• Sonuç bulunamadı

Farklı İfadelerle Kur’an’ı Tedebbür Etmeyi Anlatan Ayetler

C. TEDEBBÜR KAVRAMI

3. Tedebbürle İlgili Ayetler

3.2. Farklı İfadelerle Kur’an’ı Tedebbür Etmeyi Anlatan Ayetler

َﻦﻴِﻟﱠوَﻷا ُﻢُهءﺎَﺑﺁ

a. Mü’minûn 23/68: “Hâlâ o kelâmı tedebbür etmezler mi? Yoksa onlara

atalarına gelmemiş bir şey mi geldi?”

Bu ayetin sibâk ve siyâkında açık bir şekilde inkârcılardan bahsedilmiş, Kur’an kendilerine ulaştırıldığı halde, yüz çeviren kimselerin kıyamet günü yaşadıkları haller tasvir edilmiştir: “Karşınızda âyetlerim okunuyordu da siz ardınıza dönüyordunuz. Ona kafa tutarak gece lakırdıları ile hezeyanlar ediyordunuz.”358 İşte bu ayetlerden sonra yine gaip (üçüncü şahıs) siygasına geçilerek inkarcılar mevzu bahis edilir ve bu sözü düşünüp anlamaya çalışmadıkları için kınanırlar. Ayetin devamında inkarcıların düşünüp akıl erdirecekleri kelamın Kur’an olduğu; onlara atalarına indirilmeyen bir kelam indirildiği, dolayısıyla bunu yadırgayıp ondan kaçmamaları gerektiği ifade edilir.

Müfessirler, ayetteki (لﻮﻘﻟا) “el-kavl” ifadesinin Kur’ân olduğunu söylemişler; (مأ) harfine de yukarıdaki ayette olduğu gibi (ﻞﺑ ) anlamı vermişlerdir; bu da “Evet, onlara atlarına gelmeyen bir şey gelmiştir” anlamındadır.Hemze, istifhâm-ı inkârî, fa ise atıf içindir. Yani yapacaklarını yaptılar ve Kur’an’ı düşünmediler, demektir.359 Kurtubî’ye göre Kur’an burada Kelâm olarak adlandırılmıştır, çünkü onlar bu Kelâm’a muhatap olmuşlardır.360 (Yani Kur’an’ın nüzulünün canlı şahitleri, kimi zaman doğrudan ayetlerin muhatabı olmuşlardır. Bir başka ifadeyle bu ifade tarzı, Kur’an’ın hitap/diyalog oluşuna işarettir.) Ayet, (نﺁﺮﻘﻟا نوﺮﺑﺪﺘﻳ ﻼﻓأ) ayetleriyle aynı anlamdadır.361

Ayet genel olarak şöyle anlaşılmıştır: “Bu müşrikler, Allah’ın indirmiş olduğunu ve kelamını düşünmediler ve de onun içindeki ibretleri ve Allah’ın kendilerine karşı orada ortaya koyduğu hüccetleri öğrenmediler mi? Halbuki onlara

358 el-Mü’minûn 23/66–67.

359 Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 820; Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 126; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 705. 360 Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 126.

daha önceki seleflerine gelmeyen bir şey gelmiştir, onlar da buna karşı gururlu davranmakta ve yüz çevirmektedirler. Allah onların Kur’ân’ı anlamamalarını, düşünmemelerini ve ondan yüz çevirmelerini yadırgamaktadır.”362

Zemahşerî ayeti şöyle anlamıştır: “Onlar Kur’an’ın apaçık bir hak olduğunu bilmek, onu ve getirdiklerini tasdik etmek için bu Kur’an’ı tedebbür etmezler mi? Evet, işte onlara atalarına gelmeyen bir şey gelmiştir, şu ayette beyan edildiği gibi: “Babaları uyarılmayan bir toplumu uyarman için…”363 İşte bunun için onu inkar ediyor ve ondan uzak duruyorlar. Yahut onun ayetlerini ve onlardan önce kendilerine indirileni yalanlayanların kıssalarını tedebbür esnasında korkmaları için Kur’an’ı tedebbür etmelidirler. Yoksa onlar; Allah’tan korktuklarından, ona, kitaplarına, peygamberlerine iman ve itaatlerinden dolayı başlarına azap gelmeyen ataları gibi güvende midirler? Onların ataları İsmâil (a.s.) onun soyundan gelen Adnan ve Kahtan’ın soyundan gelenlerdir.”364

Müfessir ayete iki anlam vermiştir. Birincisi onlar Kur’an’ı düşünüp anlamalıdırlar; zira onlara atalarına gelmeyen bir kitap gelmiştir. İkinci anlam da onlar Kur’an’ı ve önceki milletlerden tekzip eden kavimlerin kıssalarını okumalı, düşünüp anlamaya çalışmalıdırlar; atalarımıza azap gelmemiştir diye kendilerini azaptan güvende hissetmemelidirler. Çünkü İsmail (a.s.) ve onun soyundan gelenler Allah’tan korkan kimselerdi. Nitekim İbn Abbas da buna: “Yoksa onlara azaptan bir emân mı geldi, işte babalarına gelmeyen şey azaptır; o halde bu gururdan vazgeçsinler.”365 diyerek işaret etmektedir.

Fahruddîn Râzî ayetle ilgili olarak iki şeye dikkat çekmektedir. Birincisi: İnkârcıların, Kur’ân’ın varlığının delili hususunda düşünmemeleri ki bu, Cenâb-ı Hakk’ın, “Yoksa Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı?”366 ayetinden anlaşılan husustur. Böylece Cenâb-ı Hakk, Kur’ân adı verilen o sözün onlara malum olduğunu ve onların, Kur’ân’ın, fesahat bakımından Arapların kelâmından farklı olduğunu, tutarsızlıktan ve çelişkiden daima uzak olduğunu belirtmiştir. Kur’ân’ın, Yaratıcıyı tanımayı ve bir bilmeyi gerektiren şeylere dikkat çekmesi açısından, bu hususta

362Taberî, Câmiu’l-Beyân, IX, 233; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 334. 363 Yâsîn 36/6.

364 Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 820 365 Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 126. 366 Muhammed 47/24.

onların düşünme imkânları bulunduğunu; o halde batılı bırakıp hakka dönmeleri için, bu hususta düşünmemelerinin manasızlığını beyan buyurmuştur. İkincisi: İnkârcıların, peygamberlerin gelişinin, âdetin hilâfına bir iş olduğuna inanmalarıdır ki bu da, Cenâb-ı Hakk’ın, “Yoksa kendilerine, evvelki babalarına gelmemiş olan birşey mi geldi?” ayetinden anlaşılan husustur. Bu böyledir, zira onlar, ümmetlere peygamberlerin ardarda geldiğini, onlara mucizeler gösterdiklerini ve ümmetlerin bir kısmının yalanlamaları sebebiyle helak olduklarını biliyorlardı. Binaenaleyh bu durum onları, tasdikte bulunmaya çağırmaz, mı?367

Şevkânî ise ayete şu yorumu getirmiştir: “Allah onların küfre sapmalarının dört sebebi olduğunu beyan etmiştir: Birincisi, Kur’an’ı düşünmemeleridir. Çünkü onlar onun manalarını düşünselerdi onlara bu kitabın hak olduğu zahir olacak, ona ve içindekilere iman edeceklerdi. İkincisi ise, onlara atalarına gelmeyen bir kitap gelmiştir, bu da onların Kur’an’ı inkarlarına sebep olmuştur.368 Üçüncü ve dördüncü sebepler ise diğer ayetlerle ilgilidir: “Yoksa peygamberlerini tanımadılar mı da onun için inkâr ediyorlar? Yoksa onda bir Cinnet var, mı diyorlar? Hayır, o onlara hakk ile geldi fakat ekserisi hakkı hoşlanmıyorlar.” 369

Bu ayette de görülmektedir ki inkarcıların Kur’an’a karşı önyargılı davranışları, Kur’an’ı anlamaya çabalamamaları onları hakikate ulaşmaktan ve onu kabule yanaşmaktan alıkoymaktadır. Özellikle o çağın inkarcılarında, evvelki atalarının böyle bir kelâma muhatap olmamış olmaları saplantısı Kur’an’ı ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’i kabul etmemelerinde etkili olmaktadır.370 Onlar bu saplantıdan Kur’an’ı anlayıp üzerinde düşünmekle kurtulabilirlerdi; bugünün inkarcıları da yine aynı yöntemle, Allah’ın kelâmını anlayıp üzerinde inceden inceye düşünmekle, Kur’an hakkındaki önyargı ve saplantılarından kurtulabileceklerdir.

367 Râzî, Tefsir-i Kebir, XI, 196. 368 Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 705. 369 Mü’minûn 23/69–70.

370 Burada şu farklı yorumu da zikretmeliyiz: Esed, ayete şu meâli vermiş: “Peki onlar (Allah’ın bu)

sözünü anlamaya hiç çalışmadılar mı? Yahut geçip gitmiş atalarına hiç gelmeyen bir şey mi geldi onlara?” ve ayetle ilgili şu notu düşmüştür: “Kur’an’ın insanoğluna daha önce de vahyedilen

mesajların devamından başka bir şey olmadığını ima eden bir ifade. Kur’an Mesajı, II, 697,698. Müellif, bu yorumuyla: Allah kelamını ilk kez indiriyor değildir, daha önce de indirmiştir, dolayısıyla yadırganacak bir durum yoktur, demek istemektedir.

ﱠﺑﱠﺪَﻴِﻟ ٌكَرﺎَﺒُﻣ َﻚْﻴَﻟِإ ُﻩﺎَﻨْﻟَﺰﻧَأ ٌبﺎَﺘِآ ِبﺎَﺒْﻟَﻷا اﻮُﻟوُأ َﺮﱠآَﺬَﺘَﻴِﻟَو ِﻪِﺗﺎَﻳﺁ اوُﺮ b. Sâd 38/29: “Bu çok mübarek kitabı sana, özü temizler ayetlerini

düşünsünler ve ibret alsınlar diye indirdik.”

Sâd suresinin ilk ayeti Kur’an-ı Kerim’den söz ederek başlar: “Sad, Bu öğütle dolu Kur’an’a bak!” Yer yer bu anlatım devam eder: “O Kur’an aramızdan ona mı indirilmiş? Doğrusu onlar benim Kur’an’ımdan bir şüphe içindeler; doğrusu henüz azabımı tatmadılar.371 Ayetin bağlamında mümin/muttakiler, kafir ve mücrimler anlatılmıştır: “Yoksa iman edip de salih amel işleyenleri Biz o yeryüzündeki bozguncular gibi yapar mıyız? Yoksa o takva sahiplerini, azgın günahkarlar gibi yapar mıyız?”372 Daha sonra da konu ile ilgili, ele alacağımız ayet gelmiştir. Bu ayette yukarıdaki üç ayetten farklı olarak, kınama (tevbîh) yoluyla yapılan bir anlatım değil, yönlendirici/teşvik edici bir anlatım tercih edilmiştir. Yâni ayetle ideal bir amel ortaya konmuş ve Kur’an’ın Hz. Peygamber (s.a.v.)’e indiriliş gayesinin bu olduğu bildirilmiştir. O ideal davranış da Kur’an’ı tedebbür etmek bunun sonucunda da öğüt almaktır. Bu da ayetin bağlamında ifade edilen muttakilerin yapacağı bir ameldir.

Taberî’nin ifadesine göre kıraat âlimleri ayetin (اوﺮﺑﺪﻴﻟ ) kısmının okunuşunda ihtilaf etmişlerdir. Ancak çoğunluk bunu “yâ” ile yâni “liyeddebberû” şeklinde okumuştur. Bu okunuşla anlam: “Seni kendilerine göndermiş olduğumuz kimseler bu Kur’an’ı düşünsünler diye…” şeklinde olmaktadır. Ebu Cafer ve Asım (Kurtubî, Şeybe ismini de zikreder ve bunun Hz. Ali (r.a.)’ın kıraati olduğunu373, Âlûsi ise Kisâî ismini zikredip, Hz. Ali’nin aslı üzere “liyetedebberû” şeklinde okuduğunu söyler374) “tâ” ile yâni “litedebberû” okumuşlardır, (aslı “litetedebberû”dur, te’nin biri kolay okumak için atılmıştır375). Bu kıraatle de anlam: “Sen ve sana tâbi olanlar, (ümmetin âlimleri376), Kur’an’ı düşünün diye…” olmuştur.377 Müfessir bu farklılığı şöyle değerlendirmektedir: “Bizim kanaatimize göre her iki okuyuş da doğrudur,

371 Sâd 38/8. 372 Sâd 38/28.

373 Kurtubî, el-Câmi’, XV, 119.

374 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl I, 45; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXIII, 189. 375 Kurtubî, el-Câmi’, XV, 119.

376 Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXIII, 189. 377 Taberî, Câmiu’l-Beyân, X, 576.

şöyle ki: Her iki kıraat de meşhur ve sahihtir, dolayısıyla okuyucu hangisiyle okursa isabet etmiştir.”378

Kurtubî, (اوﺮﺑﺪﻴﻟ) (اوﺮﺑﺪﺘﻴﻟ) demektir, “yetedebberû”daki “te” harfi “dâl” harfine kalb edilmiştir, şeklindeki izâhından sonra şunları söylemektedir: “Bunda Kur’an’ın mânalarını bilmenin vacip oluşuna, Kur’an’ı en güzel okuma şeklinin tertil oluşuna, tedebbürün de ancak böyle bir okuyuşla sahih olacağına delil vardır.379

Ayetin tefsiriyle ilgili Hasan-ı Basrî’den gelen bir başka rivayet şöyledir: “Sınırları çiğnenirken, harflerini hıfzetmekle Kur’an tedebbür edilmiş olmaz; biri çıkar der ki: ‘Kur’an’ın hepsini okuyup hatmettim.’ Halbuki Kur’an onun ne ahlakında ne de amelinde görülür.”380 Aynı rivayet Zemahşerî’de şu şekildedir: “Bu Kur’an’ı, tefsir bilgisi olmayan köleler ve çocuklar okumuşlardır; harflerini ezberlemişler ama hadlerini çiğnemişlerdir. Sonra da içlerinden biri çıkıp: ‘Şu Kur’an’ı baştan sona hatmettim, bir harf bile atlamadım,’ der. Vallahi o hepsini atlamıştır, çünkü Kur’an’ın onun üzerinde ne ahlak ne de amel bakımından hiçbir eseri yoktur. Vallahi Kur’an’ı hadlerini zayi ederken, harflerini hıfzetmek değildir.381

Kurtubî tefsîrinin mukaddimesinde şunları söylemiş, sonra da bu ayeti zikretmiştir: “Allah’ın kitabını hıfzeden kimselere, Kur’an’ı hakkıyla tilavet etmek, mâna ve mefhumlarının hakikatlerini tedebbür etmek, ilgi çekici noktalarını anlamak, anlaşılmayan lafızlarını da açıklamak vaciptir.”382

Zemahşerî, (ِﻪِﺗﺎَﻳﺁ اوُﺮﱠﺑﱠﺪَﻴِﻟ) tedebbüru’l-âyâtı şöyle açıklamıştır: “Ayetler üzerinde tefekkür etmek, ayetin zahirinin düşündürdüğü sahih tefsirleri ve güzel manaları teemmül etmektir; zira her kim sadece okuduğunun zahiriyle yetinirse, o kısır kalacaktır; bu tıpkı sağılacak sütü olup da sağmayan, kısrağı olup da yavrulatmayan kimseye benzer.383 Müfessirin verdiği anlama yakın başka anlamlar da verilmiştir: “Kur’an’ı sana, kâinatın ve teşrîin sırlarını anlatan ayetleri üzerinde düşünsünler; ayetlerin zâhirinin düşündürdüğü üstün, çıkarım yapılabilecek mânâları ve makbul, sahih tefsirleri öğrensinler ve tabi olsunlar, diye indirdik.”384

378 Taberî, Câmiu’l-Beyân, X, 576. 379 Kurtubî, el-Câmi’, XV, 119. 380 İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 43. 381 Zemahşerî, el-Keşşâf, 1088. 382 Kurtubî, el-Câmi’, I, 27. 383 Zemahşerî, el-Keşşâf, 1088.

Suyûtî (v.911/1505), kıraat esnasında tedebbürün ehemmiyetini şöyle açıklamıştır: “Kıraatte tedebbür ve tefehhüm yolunu tutmak; en yüce gaye, en önemli arzudur. Zira böyle bir okuyuş gönüllere inşirah, kalplere aydınlık verir. Nitekim Allah: “Bu çok mübarek kitabı sana, özü temizler ayetlerini düşünsünler ve ibret alsınlar diye indirdik.” “Bu Kur’an’ı inceden inceye düşünmezler mi?” buyurmuştur. Tedebbürün niteliği okuyucunun kalbini, okuduğu lafızların manasını tefekkür etmekle meşgul etmesi, böylelikle her ayetin manasını öğrenmesi, emirleri ve yasakları teemmül etmesi ve bunlara itikat etmesidir. Eğer geçmişte bir kusuru olduğunu görmüşse bunun için istiğfar etmesi, rahmet ayetine geldiği zaman ferahlaması, azap ayetine geldiği zaman Allah’a sığınması, Allah’ı tenzih etmesi, ona dua etmesi ve yakarmasıdır.385

Müfessirlerin ifade ettiği görüşleri şöyle değerlendirmek mümkündür: ayet birinci kıraate göre anlaşılırsa umûmi bir mâna ifade etmiş ve tüm insanları kapsam alanına almış olur. Dolayısıyla ayet diğer üç ayetle hemen hemen aynı anlamı içermiş olur.

Diğer kıraate göre anlarsak daha özel anlamda Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ümmetin Kur’an üzerindeki tefekkürü anlaşılır. Müfessirler de tefsirlerini genelde buna göre yapmışlardır. Mesela Hasan-ı Basrî’nin görüşünü değerlendirirsek; onun bu sözleriyle Müslüman toplumda yaşanan bir durumu tenkit ettiğini görürüz. Ayetin tefsiriyle ilgili Hasan-ı Basrî’den gelen diğer bir görüş de şöyledir: “Andolsun ki, sizden öncekiler Kur’ân okumaya başladılar mı, bu tilâvetleri sabaha kadar sürerdi. Sabah olunca, bu halleri onların simalarından okunurdu. Fakat bugün sizden biriniz Kur'ân-ı Kerîm okuyor, ancak okuduğu kelam hançeresinden aşağı inmiyor.” 386 “Sizden öncekiler” sözüyle sahâbeyi, “bu okuyuşları sabaha kadar sürerdi” sözüyle de onların tertîl ve tedebbürle okumalarını kastetmiş olmalıdır. Bu görüşüyle onun, toplumdaki her ferdin Kur’an okurken anlama ve tedebbür etme sorumluluğu bulunduğunu anlatmak istediği anlaşılmaktadır. Tabii işaret ettiği diğer bir nokta da Kur’an’ın hayata geçirişiyle ilgilidir.

385 Süyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l Kur’an, I, 283.

386 Abdurrahman b. Ali b. Muhammed İbnü’l Cevzî, Hasan-ı Basrî, (trc. Mustafa Kaya), Erkam Y.,

Dikkat çeken bir nokta da Kurtubî’nin diğer ayetlerde de geçtiği üzere, Kur’an’ın manalarını bilmenin ve tedebbür etmenin vacip oluşundan bahsetmesidir. Taberî ve diğerleri de doğrudan vâcip ifadesini kullanmamışlarsa da buna yakın şeyler söylemişlerdir. “Sen ve sana tâbi olanlar, Kur’an’ı düşünün diye bu kitabı indirdik” izahında olduğu gibi. Acaba bu vücup ümmetin bütün fertlerini mi bağlamaktadır? Mesela Müslüman olan ve farklı dilleri konuşan her millet böyle bir şeyle sorumlu mudurlar? Evet, sorumludurlar, cevabı verilse bile bunun pratikte ne kadar karşılığı vardır.

Elbette bu tartışılabilecek geniş bir konudur. Ancak biz ayetlerden ve görüşlerden yola çıkarak şu kısa değerlendirmeyi yapabiliriz. Allah Kur’an’ın indiriliş gayesini, anlamak, tefekkür etmek ve öğüt almak olarak beyan etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in uygulamalarında bunun pek çok örneğini görmek mümkündür.387 Suyûtî’nin ifadeleri ile söylersek: Kıraatte tedebbür ve tefehhüm yolunu tutmak; en yüce gaye (el-maksûdü’l a’zam), en önemli arzudur (el-matlûbü’l ehem). O halde her Müslüman fert kapasitesi, anlayışı, bilgi ve kültür seviyesine göre ilâhi mesajı anlama gayretinde olmalıdır. Her seviyedeki insanın ondan anlayacak, öğrenecek ve ibret/öğüt alacağı bir şeyleri vardır. Kâinat ve yaratılışla ilgili ayetler, iman esaslarının, kıyamet tasvirlerinin, ahiret hallerinin, cennet ve cehennemin anlatıldığı ayetler; önceki toplumların haberleri, peygamberlerin mücadeleleri; belli başlı hükümler, emirler ve yasaklar, üzerinde düşünülebilecek ve öğüt alınabilecek konulardır. Nitekim ayette: “Biz Kur’an’ı kolaylaştırdık, yok mu öğüt alan?”388 buyurulmuştur. Farklı dillerden olan Müslümanlar bunu öncelikle bu dili öğrenmek yoluyla gerçekleştirebileceklerdir. Buna imkan bulamayanlar ise kendi dillerindeki Kur’an meal ve tefsirleriyle bunu yapabileceklerdir. Nitekim Müslüman olan milletlerin hemen hepsinin dilinde bu tür çalışmalar tarihten günümüze kadar yapıla gelmiştir.389

Bu söylediğimiz asgari düzeyde yapılabilecek bir çalışmadır. Kur’an’ı anlamak, üzerinde tam manasıyla düşünüp istinbatta bulunmak, elbette ihtisası gerekli kılan bir husustur. İşte “litedebberû” şeklindeki kıraate: “Sen ve ümmetin

387 Bkz: Suyûtî, el-İtkân, I, 283–285. 388 Kamer 54/17, 22, 32, 40.

389 Bu çalışmalar için bkz: Hamidullah, Kur’anı Kerîm Tarihi, (trc: Salih Tuğ), İFAV, İstanbul 2000, s.

âlimleri”390 anlamının verilmesi bu bakımdan anlamlı olmuştur. “İlimde rüsuh sahipleri…”391 ayetinde ve: “elbette bunların istinbata kadir olanları onu anlar bilirlerdi”392 ayetinde de buna işaret olmalıdır. Nitekim Cassâs (v.370/980) ayetin tefsiriyle ilgili olarak: “Allah bizi bu ayetle Kur’an üzerinde tefekküre teşvik etmekte, istinbat ve tedebbüre yüreklendirmektedir (harrazanâ). Hükümlerini derk etme konusunda öne geçmemiz; istinbata kadir olan, ileri görüşlü âlimlerden olmamız için ibret almayı emretmektedir.” demektedir.393 Çünkü mütehassıs âlimler, ayetlerin zahirinin ötesine geçecekler, sahih tefsirler yapıp üstün manalar çıkaracaklar, yine bunları ümmetin idrakine sunacaklardır. Kur’an-ı Kerim’de belağat seviyesi yüksek, müciz/mücmel kabilinden pek çok ayet vardır. Kimi zaman bu mücmel ayetleri açıklayan, mutlak anlamları sınırlandıran ayetler vardır. Yine inceden inceye izah edilmesi gerekli olan hükümler, İslam toplumunun yaşadığı vasata ve şartlara göre değişebilecek konular vardır. Bu ve benzeri hususlar ümmete sahasında otorite âlimler tarafından açıklanıp anlatılacaktır.

Bu konuyu Zerkeşî’nin (v.794/1392) ümmetle ilgili bir tasnifiyle bitirmek istiyoruz. Her ne kadar farklı bir tasnif olsa da, ümmetin fertleri arasında Kur’an’ın okunması, tefekkür edilmesi ve değişik haller yaşanması gibi hususları izah etmesi bakımından önem arz etmektedir. “Tedebbürle Kur’an tilavetinin üç makamı olduğu söylenmiştir:

Birincisi: Okuyucunun Mütekellim’in (Allah’ın) sıfatlarını kelamında müşahede etmesi, hitabının manalarını bilmesi, ona kelamı vasıtasıyla nazar etmesidir… Çünkü her kelime bir ismi, bir sıfatı, bir hükmü, bir dileği, bir fiili anlatır. Çünkü kelam sıfatlardan bahseder, o sıfatların sahibine/mevsufa işaret ederler. İşte bu, müminlerden arif olanların makamıdır... Arif kimse bütün anlayışını mütekellime tahsis etmiş, bütün fikrini onda yoğunlaştırmış, mütekellimi müşahede ile müsteğrak olmuştur. Nitekim Câfer-i Sâdık: “Allah kullarına kelamı ile tecelli etmiştir, ama gören nerde!” demiştir. Ebu Abdullah Kuraşî de der ki: “Kalpler kirlerden arınmış olsaydı insanlar, Kur’an okumaya doyamazlardı.”

390 Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXIII, 189. 391 Âli İmrân 3/7.

392 Nisâ 4/83.

393 Ebu Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî el-Cassâs, Ahkâmü’l Kur’ân,(thk: Muhammed es-Sâdık el-

İkincisi: Okuyucunun kalbi ile müşahede etmesi, sanki Allah sözleriyle onunla konuşuyor ve ona verdiği nimetler ve ihsanlarla sevgisini belli ediyor gibi olmasıdır. Bu da hayâ ve tazim makamıdır. Onun hali de dinlemek ve anlamaktır. Bu da mukarrabin olan herkesin makamıdır.

Üçüncüsü de okuyucunun Rabbine yakarmasıdır. İşte bu da isteme ve ona tutunma makamıdır. Onun hali de talep hali olup, ashâb-ı yemin makamı, yani bütün muttakilerin makamıdır.”394

D. TEFEKKÜR, TEZEKKÜR VE TEDEBBÜR KAVRAMLARI