• Sonuç bulunamadı

1.4. Gençliğin Toplumsal Aidiyeti

1.4.1. Gençlik Dönemi ve Gençliğe Yönelik Yaklaşımlar

Her bireyin doğumuyla birlikte başlayan toplumsallaşma süreci, genellikle çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık gibi kavramlarla adlandırılan ve aralarına kesin sınırlar koyulamayan dönemleri ve bu dönemlerin etkilerini içermektedir. Bir dönemin özellikleri ve o dönemde yaşanılanlar, bir sonraki dönemin özelliklerine ve yaşanılanlarına eklemlenerek, bireyin kişiliğini ve toplumsal gelişimini şekillendirmektedir. Bu bağlamda, bireyin yaşadığı dönemsel geçişler yalnızca fiziksel bir değişim sürecini değil, toplumsal, psikolojik ve kültürel faktörlerin etkisinde değişen ve dönüşen bir yaşam zincirini oluşturur.

Her dönemin kendine özgü ihtiyaçları, tamamlanması gereken görevleri, çözümlenecek sorunları ve hassas yönleri mevcuttur. Normal ve ruh sağlığı yerinde kişilik gelişmesi, bu ihtiyaçların karşılanmasına, sorunların çözümlenmesine, görevlerin uygun zamanda gerçekleşmesine ve bu hassas yönlerle başa çıkılmasına bağlıdır. Bu

doğrultuda gençlik döneminin belirgin özelliklerine değinmek mümkündür. Bu özellikler arasında duygusal coşku ve taşkınlık, çabuk kurulan ve bozulan ilişkiler, kolay etkilenme, kişiliğinin sınırlarını aşma, toplum içinde sivrilme ve ilgi çekme sayılabilir. Bu dönem, bireyin yaşamını büyük ölçüde etkileyen ve biçimlendiren kararların alındığı bir dönemdir. Ayrıca, bireyin kendisi ve yaşadığı topluma ilişkin değer yargıları da bu dönemde oluşmaktadır (Gökmen vd., 1985: 13-14). Bununla birlikte gençlikle ilgili toplumsal yargıların yüksek beklentiler içerdiğini de ifade etmek mümkündür. Bu durum, toplumun genelinde gençliğe ilişkin bazı olumsuz yargıların yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Gençlikle ilgili bu olumsuz referansların hemen her dönem geçerli olması, kuşaklar arasında varlığı kanıksanmış uzlaşmazlıkların ve yanlış anlama eğilimlerinin sonucu olabilmektedir (Nalçaoğlu, 2007: 92, 94). Bu nedenle gençlikle ilgili genel yargılara ulaşmada bu faktör gözden kaçırılmamalıdır

Gençlik, toplumun sosyo-kültürel yapısını çözümleme ve geleceğe yönelik tahminler yapabilme yetilerinin kazanıldığı bir süreç olması açısından da üzerinde çalışılması gereken önemli bir sosyal kategoridir. Bu nedenle tarih, etnoğrafya, sosyoloji ve psikoloji gibi çok çeşitli bilim dallarının araştırma konusu olmuştur. Örneğin, tarihsel yaklaşım içerisinde geliştirilen gençlik teorilerine göre, gençliğin göreli olarak insanlık tarihi içinde yeni keşfedildiği ve gençlik kavramına atfedilen tanımın endüstri devrimiyle birlikte farklılaştığı kabul edilmektedir (Burcu, 1998: 118). Sanayileşme, “küçük yetişkinlik” tanımıyla çocukların kısa bir süreçte yetişkin yaşama katılma şeklindeki toplumsal geleneği ortadan kaldıran bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirmiştir. Sanayinin yetişmiş insan gücüne duyduğu ihtiyaç, gençlik döneminin özel bir eğitim, beceri ve performans geliştirme dönemi olarak kabul edilmesini sağlamıştır (Doğan, 2004: 332). Diğer bir ifadeyle, sanayileşme ile birlikte gençlik üretim sürecinden sıyrılarak önceki nesle bağımlı olduğu tüketim odaklı bir yaşam sürmeye başlamıştır. Bu tüketim, medyayla sunulan ürünlerin ve bu ürünlerin sembolik içeriklerinin ve kurgusal imajlarının tüketimidir.

Bu doğrultuda gençliğin bir tüketici olarak, beklentiler ve rollerle donatılmış olarak konumlandırıldığı görülmektedir. Bu anlamda tüketim, insani bir eylem olarak toplumsal ilişkilere, değer yargılarına, anlam dünyasına kısacası toplumsalın içinde bireyin kendini konumlandırma biçimine atıf yapmaktadır (Aydemir, 2007: 274). Modern dünyada gençliğin tüketici kimliğinin belirginleşmesi söz konusudur ve tüketme eylemi gençliğin toplumsallaşma sürecinin şekillenmesinde etkili önemli unsurlardan birisi olmuştur.

Gençlik toplumun dinamik yapısının bir göstereni olarak, yaşadığı toplumun izlerini taşır ve o toplumun sorunlarından etkilenir; toplumsal gelişmeye ve oluşumlara aktif olarak katılır (TCMEB, 1988: 1). Diğer bir ifadeyle, gençlikle ilgili sorunları toplumun sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal sorunlarından soyutlamak mümkün değildir. Toplumsal yapıdaki sorunlar ve olumsuz koşullar gençliğe yansımaktadır. Kısacası, gençliğin sorunları temelde ait oldukları toplumsal kesimin koşulları tarafından belirlenmektedir (AÜAÖF, 1999: 3-4). Bu doğrultuda sosyolojik yaklaşım içinde geliştirilen gençlik teorileri, gençlik döneminin belirleyicisi olarak toplumsal çevre ve yaşam koşulları üzerinde durmaktadır.

Gençliğe ilişkin sosyolojik teorilerden çatışmacı, sembolik etkileşimci ve yapısal fonksiyonalist teorilere değinmek mümkündür. Çatışmacı teoriye göre, teknolojik ve kültürel değişmelerle birlikte ortaya çıkan yeni normlar, genci çatışan değerlerle karşılaştırmaktadır. Gençliği sosyal etkileşim temelinde ele alan sembolik etkileşimci teoriye göre ise birey, sosyal yapıdaki gruplar içinde yer alır, grup içinde çeşitli rollere sahip olarak grupla ve toplumla bütünleşir. Sosyal etkileşim içinde birey, kültürel inançları, değerleri ve normları içselleştiren bir model geliştirir (Burcu, 1998: 122, 129).

Buna göre; Eisenstadt ve Parsons ailenin yanı sıra, formel ve informel toplumsallaşma araçlarının etkisini vurgulayarak, formel olarak eğitim kurumları ve gençlik organizasyonlarını, informel olarak ise akran gruplarını örnek vermişlerdir (Bayhan, 1997: 371). Bu bağlamda günümüzdeki sosyal değişmelerin etkisinde ailenin

temel bazı fonksiyonlarının değişikliğe uğradığını ya da etkisinin azaldığını ifade etmek mümkündür.

Frankfurt Okulu’nun bu konuya ilişkin görüşleri dikkate değerdir. Okul’a göre; modern kapitalizmin yükselişiyle birlikte insanın gelişimine dair en eğitici güçlerden biri olan aile, daha önce elinde bulundurduğu bağımsız işlevlerinden pek çoğunu yitirmiştir. Aile yapısındaki değişimleri bir bütün olarak toplumun kriz ve çelişkilerine bağlayan Horkheimer, ailenin otorite ilişkilerinde kesin bir değişikliğin yaşandığını iddia etmektedir (Swingewood, 1996: 34). Yoğun ekonomik ve teknolojik gelişme karşısında geleneksel toplumsallaşma kurumlarından olan ailenin zayıflaması şeklinde de ifade edebileceğimiz bu değişiklik, bireylerin özerkliklerini aile-dışı güçlere bırakması olarak açıklanabilmektedir.

Bununla birlikte, toplumsal değişmelerden en fazla etkilenen sosyal kategori gençliktir. Teknolojinin günlük hayata getirdiği yenilikler karşısında toplumun aynı hızla yeni değerler yaratamamasının ortaya çıkardığı “boşluğun” toplumsal etkileri en çok gençler üzerinde açığa çıkmaktadır. Bu durum, gençlerin ergenlik dönemine özgü sorunlarının daha da çetrefilli hale gelmesine yol açan birtakım sonuçlar doğurmaktadır. Bu sonuçlar, anomi, yabancılaşma, taklit, öykünme ve bunalım gibi toplumun yeniliklere adapte olma sürecinde ortaya çıkan toplumsal patolojilerdir (Doğan, 1994: 8, 10). Gerek ailenin işlevlerinde ve bu işlevlerin kontrolünde gerekse aileyi oluşturan bireylerin rollerinde yaşanan değişmeler gençliğin toplumsallaşma sürecini etkileyen faktörlerin açıklanmasında farklı yaklaşımları da beraberinde getirmiştir.

Okul öncesi çetelerden radyo ve televizyona dek sıralanan “tüm bir aile-dışı taşıyıcılar ve güçler sistemi” aracılığıyla bireyin vaktinden önce toplumsallaştırılması nedeniyle, var olan toplumsal düzene yönelik her tür karşıt düşüncenin fiili olarak yok edilmesi söz konusudur. Kitle iletişim araçları uzmanları gereken değerleri iletmekte, verimlilik, dayanıklılık, kişilik, umut ve heyecan konularında ‘mükemmel’ bir eğitim vermektedirler. Bu nedenle, modern insanın ‘yönlendirilmiş bilinci’ deyince akla

dünyadaki sorunlara neredeyse tamamen ilgisizlik gelmektedir (Swingewood, 1996: 35). Eğlenmeden dinlenmeye kadar boş zamanın geçirilmesi de dahil her şeyin hazır halde sunulması, bireylerde edilgen tavrın hakim olmasına ve standartlaşmaya neden olmuştur (Yelken, 2007: 192). Özetle, Frankfurt Okulu düşünürlerine göre toplumsallaşmanın tohumlarının atıldığı ilk evrelerinin geçtiği aile kurumu, ekonomik ve teknolojik “yasaların” egemenliği altında büyük bir değişim geçirmiş ve bu durum kapitalizmin çıkarlarına uygun işleyen var olan düzene ayak uyduran, edilgen ve zihinleri sömürgeleştirilen bireylerin yetişmesine yol açmıştır.

Gençliğe ilişkin sosyolojik teorilerden yapısal fonksiyonalist yaklaşıma göre ise, sosyal yapının öğelerinden kaynaklanan karşılıklı fonksiyonel ilişkiler ağı, bireylerin ve grupların toplum içindeki yerlerini belirleyerek, onları belirli davranış kalıplarına yöneltmekte, beklentilerini, değer yargılarını, norm ve düşünce sistemlerini etkilemektedir (Çelebi, 1985: 105). Örneğin, bir gencin çalışma yaşamındaki pozisyonu, toplumsal tabakalaşma sistemi içindeki konumunun önemli bir belirleyicisi olabilmektedir.

Gençlik sosyolojisine ilişkin literatür incelendiğinde ise üç yaklaşımın hakim olduğu görülmektedir. Öncülüğünü Marcuse’un yaptığı ilk yaklaşım, gençliği homojen bir kitle olarak kabul ederken, ikinci yaklaşımda Bourdieu’nun gençliğin homojen bir grup olmadığını ve sosyal statüye göre farklı gençliklerin olduğunu vurguladığı görülmektedir. Dubet’in ortaya attığı diğer yaklaşıma göre ise, gençler her ne kadar ait oldukları sosyal kategorilere göre farklılık gösterseler de aynı dönemde doğmuş olmak, benzer oluşumları yaşamış olmak gibi bazı ortak deneyimleri paylaşırlar (Lüküslü, 2005: 35).

Şüphesiz, yaşam pratikleri açısından toplumlardaki gençlik dönemine ilişkin farklı sosyal, kültürel ve psikolojik boyutların varlığından söz edilebilir. Örneğin 23 yaşında üniversite öğrencisi olan genç bir birey ile 15 yaşından itibaren çalışan, evli ve çocuk sahibi olan bireyin arasında, davranış, tutum ve yaşam algıları açısından

farklılıkların olması muhtemeldir. Çalışan genç artık aile sorumluluğu ve geçim gibi sosyal görevler üstlenerek yetişkinler kategorisine girmiştir (Şahin, 2007: 161). Dolayısıyla, gençlik döneminin kabul gören yaş sınırları içindeki bireylerin yaşamlarındaki farklılıklar muhakkak mevcuttur ve bu nedenle bu dönemin psikolojik ve kültürel çözümlemelerinin homojen bir gençliği vurgulayamayacağı açıktır. Gençlik çalışmalarında gençliğin işsiz genç, lise gençliği, üniversite gençliği, göçmen gençlik gibi kategorilere ayrılarak değerlendirilmesi de bu yönde ortaya çıkmıştır. Lakin gençlik, ortak bir zaman (tarihsel süreç kesitinde) ve toplumsal zeminde bir dönemi de temsil etmektedir. Bu durum gençlik kuşaklarının ardında nedensel bir toplumsallıklar zincirini görünür kılmaktadır.

Diğer bir ifadeyle, her kuşak tarihsel ve toplumsal sürecin belli bir döneminde yaşadığı için o döneme özgü ortak yaşam olanaklarına ve deneyimine sahiptir. Ancak bu ortaklığın bir kuşak bilincine dönüşmesi kesinlik içermez ama bu kuşak bilincinin temelini de bu ortaklığın teşkil ettiğini ifade etmek mümkündür (Alemdaroğlu, 2005: 23). Jean M. Twenge (2009: 15)’in “Ben Nesli” adlı kitabında yer alan “İnsan, içinde yaşadığı çağa, babasına benzediğinden daha çok benzer” deyimi bu kuşak farklılığının bireyler üzerindeki belirleyiciliğine vurgu yapmaktadır. Twenge, 1970, 1980 ve 1990’larda doğmuş günümüzün genç bireylerini “ben nesli” olarak niteleyerek, gençliğin 1950’lerden itibaren uğradığı değişim ve dönüşümleri değerlendirmiştir.

Twenge’ye (2009: 63, 76, 149) göre, gençlik giderek daha endişeli ve gergin hale gelmekte ve önceki nesillere kıyasla sosyal ilişkiler daha da zayıflamaktadır. Bu yargılar, bireylerin toplumsal onaylanma ihtiyacını ve özsaygısını ölçen iki anketin sonuçlarından elde edilen bulguların yer aldığı çalışmalara dayanmaktadır. Bu zaman aralıklı yapılan çalışmalarda 1950’lerden bu yana genç bireylerin daha fazla özsaygıya sahip olmasının yanı sıra toplumsal onaylanma ihtiyaçlarının giderek azaldığı gözlemlenmiştir. Bireyin kendine verdiği değerin ve ayırdığı zamanın artmasına karşın günümüzde yalnızlığın, yabancılaşmanın ve dışlanmanın daha çok hissedilmesi, yaşamın daha stresli hale gelmesi ve depresyondaki birey sayısının artışı söz konusudur. Benliğin

yükselen değerine karşın sosyal sorunların artması, toplum tarafından onaylanma ve kabul görme ihtiyacının azalmasıyla ilişkilendirildiğinde ise günümüzde toplumsal aidiyetin gerekliliği ortaya çıkmaktadır.

Bu nedenle kendi kimliğini önceliği haline getirme, farklılıkları tanımama ve ötekine sınırlar çizerek oluşturulan bir kimlik yerine, farklı görüşlere ve farklı olmaya açık, dünya ve çevresi ile ilgili bireylerin gelişmesi sağlanmalıdır (Yentürk vd., 2007: 65). Genel olarak günümüz dünya gençliğinin çeşitli yol ve yönlendirmelerle sadece “an”ı yaşadıkları, tarihi de üreten birey oldukları bilincinden uzaklaştıkları gerçeği ciddi bir problemdir. Diğer bir ifadeyle dünyanın nesnel bir bellek ya da hafıza kaybı yaşaması söz konusudur. Bu nedenle genç bireylerin, hem ulusal hem de evrensel alanda toplumsal sorumluluklarının farkında olması gerekmektedir (Tüzen & Meder, 2002: 130-131). Eğitim, spor, sağlık, kültür, adalet, insan hakları, sosyal güvenlik, şehir planlama gibi gençlerle ilgili olabilecek tüm alanlarda gençlerin paydaş olarak düşünülmesi, aktif katılımının arttırılması, yetkinlik kazanması ve güçlendirilmesi sağlanmalıdır (Yentürk vd., 2007: 65-66). Toplumdaki gençlik kesimi, içinde doğduğu, yetiştiği, eğitilmekte olduğu sosyal bünyeyi ve o bünyeye ait temel özellikleri, hem koruyacak hem de çağın gereklerine göre zenginleştirip geliştirerek kendisinden sonra geleceklere aktaracak olan sosyal potansiyeldir (Avcı, 2007: 97). Bu potansiyellik toplumların refahının sürdürülebilmesinde ve kalkınmasında önemlilik arz ettiği için dikkate değerdir.