların her birini destek alan

49

ve geri dönerek onları sabitleştirmeye çalışan genel bir sonuçtur. Foucault’ya göre iktidar, ne bir kurum ve yapı ne de bazılarının baştan sahip olduğu gibi belirli bir güç değildir. İktidar, belli bir toplumda karmaşık bir stratejik duruma verilen addır (Foucault, 2004, s. 42).

İktidar bir ağ biçiminde işler. Bu ağ içinde bireyler yalnızca dolaşmakla kalmazlar, sürekli olarak bu iktidara katlanmak ve iktidarı uygulamak durumundadırlar. Hiçbir zaman iktidarın rıza gösteren ya da atıl hedefi olmazlar, her zaman onun aracıları olurlar. Aslında, bir bedeni, jestleri, söylemleri, arzuları birey olarak kimlikleştiren ve oluşturan şey, tam olarak iktidarın ilk etmenlerinden biridir. Buna göre birey, iktidarın karşısında olmaktan ziyade onun ilk etmenidir ve etmeni olduğu ölçüde de aracısı konumundadır. İktidar, oluşturduğu bireyden geçiş yapar (Foucault, 2004, s. 43).

Foucault’ya göre, iktidarın beden etrafında gelişen her türlü mimik, tavır ve tutumla içselleşen yapısı “bedeni çalıştırır, davranışa nüfuz eder, arzu ve zevkle iç içe girer, işte onu bu çalışma içinde suçüstü yakalamak gerekir. Yapılması gereken şey bu analizdir, bu da güç bir şeydir” (Foucault, 2007, s. 49). Bu analiz, iktidarın koparılıp elde edilen ya da paylaşılan, korunan veya elden kaçırılan bir şey olmadığını, tersine birçok noktadan geçip türeyerek eşitsiz ve dinamik ilişkiler içinde işlediğini gösterir. İktidarın bu dinamik yapısı siyasal ve toplumsal alandaki ekonomik, bilgi, teknik, ahlâkî, eğitim ve cinsel olmak üzere kurumsal dokudaki ilişkilerin dışında değil, bizzat onlara içkin ilişkilerin içinde gelişerek gerçekleşir. Foucault, bu ilişkiler ağı içinde meydana gelen bağlantılar ile iç koşullardaki bölüşümü, eşitsizlik ve dengesizliklerin dolaysız sonuçları olarak kabul eder. Bunun yanında iktidar ilişkileri yalın bir biçimde belirli bir yasaklama ya da sürdürme rolü oynayan üstyapı konumunda yer almazlar. İktidar ilişkileri, var oldukları her yerde doğrudan doğruya üretici rolü oynarlar (Foucault, 1990, s. 93).

50

Foucault’nun iktidar ilişkileri olarak nitelediği daha çok devlet aygıtlarının bireyler üzerinde uyguladığı ilişkilerdir, ama aynı zamanda babanın karısı ve çocukları üzerinde uyguladığı ilişkilerdir. Doktorun uyguladığı iktidar, eşraftan kişilerin uyguladığı iktidar, patronun fabrikasında işçiler üzerinde uyguladığı iktidardır (Foucault, 2007, s. 162). Buna göre, tek bir iktidardan çok, karmaşık ve iç içe geçmiş bir ilişkiler yumağından söz etmek gerekir. İktidar ilişkileri, karmaşık görünen yapısı ve çeşitliliğine rağmen bir tür bütünsel figür olarak örgütlenmeyi başarmışlardır. Bundan ötürü Foucault, tüm iktidar ilişkilerinin yayılma yoluyla çıktıkları tek bir odak noktasının olmadığını, ancak toplumsal bir sınıfın bir diğeri üzerindeki, bir grubun bir diğeri üzerindeki tahakkümünü bütün olarak olanaklı kılan bir biçimde söz konusu olabileceğini vurgular.

Foucault’nun iktidar ilişkileri hakkındaki analizinin temelinde yatan ikili karşıtlık dikkati hemen çeker. Ancak Foucault’ya göre egemen olanlarla, onlara bağımlı olanlar arasındaki ikili karşıtlık yukarıdan aşağıya ve toplumsal bünyenin derinliklerine kadar giden daha kısıtlı gruplar üzerinde etkisini gösteren ikilik gibi değildir. Bunu daha çok üretim aygıtları, aileler, kısıtlı gruplar, kurumlar içinde oluşan güç ilişkilerini toplumsal bünyede meydana gelen çatlaklara destek olmalarına göre ele almak gerekir. Ancak o zaman bu ilişkiler, yerel çatışmaların içinden geçen ve onları birbirine bağlayan genel bir güç çizgisi oluştururlar ve aynı zamanda yeniden dağıtım, aynı çizgiye getirme, türdeşleştirme, düzenleme, aynı odakta birleştirme gibi işlemleri yapmaya girişirler. Foucault’ya göre, büyük egemenlikler, tüm bu çatışmaların yoğunluğunun sürekli desteklediği hegemonik sonuçlardır (Foucault, 1990, s. 94).

İktidar ilişkileri çokluğu içinde, karşı iktidar odakları sürekli bir yer kapma mücadelesi içindedir. Her toplumsal yapı kendine özgü örgütlenme tarzına ve iktidar ilişkilerine sahiptir. Ancak, her devlette kendine özgü olan siyasal ve toplumsal doku ne

51

şekilde biçimlenirse biçimlensin, bütün iktidar ilişkileri eninde sonunda devlete göndermede bulunur. Bunun temel nedeni çoklu ve karmaşık nitelikteki iktidar ilişkilerinin her birisinin devletten türemesi değil, aksine bu ilişkilerin kendilerinin Foucault’nun tabiriyle “devletleşmesinden” kaynaklanır. (Foucault, 2007, s. 177).

Modern iktidarın işleyişini anlamak ve Foucaultcu analizle açıklamaya çalışmak, iktidar ağını bütün unsurlarıyla göz önünde bulundurmayı zorunlu kılar. Bu çerçevede, modern iktidar ağı süreci, strateji kavramıyla ilişkilendirilmeyi gerektirir. İktidar stratejileri, ifade alanında dolaşıma giren söylemlerin koşullarını ve kurallarını belirledikleri halde, bu söylemlere karşı oluşan direnişlere, Nurdan Gürbilek’in ifadesiyle “bastırılmış söz patlamasına” engel olamazlar.

Gürbilek (2011) Foucault’nun iktidar kuramından yola çıkarak, Türkiye’de devletin yasaklayıcı söyleminin dışında kendini gösteren, yasaklayıcı olmaktan çok çağırıcı, baskıcı olmaktan çok kışkırtıcı bir söz siyasetinin ortaya çıkışından bahseder. Gürbilek’in söyleme kışkırtma adlandırmasıyla andığı bu süreçte, bireyin özel hayatıyla ve cinsellikle ilgili özel durumlarının söze dökülmesinin normal sınırlar dâhilinde olduğu düşünülmeye başlanmıştır. Talk Showların ve gerçeklik televizyonu formatının beslendiği en önemli faktörler arasında olan bu özellik, izdivaç programlarında da göze çarpan en önemli özelliklerden biridir. Bu çalışma, izdivaç programlarında kışkırtılan söylem içindeki gizli iktidar stratejilerini açıklama çabası olarak değerlendirilebilir.

52

İKİNCİ BÖLÜM