• Sonuç bulunamadı

Değerleri, Beklentileri ve Sorunları ile Üniversite Gençliği

1.4. Gençliğin Toplumsal Aidiyeti

1.4.2. Değerleri, Beklentileri ve Sorunları ile Üniversite Gençliği

Sosyoloji literatüründeki değer çalışmalarında, sosyal ve siyasi çevrenin etkisi her zaman dikkate alınmıştır. Toplumsal yapıyı oluşturan temel kurumlar kendilerine ait değerleri de içermektedirler. Ekonomi, siyaset, aile, hukuk, eğitim, din gibi kurumların işleyişleri birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği gibi, bu kurumların değerlerini de birbirinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bununla birlikte değerler arasında üst düzeyde bir uyumun oluşumu, bireyin çevreye uyumunun şartlarından birisidir

(Topçuoğlu, 1999: 15). Bu bağlamda üniversite gençliğinin yeni sosyal çevresine uyumunun, kişisel gelişiminde ve sosyal başarıların kazanılmasında etkili olduğu ifade edilebilir. Üniversite öğrenimi sürecinde genç bireylerin kurumsal değerlerle örüntülü yaşamında uyumlu bir aidiyet ağını yakalayabilmesi önemlidir. Kurumsal değerleri kendi değerleriyle özümseyen gençlerin toplumsal kurumlara ve dolayısıyla topluma aidiyetleri güçlenir. Toplumların gelecek nesli olarak gençlerin toplumsal aidiyetlerinin güçlenmesi, toplumların sürekliliğini sağlayan bütünlük duygusunu hakim kılar.

Bu bağlamda, gençlerin mensubu oldukları üniversiteye, bu üniversitenin bulunduğu kente, sosyal ilişkiler içinde bulundukları arkadaş grupları ve öğretim üyelerine ilişkin duyguları, düşünceleri ve atfettikleri değerler önemlidir. Çünkü bunlar, gençlerin topluma aidiyetlerinin oluşumunu biçimlendiren önemli faktörlerdendir.

Üniversitenin bir kurum olarak ele alınmasının yanı sıra, örgüt kültürü çalışmalarında bir eğitim örgütü olarak üzerinde çalışıldığı görülmektedir. Çünkü üniversitedeki ilişkiler bürokratik kurallardan daha çok ortak değerler etrafında şekillenmektedir (Terzi, 2007: 100). Paylaşılan değerlere, inançlara, duygulara, normlara, geleneklere ve ortak bir misyona sahip eğitim örgütlerinin önemli aktörleri olan yöneticiler, eğiticiler ve öğrenciler, kültür taşıyıcısı olarak mensubu oldukları eğitim kuruluşunun sürekliliğinde rol oynarlar (Yılmaz & Oğuz, 2005: 110).

Toplumsal aidiyetin oluşmasında düzgün bir iş sahibi olmanın da önemi büyüktür. İş sahibi olabilmek için pazarlanabilecek becerilere sahip olmanın gerekliliği ise bilinen bir gerçektir (UNDP, 2008: 68). Bu noktada üniversite öğrencisi olmanın birçok avantajı olduğunu ifade etmek gerekir. Bununla birlikte, günümüzde, meslek kazandırmanın yanı sıra üniversitelerin, gençleri, içinde yaşadığı toplumun ve dünyanın sorunlarına duyarlı, bu sorunları anlayabilecek bilgiyi ve çözümleyebilecek eleştirel ve yaratıcı düşünceyi sağlayan ve bu çözümleri hayata geçirebilecek bir yapıya kavuşmaları gerekmektedir (Yentürk vd., 2007: 69).

Toplumun ihtiyaç duyduğu nitelikli insan gücünü yetiştiren akademik örgütlerin kültürel açıdan incelenmesi bu tür örgütlerin rolleri açısından da önem taşımaktadır. Örgütler ürettikleri kültürle varlıklarının gerekçesi olarak belirledikleri amaçlarını gerçekleştirmek için gerekli olan işlevleri ve araçlarını belirlemektedir. Bununla birlikte akademik örgütlerde var olan kültürel yapının öğrenci tarafından algılanma biçimi de önemlidir. Çünkü öğrenciler bu kültürü kendi süzgeçlerinden geçirerek yeniden tanımlamakta ve beklentileri çerçevesinde değerlendirmektedir. Ayrıca, bu kültürel algılamanın öğrencilerin akademik başarı düzeylerinde de etkili olduğu bazı araştırmalarda ortaya konmuştur. Örneğin, Marceulides ve diğerleri (2005) okul kültürü konusunda yaptıkları bir araştırmada, okulun kültürel çevresi ile ilgili öğrenci algılarının öğrenci başarısı üzerinde etkili olduğunu tespit etmişlerdir (Terzi, 2007: 98-100).

Bu doğrultuda üniversite gençliğini kuşatan, üniversitede öğrenim görmenin ortaya çıkardığı kültürel çevreler bağlamında kampüs kültürü ve fakülte kültürüne değinmek gerekir. Kampüs kültürü geniş anlamda bir öğrenci kültürüdür ve arkadaş etkileşimiyle ortaya çıkan, öğrencinin çevresine ilişkin algılarını şekillendiren değerler, inançlar, tutumlar ve faaliyetlerin bütünüdür. Kampus kültürü öğrencinin, kampüste hangi faaliyetlerin önemli olduğu, hangilerinin hoş görülmediği, sınıf içinde ve dışında kabul görmüş davranışların neler olduğu ve hangi öğretim üyesini dersinin tercih edilebileceği gibi birçok konudaki algısını etkilemektedir. Bu etkileme süreci, aslında öğrencinin üniversite ile ilgili konulardaki değerlendirmelerini kolaylaştırıcı standartlar sunmaktadır (Green, 1998’ten Aktaran Erdem & İşbaşı, 2001: 38-39). Okul-Fakülte kültürü ise, resmi olarak açıklanmış kuralları, düzenlemeleri ve amaçları içerdiği gibi, öğrenciye kazandırılmak istenen akademik disiplin kültürünün (branş / meslek) öngördüğü tutumları da oluşturan bir yapıdır. Ancak bu kültürün kendisinden ziyade öğrencilerin kültürü nasıl algıladığı önemlidir (Erdem & İşbaşı, 2001: 39).

Bireyin yeni çevreye uyum sürecinde, çevrenin uyumu kolaylaştırıcı ve zorlaştırıcı etkisinin dışında, kişilik özellikleri ile ilgili faktörler bireyin sosyal davranışlarını belirleyen önemli bir boyuttur. Uyum süreci açısından düşünüldüğünde,

liseden üniversiteye geçiş süreci, öğrencilerin gerek akademik gelişimleri, gerekse sosyal uyum düzeyleri açısından önemli görünmektedir. Dolayısıyla uyum sürecinin bir fonksiyonu olarak bazı öğrenciler, sınırlı yaşantılarına bağlı olarak yeni kural ve normlara uyum sağlama, çalışma becerileri yokluğu, akademik zorluklar, sosyal destek kaybı, yalnızlık ve sıla özlemi gibi sorunlarla karşılaşabilmektedirler (Duru, 2008a: 14).

Özellikle memleketinden ve ailesinden ayrı bir kentte öğrenim gören üniversite gencinin akademik başarı sağlamasının yanı sıra kendi kendine denetim ve bağımsızlığa uyum sağlaması gerekmektedir. Sorumluluk bilincinin arttığı üniversite yaşamında düşüncelerini, duygularını ve ihtiyaçlarını sağlıklı bir şekilde başkalarına aktarabilen, kendi haklarını savunabilen, saygı ve empati içerisinde iletişim kurabilen bir genç olabilmek, kişisel gelişim ve özgün bir kimlik inşası için çok önemlidir. Üniversitenin toplumun farklı kesimlerinden gelen birçok öğrenciyi barındırması, kimlik geliştirme çabasına yönelik oluşturulan küçük bir toplum kurgusunda staj yapmaya benzetilebilir. Farklılıkların biraradalığındaki bu yeni sosyal çevreye sahip olan üniversite gençliği, birçok konuda tek başınadır. Artan sorumlulukları tek başına alma durumu bu genç bireyleri destek arayışına yöneltmekte ve arkadaş gruplarında aidiyet arayışlarına itmektedir. Bu nedenle üniversite gençliğinin öğrenim sürecinde personeli ve öğretim elemanlarıyla üniversite kurumu kadar arkadaş gruplarının da önemi büyüktür.

Bebeklikten yetişkinliğe doğru birey-çevre etkileşimi bağlamında toplumsallaşmanın işlevsel araçlarının da zamanla değiştiği görülmektedir. Bebeklikte anne-baba, çocuklukta özel insan ve ergenlikte aile ve arkadaş grupları önemli aidiyet kaynaklarıdır. Gençlerin kimliklerini yapılandırırken başvurdukları aidiyet kaynaklarının yeterliliği ya da niteliği de bireylerdeki yalnızlık duygusunun ortaya çıkmasında önemli bir etkendir. Birçok duygusal, bilişsel, ailesel ve psiko-sosyal faktör tarafından etkilenmesine karşın; yalızlık duygusu daha çok bireyin (ilişki kurduğu birey sayısı ve ilişki sıklığından ziyade) sosyal ilişkilerinden aldığı doyum ve bunu algılama biçimi ile ilişkili görülmektedir (Duru, 2008b: 16, 18). Örneğin; yalnızlığın, bireyin duygu durumunu, sosyal becerilerini ve toplumsallaşmasını etkilediğini savunan Karaoğlu ve

arkadaşları (2009: 19, 24, 25), ilgili konuda yaptıkları bir alan araştırmasında Selçuk Üniversitesi örnekleminde üniversite gençliğinin yalnızlık düzeyini incelemişlerdir. Araştırmanın sonunda, üniversitede geçilen sürenin diğer bir ifadeyle öğrenim gördükleri sınıf düzeyinin yalnızlık düzeyi ile ilişkisi olmadığını, ancak yaşadığı yerden memnun olma durumu ile yalnızlık puanları arasında anlamlı bir farka ulaşıldığını belirtmişlerdir.

Duru (2008b: 16), ‘yalnızlık’ üzerinde durduğu çalışmasında, Kohut’un (2007) aidiyet duygusunun gelişiminin son basamağı olarak kavramlaştırdığı sosyal bağlılık duygusuna vurgu yapmıştır. Sosyal bağlılık duygusunun ergenlikten yetişkinliğe geçiş sürecinde önemli olduğunu vurgulayarak bireyin kendisini sosyal ve duygusal ilişkilerinin anlamlı bir parçası olarak hissedebilmesinin öznel farkındalığını içerdiğini belirtmektedir. Lee ve Robbins (1998) yüksek sosyal bağlılık duygusuna sahip bireylerin yeni sosyal ortamlara daha rahat katılabilirken, düşük sosyal bağlılık duygusuna sahip bireylerin duygu ve gereksinimlerini yönetmekte zorluk çektiklerini ve düşük öz saygı, kaygı, depresyon ve yalnızlık yaşayabileceklerini ifade etmişlerdir.

Benzer şekilde otonomi ve sosyotropi kişilik boyutlarıyla depresyon arasındaki ilişkinin değerlendirildiği, üniversite öğrencileri üzerinde yapılan çalışmalarda da anlamlı bulgulara ulaşıldığı görülmektedir. Otonomi, bireyin bağımsızlık ve amaçlarına ulaşma gereksinimlerine işaret etmektedir. Yüksek otonomiye sahip bireyler, kişisel başarı ve başarısızlıklara büyük önem verirler. Çevre üzerindeki kontrolün kaybı ve başarısızlıklar bu bireylerde depresyona neden olabilmektedir. Sosyotropi ise, bireyin diğer bireylerle olumlu ilişkilerde olma ihtiyacını belirtmektedir. Yüksek sosyotropik bireyler için diğer bireyler tarafından onaylanmak çok önemlidir ve bireylerarası ilişkilerde algılanan kayıp veya reddedilme bu bireylerde depresyona yol açabilmektedir (Beck, 1983: 272; Bieling vd., 2000: 763).

Bu yönde yapılan diğer bir çalışmada Hammen ve arkadaşları (1985), örneklem olarak ele aldığı üniversite öğrencilerinden sosyotropik grupta yer alanlarda, depresyon

ve kişilerarası alanda yaşanan olaylar arasındaki ilişkinin, başarı alanında yaşanan olaylar arasındaki ilişkiden daha kuvvetli olduğu bulgusuna ulaşmışlardır. Söz konusu çalışmada benzer ilişki, otonomik denekler için anlamlı bulunmamıştır (Kabakçı, 2001: 274). Kabakçı (2001: 279) ise 596 üniversite öğrencisine uyguladığı alan araştırmasında, hem sosyotropik hem de otonomik kişilik özellikleri taşıyanların stres derecesi yüksek sosyotropik yaşam olaylarından etkilendikleri sonucuna ulaşmıştır.