• Sonuç bulunamadı

1.3. Toplumsal Aidiyet

1.3.3. Toplumsal Aidiyet Görünümleri

1.3.3.3. Dinsel Aidiyet

Geertz’e (2007: 177) göre din, bireyler için güçlü, kapsamlı ve uzun süre devam eden ruh halleri ve güdülenmeleri tesis etmek üzere işleyen bir semboller sistemidir. Din, genel bir varoluş düzeninin kavramlarını formüle ederek ve bu kavramlara bir olgusallık havası katarak, ruh hallerinin ve güdülenmelerin kendilerine özgü bir biçimde gerçekçi görünmelerini sağlar. Bununla birlikte din ve dinin etkileri üzerine yapılan

araştırmalarda, hem bireysel hem de toplumsal bağlamların konu edildiği görülmektedir. Din ile toplum arasındaki ilişkiyi, toplumdaki bireylerin dinsel eylemlerini gözlemlemek ve bu bireylerde dini bir kimlik inşası sürecini analiz etmek gibi mikro boyutlar etrafında inceleyen araştırmalar mevcuttur. Öte yandan, dinin bireyler arasında dayanışmayı ve birlik duygusunu sağlayan temel bir unsur olduğu görüşünden hareketle, toplumsal bütünleşmenin bir aracı olarak makro düzeyde dinin etkilerini ve işlevlerini ele alan araştırmacılar da özellikle din sosyolojisinin gelişimi açısından önemli olan tartışmalarda ve yorumlarda bulunmuşlardır.

Durkheim, dinin toplumda dört temel görevi olduğunu belirterek dinin bireylerin mensubu oldukları topluma olan bağlılıklarını (aidiyetini) güçlendirdiğini savunmuştur. Bu görevlerden ilki, dinin bireyin belirli kurallara uyarak kendini disipline etmesine yardımcı olmasıdır (Özkalp, 1995: 176). Bütün dinler, inananların saygı ve korku duyduğu toplumsal yaşamın olağanüstü yönlerini ifade eden “kutsal”ı temsil eden dini sembollere sahiptir. Bu semboller, kutsal sözcükler, resimler, yemekler, kurbanlar ve yerler şeklinde olabilmektedir. Bununla birlikte birçok din, genel bir evren ve yaradılış teorisi sunar (Bozkurt, 2006: 241). Sembolleriyle ve teorileriyle din bu açıdan bireylerin yaşam tarzlarına şekil veren bir ehemmiyet arz etmektedir. Dinin ikinci görevi ise, dinin bireyler arasında birleşme ve dayanışma sağlamasıdır (Özkalp, 1995: 176). Dinlerin sahip olduğu belirli gelenekleri, efsaneleri, azizleri, ilahileri, ibadetleri ve sık sık tekrarlanan ritüelleri, toplumdaki bireyleri bir arada tutmak için gereken dayanışmayı sağlamaktadır (Bozkurt, 2006: 241). Dinsel ritüeller, manevi bir ortaklık içerisinde aynı dine mensup bireylerin beraber hareket etmelerini sağlayan pratiklerdir.

Durkheim’a göre dinin üçüncü görevi ise, geleneklerin devamlılığını sağlamaktır (Özkalp, 1995: 176). Dolayısıyla birey ile din arasındaki ilişki, toplumsallaşma süreci sonucunda oluşan bir ilişkidir. Peygamberlerin hayatları ve dinî öğretileri, din büyüklerinin fikirleri ve hayat hikayelerinin yanında insanların gündelik hayatlarında dini nasıl yaşayacaklarına dair bilgiler içeren kitaplar, kültürel ritüeller, sohbetler,

toplantılar, kitle iletişim araçlarında gösterilen filmler ve programlar dinî toplumsallaşmanın sürekli olarak üretilmesini sağlamaktadır (Akın, 2011: 62-63).

Dini ayinlerin bireylerde bir huzur ve güven ortamı yaratarak onları mutlu kılması ve kaygılardan, endişelerden uzaklaştırması, dinin dördüncü görevi olarak belirtilmiştir (Özkalp, 1995: 176). Din, bireylere gönül huzuru sağlayan, bireylerin akıllarıyla açıklayamadığı soruları cevaplandıran, dünyada varoluş nedenlerini açıklayarak hayatlarına anlam kazandırandır (Lundberg vd., 1970: 152). Benzer şekilde Weber, dini ne ekonomik çıkarların ne de dayanışmanın bir aracı olarak görmüş; dinin birincil amacının insanın varoluşuna anlam vermek olduğunu öne sürmüştür (Bozkurt, 2006: 248). Bununla birlikte din, belirsizlikler, tehlikeler ve mutsuzluklarla dolu bir dünyada bireylerin güvenlik ihtiyacına cevap veren bir işlev de gösterir (Lundberg vd., 1970: 152). Dinsel dünyanın gerçek dünyanın yansımasından başka bir şey olmadığı savını taşıyan Marx dahi, bireylerin dünyanın acımasızlıklarına karşı kendilerini korumak ve huzuru bulmak amacıyla dine sığındıklarını kabul etmiştir (Bozkurt, 2006: 245). Sonuç olarak tüm bu görevleriyle din, bireylerin topluma aidiyetlerini sağlar ve toplumdaki bireylerin birbirleriyle birlik ve dayanışma içerisinde olmalarına destek olur. Bununla birlikte dinin toplumsal işlevleri sosyal değişmelere paralel bir biçimde farklılaşmalar göstermiştir. “Eskiden yaşam biçimini belirleyen öğelerin en önemlileri büyü, dini güçler ve bunlara duyulan inançla ortaya çıkan ahlaki ödev duygusuydu” (Weber, 2010: 19). Din, ilkel sosyal yaşamın kurumsal bir parçası değil, sosyal yapının bizzat kendisiydi. Ancak din, genellikle toplumun tamamını bütünleştirici -yaşamın farklı kesitleri arasında bağ kuran- bir faktör olma vasfını büyük ölçüde yitirmiş, kurumsallaşıp izole olmuş ve diğer pek çok sektörün yanı sıra bu sektörler mertebesinden bir sektör olmuştur (Zijderveld, 2001: 216-217). Modern toplumlarda dinin uzmanlaşmış kurumlardan birisi haline gelmesiyle, dinin toplumda oynadığı roller değişmiş, din birçok eski fonksiyonunu uzman kurumlara devretmiştir (Bozkurt, 2006: 254). Bu bağlamda Weber, toplumda rasyonelleşmeye doğru giden bir süreç içerisinde dinin ele alınması gerektiğini savunmuştur. Şöyle ki, önceki toplumlar din, gelenek veya

kişisel karizma gibi irrasyonel inançlar veya düşünce sistemlerine dayanırlarken, modern toplum mantığa ve kendi düşünce ve örgütlenme sisteminin asıl temeli olarak akla başvurmaya dayanır (Slattery, 2007: 79). Bu düşünce modern toplumların bilim, hukuk ve iş alanları gibi sosyal yaşamı idame ettiren işlevsel alanlarında rasyonalitenin etkisinin görülmesi şeklinde açımlanabilir.

Bu bağlamda Bryan Wilson, “Laik Bir Toplumda Din” (1966) adlı çalışmasıyla Batılı toplumlarda dinin öneminin yitirildiği, hatta ortadan kalkma tehlikesi içinde olduğu iddialarını öne sürerek bilimsel arenada önemli bir tartışma başlatmıştır. Wilson’un laikleşme tezi toplumların sanayileşirken, daha rasyonel, bilimsel ve uzmanlaşmış toplumlar haline gelerek, geleneksel değerler, inançlar ve pratiklerin zayıfladığı teorisine dayanmaktadır. Sanayi toplumunda yaşayan bireyler artık hayatın anlamını açıklamak için dine ihtiyaç duymamaktadır. Din artık toplumun değerleri ve hayat tarzının merkezi unsuru olmaktan çıkmıştır. Weber’in sanayileşen toplumların daha rasyonel ve mantıklı düşünme ve organizasyon biçimlerini benimsemek zorunda kaldığı ve din gibi geleneksel otorite kaynaklarının bir kenara itildiği savından yola çıkan Wilson’a göre, dinsel mezhep ve tarikatların sayısındaki artış, dindeki ayrışmanın ve klisenin güç ve etkisindeki zayıflamanın etkisi ile ortaya çıkmıştır. Bu nedenle din, toplumsal konsensüsü ve ortak değerleri pekiştirmek yerine, modern toplumdaki inançlar ve hakikatler çoğulluğunu yansıtmaktadır (Slattery, 2007: 302-304).

Modern sanayi toplumundaki değişimler etrafında dinin kendisini sergilediği kurumsal formların arka planını yakalamaya çalışan Berger ve Luckmann ise, din ve - bireylerin bir dine mensubiyetlerine ilişkin bir kavram olarak- dindarlığın temel özelliklerini açıklamaya girişmişlerdir. Hem Berger hem de Luckmann, cemaatler, mezhepler ve tarikatlar gibi dinin kurumsal biçimlerinde birbirlerine sıkı sıkıya bağlı bireylerin davranışlarına odaklanmanın, makro düzeyde bir din sosyolojisi analizinin yapılmasına engel olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu nedenle bu iki düşünür, Weber ve Durkheim’ın sosyo-kültürel yaşam hakkındaki genel düşüncelerinde dine atfettikleri merkeziliği seçerek bu sosyo-kültürel düzen içerisinde bireysel varoluş (kimlik)

sorunuyla ilgilenmişlerdir. Özellikle Luckmann’ın temel ilgi odağı, birey için anlam ve önem sağlama yolu olarak dinsel aidiyet (mensubiyet) olmuştur (Robertson, 2007: 235- 236).

Din, insanlarda önemli bir aidiyet duygusu üretmektedir. Bireyde dinsel aidiyetin oluşması, dini inançların ve değerlerin gelişmesi sürecinde başka dinlere ait olumsuz örneklere başvurulduğu da görülmektedir. Buna göre bireyin dinî toplumsallaşma sürecinde, mensubu olmadığı karşı dinin ya da aynı dine bağlı farklı bir mezhebin inançlarının ve ritüellerinin olumsuzlanması ve ötekileştirilmesi söz konusudur (Akın, 2011: 64). Nitekim Kehrer’in dini gruplar arasındaki çatışmalara ilişkin açıklamaları, bireylerin ötekiyle/lerle bir karşıtlık ilişkisi içerisinde güçlü bir dinsel aidiyet kurmasına ilişkin ayrıntıları ve dinin toplumsal bütünleşmeyi tehdit ettiği durumların varlığına ilişkin vurguları içerir. Kehrer (2007: 96-97) “bir toplumun dini homojenliği bozulur bozulmaz, dini organizasyonlar arasında bir çatışma ortaya çıkar” diyerek, her dini grubun kendi dini kültür biçimini geliştirdiği için tüm toplumla ilgili bir bilincin oluşmasının engelleneceğini vurgulamak istemiştir. Bir toplumun norm sisteminin, bir gruba göre diğer bir dini grubun değer sistemine daha uygun düştüğü durumlarda dini çatışma şiddetlenebileceği gibi, devletin egemenlik mercilerinin tarafsızlıklarını vurguladığı zaman da dini gruplar arasındaki azınlık-çoğunluk ilişkisine bağlı olarak bir çatışmanın şiddetlenmesi olasıdır.

Laikleşme teorisinin başlattığı tartışmalarda ortaya konulan diğer önemli bir sav da örgütlü dinin güç kaybettiği söylenebilse de bireysel inanç ve manevi anlam ihtiyacının güçlü olduğudur. Örneğin postmodernistler, bilim ve rasyonalitenin cazibesini yitirmesi ve koruyuculuk görevini yerine getirememesi nedeniyle bireylerin yeniden irrasyonel ve manevi alanlara yöneldiklerini savunmuşlardır. Gilles Kepel (1994) İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik olmak üzere büyük dinlerin, modern toplumun anonim ve kişisellikten uzak doğasına karşı bir tepki olarak canlandıklarını öne sürmüştür. Dolayısıyla dinin etkisinin ve öneminin bu bağlamda en modern toplumlarda bile gücünü sürdürdüğünü ifade etmek mümkündür (Aktay, 2007: 333; Slattery, 2007:

308). Kepel’in “Tanrı’nın İntikamı” dediği bu dinsel canlanma durumu, dini olguda keşfedilmeyi bekleyen daha pek çok noktanın mevcudiyetine işaret etmektedir (Aktay, 2007: 337). Nitekim toplumun açıklanabilmesi için önemli bir değişken olan din, sosyal eylem ve olguların gerisindeki anlam dünyalarını yakalamamızı sağlar (Aydın, 2007: 346). Sonuç olarak bir dine aidiyet duyan bireylerin davranışları ve toplumsal örgütlenmeleri, o dinin etkisi altında şekillenmektedir.