• Sonuç bulunamadı

1.3. Toplumsal Aidiyet

1.3.3. Toplumsal Aidiyet Görünümleri

1.3.3.2. Etnik Aidiyet

Etnik aidiyet ve kültürel aidiyet bireyin müdahalesi dışında gelişen aidiyetlerdir ve bireyin bu aidiyetlere sahip olması için herhangi bir eylemi gerçekleştirmesi gerekmemektedir. Bu bağlamda birey herhangi bir eylemde bulunmaksızın kimlik sahibi olmaktadır (Karaca, 2006: 112). “Etnik kimlik, bir varoluş postülasının sonucudur; sübjektif olarak yaşanan ve kavranan bir aidiyet bilincidir” (Bilgin, 1999: 60).

Bireylerin aidiyet duygusunun değerlendirilmesinde önemli bir kaynak, etnik kimlik konusundaki açılımlardır ve toplumlardaki etnik yaftalamanın gücünde saklı olan aidiyet duygusunun işlerliğini ortaya çıkarmak bu açıdan önem taşımaktadır. Bu doğrultuda yapılan çalışmalarda genel olarak, bireylerin bir gruba aidiyet duymaları ve o grubun sınırları içerisinde bireylerin etkinliği bağlamında etnik aidiyet yorumlanmıştır. Ayrıca, ait olunan grupla diğer gruplar arasında kurulan karşıtlığın, etnik kimliğin inşasında ve sürekliliğinde de etkin olduğu vurgulanmıştır (Phinney, 1990: 504). Diğer bir ifadeyle etnik kimlik, belirli bir topluluğun üyelerinin kendilerini, diğer topluluk üyelerinden ayırt eden, farklılaştıran bir aidiyet duygusudur. Bu duygu, topluluk üyelerinin kendilerini belirli bir “biz”in mensupları olarak, “onlar”dan farklılıklarını vurgulayarak kendi içlerinde birleştirmektedir (Bilgin, 1999: 65). Etnik bir gruba aidiyet diğer etnikliklerden farklılıkların vurgulandığı, aynı zamanda da aynı etnik gruba mensup olanlarla, benzerlerle de buluşulduğu bir düşünsel ortam yaratır.

Etnik kimlik ya da etnik kimliğin oluşumunda aidiyetin rolü üzerine yapılan bazı çalışmalar bağlamında konuyu tartışmak mümkündür. İlk olarak Fenton’un etnik kimlik tanımına değinmek yerinde olacaktır. Fenton, etnik grup aidiyetini, bireyin kendisini kendisi gibi olan diğerlerinden birisi olarak görmesini sağlayan sosyal kollektif bir kimlik oluşumu olarak tanımlamıştır (Fenton, 2001: 8). Ancak burada çok genel bir aidiyet oluşumundan yola çıkılarak etnik kimliğin açıklanmaya çalışıldığı görülmektedir. Barth ise etnik kimliğin salt sabit sınırlarla örülü bir birlik olmadığını belirterek, bireylerin kendisini nasıl tanımladığına ve etnik grupların ne şekilde oluştuğuna dair

sorular vasıtasıyla değerlendirmelerde bulunmuştur. Barth’a göre etnik kimlik, bireyler ve gruplar arasındaki etkileşimler ile ortaya çıkan bir tasarımdır (Barth, 2001: 7). Diğer bir ifadeyle Barth’a göre etnik grupları ayıran sınırların gücü bireylerin kimlik algılarına dayanmaktadır.

Barth tarafından ortaya konulan etnik kimliğin tasarımsal boyutu, etnik farklılıkların gerçekliğine gölge düşürmeyecek biçimde değerlendirilmelidir. Bu gerçekliği oluşturan kültürel farklılıklara ilişkin olarak yaşam tarzlarının, hangi soydan gelindiğinin ve dilsel özgünlüklerin bertaraf edildiği bir etniklikten söz etmek mümkün değildir. Önemli olan bu maddi ya da somut gerçekliklerin üzerinde yükselen kimlik duygularının yoğunluğu ve eylemsel aktifliklerdir. Diğer etnik gruplara mensup bizden olmayan kişilere karşı bir şekilde, bizden olanlarla aidiyetimizi daha güçlü hale getirmek için önyargıların beslendiği ve ayrımcılıklara varan eylemlerin gerçekleştiği bir ortamı desteklediğimizde kendimizi toplumsal bir kaos ortamında bulmamız muhtemel olacaktır. Bu açıdan etnik kimlik ilk olarak Spoonly tarafından kültürel bir gruba aidiyetin pozitif duygusu (Guibernau, 1997: 1) şeklinde tanımlanmış olsa da günümüzde hızla artan sayıdaki örnekleriyle etnik çatışmalara yol açan toplumsal bir sorun olarak görülmektedir.

Yoğun bir şekilde göç ve mülteci dalgalarına maruz kalan Batı ülkelerinde, farklı etnik grupların asimilasyonu ve entegrasyonu meselesi tartışılan başlıca konu olmuştur. Bu konuya ilişkin, sadece bireysel düzeyde değil, aynı zamanda çok katmanlı toplumsal süreçler bazında bir değerlendirme yapılması gerekmektedir. Bu değerlendirme yapılırken, hem ev sahibi toplumların “yabancı” bireylere ilişkin izledikleri sosyal politikalarının ve yerli halkın tutumlarının ve davranışlarının, hem de bu bireylerin o toplumlarda yaşadıkları ve maruz kaldıkları baskılar ve imkanlar gibi sosyal oluşumların üzerinde durulması gereklidir.

Son zamanlarda değişimler gösteren etnik hareketlerin yapısı, kültür ve devlet arasındaki ilişkiler hakkındaki geleneksel yaklaşımların yeniden gözden geçirilmesine

neden olmuştur. Etnik hareketler, etnisitenin öngörülen ulusal entegrasyon ve ekonomik gelişme sürecinde zayıflayacağı görüşünün aksine giderek önem kazanmaktadır. Bu bağlamda uzun dönemde baskı ve dışlamanın etnik değerlerin dönüşümüne yol açmadığı, tersine etnik duyguların güçlenmesine katkıda bulunduğunu ifade etmek mümkündür (Topçuoğlu, 1995: 101-102). Bu durum, göçmen bireylerin üçüncü ve sonraki nesillerinin hiç yaşamadıkları halde anavatanlarına karşı duydukları aidiyet hissi ve sahip çıkma eğilimlerinin önemli nedenleri arasındadır. Bu bireylerin ne tam içeride ne de tam dışarıda olmaları durumu, önemli bir aidiyet çözümlemesi yapmayı gerektirmektedir. Aslında bu durum, etnik aidiyetin ulusal aidiyetin yerini tutamayacağının vurgusunu barındıran önemli bir örnek teşkil eder. Bireyin aidiyet ve güvenlik gibi gereksinimlerini karşılayacak ulusal aidiyetin eksikliğinin yoğun olarak hissedildiği savını taşıyan birçok göç araştırmasına rastlamak mümkündür. Almanya’da yaşayan göçmenlerin sayıca çoğunluğunu oluşturan ve dördüncü nesile uzanmış olan Türklerin yaşantıları bu bağlamda önemli bir örnektir.

Göç, sadece fiziki bir yer değiştirme değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel bakımdan farklı bir toplumda yaşama deneyimidir. Dolayısıyla pek çok sosyal ve psikolojik sorunu da beraberinde getirmektedir (Tufan ve Yıldız, 1993: 8). Bu bağlamda, Federal Alman toplumunun yabancı bir topluluk olarak Türk göçmenleri kendi içinde yaşama hakkını kabul ederek barındırması, bu topluluğun kendi değerlerini ve davranışlarını geliştirebileceği sosyo-kültürel bir ortamın oluşturulmasını zorunlu kılmıştır (Turan, 1992: 68). Ancak, göçün başladığı dönemlerde hem Almanya hem de Türkiye, bu işgücü göçünün sadece ekonomik boyutuyla ilgilenmiş, sosyolojik anlamda bireylerin sosyal bir varlık olma yönünü atlamıştır. 1960’lı yıllarda bir uyum eğitimine tabi tutulmadan Almanya’ya göç eden Türkler, uzun bir süre ortama alışmada zorluk çekmişlerdir. Almanya’da Türklere karşı olumsuz önyargıların oluşması (Doyuran, 1990: 58-60) ve zenofobik olayların tırmanışa geçmesi (Erkal, 1997: 62-73) ise, birinci kuşak Türk göçmenlerin ayrımcılıklara maruz kalmasına neden olmuş, yaşamsal uyumlarını zorlaştırmış ve geciktirmiştir. Örneğin, Psikolog Uslucan’ın 2004 yılında gerçekleştirdiği, Berlin’de ikamet eden Türk göçmenlerin hasret duygusu ve depresyon

düzeylerini ölçtüğü araştırmasında ortaya çıkan sonuçlar, birinci kuşağın geçmiş yaşantılarının izlerini aktarmaktadır. Araştırmaya göre, en ağır depresyon sürecini yaşayanlar, 1963-1972 yıllarında Almanya’ya göç eden günümüz yaşlı Türk göçmenleridir (Schlossmacher, 2008). Özetle göç sürecinin olumsuzluklarının ve sosyal dışlanmaların yarattığı bir kaos ortamında, birinci kuşağın ne kadar zor mücadeleler içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışmış oldukları anlaşılmaktadır.

Özellikle etnisite, bireylerin etnik aidiyeti kimi zaman çok önemsemeleri ve bunda çok ısrarcı olmaları nedeniyle özel bir konuma sahiptir (Somersan, 2004: 39). Etnik farklılıkların abartılı bir biçimde yüceltilmesini bir yöntem olarak benimseyen (Fontette, 1991: 130) ırkçı düşünce, bireyin, (etnik) aidiyet grubuna indirgenmesini içerir; birey herhangi bir örnek veya bir temsilcidir (Bilgin, 1999: 71). Bu noktada bireylerin kendilerine özgü etnik kimlikleri nedeniyle sosyal çevre tarafından çoğunlukla kabul edilmediği görülmektedir.

Örneğin, 1976’da Lübnan’ı terk edip Fransa’ya yerleşen yazar Amin Maalouf (1999: 9-11), “Ölümcül Kimlikler” adlı kitabında kendisine yöneltilen “nereye ait hissettiği” sorusuna “her ikisi de” şeklindeki cevabının tatmin edici bulunmaması konusundaki rahatsızlıklarını dile getirmektedir. Aidiyetlerinin tümünü içeren kendine özgü tek bir kimliği olduğunu ifade eden yazar, çok yönlü aidiyetlerinin tümünü üstlenen ya da karmaşık bir kimlik talep eden herkesin toplum dışına itilebileceği olasılığının, toplumların gidişatında tehlike içeren bir durum arz ettiğini belirtmektedir.