• Sonuç bulunamadı

2. Mekân

2.4. Ev içi Pratikler

2.4.3. Ev, Kadın ve Yeniden Üretim Faaliyetleri

94 düşünmediği herhangi bir işaret aracı seyirci tarafından anlamlandırılabileceği gibi işaret araçları oyuncunun aslında olmadığı ama olmak istediği bir kişi ya da ait olmadığı ama aitmiş gibi göstermek istediği bir grubun üyesi gibi sunmak için de kullanabilir. Bu durumda işaretin, gerçekte ortada olmayan bir şeyin varlığını ifade etmek amacıyla kullanılabildiği söylenebilir (Goffman, 2009, s. 65). Uygun işaret araçları edinildiğinde ve bunların kullanımında ustalaşıldığında, bu araçlar günlük performansların toplumun benimseyeceği bir tarzda süslenmesi amacıyla kullanılabilir. Dittmar, tüketim mallarının postmodern dönemde kimliğin parçalanma duygusuna karşı bir bütünlük yanılsamasıyla karşı tepki verdiğini ve tarihsel bir bütünlük duygusu sağladığı çıkarımında bulunur (aktaran Bilsel, 2010). Young, ev kurma aktivitelerinin, evin kime ait olduğunun tanımlanmasına maddi destek verdiğini belirtirken kişisel kimliğin sabit olmadığını, sürekli oluşum içinde bulunduğunu, etkileşimin ve tarihin akışkanlığında yaşadığımızı, bir andan diğerine, bir yıldan gelecek yıla değiştiğimizi çünkü etkileşimin ve tarihin akışkanlığında yaşadığımızı diğerleriyle farklılaşan ilişkiler tarafından yapılandırıldığımızı belirterek postmodern dönemde kimlik ve maddi kültür arasındaki bağı kurar (1993, s. 151).

95 edilemez olgulardır. Bu karşılıklı ilişkide toplumsal cinsiyet rolleri çevreyi şekillendirirken çevre de toplumsal cinsiyet algısının biçimlenmesinde etkili bir faktördür. Alkan Korkmaz ve Allmer bu ilişki çerçevesinde objelerin ve mekânların formları, kullanım pratikleri ya da toplumsal algıda konumlandırıldıkları yer doğrultusunda dişil ya da eril kodlarla eşleştirildiklerini yani cinsiyetlendirildiklerini belirtmektedir. (2013, s. 108). Bu bağlamda ev, her zaman kadınla ilişkilendirilmiş ve yeniden üretilmiştir. Kadınla evin ilişkilendirilme biçimi sonunda kadınlar için ev, ev için de kadınları vazgeçilmez hale getirmiştir ve bu durum Edgü tarafından “yere bağımlılık” ile açıklanmıştır. Edgü, aileyi bir arada tutmaya ve rutin işlere odaklanmış kadınların bütün zamanlarını adadıkları, bu nedenle ister istemez detaycı oldukları evlerini bırakamayacaklarını, dünyalarını orada kurduklarını ve evlerine karşı bu yüzden duydukları bağlılık nedeniyle kendilerini orada güvende hissettiklerini ifade eder (2009, s. 77). Kadınların mekânı yaratma, kurma, düzenleme, kullanma ve dönüştürme işlemleriyle ona egemen olduklarını belirten Akpınar, mekânın da onların dünyasını biçimlendirdiğini ve anlamlandırdığını, kadınların kimliklerini ve duygularını eve yansıttıklarını ifade eder (2009, s. 28, 27) Ev ve kadın arasındaki ilişkiyi Soykan, “Ev dişidir: içine alır, besler, büyütür, korur”

(2009, s. 100) diye özetlerken Gezer, kadını evin ruhu olarak nitelendirir ve “[e]vin ruhu ile kadın ruhu arasında kimi zaman müthiş bir hesaplaşma, kimi zaman kusursuz bir uyum, kimi zaman da fantastik bir öznel katılım vardır” diye devam eder (2009, s. 94).

Her ne kadar 19. yüzyıldaki ev ve iş yerinin “dramatik kopuş”uyla kadının yerinin ev olduğu düşüncesi güçlenmişse de bu düşünce 19. yüzyılın çok daha öncesine gitmekte, bu özdeşlik hem biyolojik cinsiyet hem de toplumsal cinsiyetle

96 ilişkilendirilmektedir. Mekânın bedenle ilişkisi bağlamında bedenin beraberinde getirdiği biyolojik cinsiyet olgusunun mekânla doğrudan ilişkisinin bulunduğunu belirten Alkan Korkmaz ve Allmer bu ilişkiyi iki şekilde kurar. Bazen metaforik çağrışımlar yoluyla mekânın, bedenin cinsiyete dair fiziksel özelliklerini birebir taklit ettiğini ve kıvrımlı hatlara sahip iç mekânların kadınla, yüksek kulelerin erkeklerle ilişkilenmesinin bu bağlamda düşünülebileceğini ifade eder. Mekânlar bazen de toplumsal kabullerin yarattığı dişil ve eril kodları kullanarak beden, bedenlerin oluşturduğu toplumsal ve mekânsal düzenleri ifade etmenin aracı olarak kabul edilmektedir. Böylelikle bedeni içine alan çevreyi tanımlayan kategoriler, kadın ile erkek arasındaki temel sosyal ayrımları sembolize eden ve destekleyen değerler sistemlerine paralel şekillenmektedir. Ön, sağ, üst gibi üstün koordinatların erkeklerle, alt, sol ve arka gibi koordinatların ise dişil unsurlarla eşleştirilmesi, bu tip ayrımı ifade etmektedir (2013, s. 108, 112).

Mekân ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkinin ve kadın erkek iş bölümünün kökenini Edgü (2009, s. 73-74),

Antropologlara göre doğurganlığı ile yüceltilmiş ve tanrı katına çıkarılmış olan kadınlar ve dünyevi erkekler arasındaki sosyal kurallar ve işbölümünün kökleri ilk çağlara kadar uzanır. Avcılık toplayıcılık dönemlerinde kadınların doğurdukları çocukları emzirme zorunluluğu, hatta ağlayan çocukların avları ürkütmesi nedeniyle geride bırakılmış olmaları, gönülsüz de olsa bir işbölümünü gerektirmiştir…. Göçebe hayattan yerleşik tarım düzenine geçildiğinde bile doğurulan çocukların beslenme ve bakım zorunluluğu devam etmektedir. Böylece tarla, bahçe işleri ve devamında gelen ottan böcekten ilaç yapma teknikleri ile hasta bakıcılık, yani ev mekânı ve yakın çevrenin sorumluluğu kadına, çobanlık, savaşçılık gibi görece uzak çevrelerdeki mücadeleler de erkeğe bırakılmıştır. … Kadının evin direği, yani ev çatısının ana taşıyıcısı olması işte aşağı yukarı bu iş bölümünün ortaya konulduğu dönemlere denk gelir. Yuvayı yapan dişi kuş, evi yuvaya çeviren üstün varlık, yani kadın, bir anlamda mecbur kalmıştır bütün bu etiketleri üstüne yapıştırmaya

sözleri ile açıklar.

97 Mekânın cinsiyetlendirilmesi ve evin kadınlarla özdeşleştirilmesinin temeli, farklı dönemlerde farkı şekillerde açıklanmıştır. Antik Yunan’da vücut ısısına göre yapılan ayrımda, vücut ısısı yüksek erkekler agoraya, dışarıya ve kamusal alana, vücut ısısı düşük kadınlar ise eve, içeriye ve özel alana konumlandırılmıştır. 15.

yüzyılda Leon Battista Albert, ataerkil sistemin, denetimlerin ve uygulamaların gerçekleştiği özel alanı yani evi, kadının yeri olarak işaret ederken kadının erkeğe ait dış dünyadan uzak olduğunu ve çıkabileceği alanların sınırlı olduğunu belirtir. 19.

yüzyılda cinsiyete dair mekânsal ayrışmayı “ayrışık alanlar ideolojisi”yle açıklayan Davidoff ve Hall, kamusal alandan dışlanan kadının evle eşleştirildiğini, evin kadına atfedilen erdem, fazilet ve beceriklilik gibi özelliklerle tanımlandığını belirtir.

Mekânın fiziksel biçimlenişi ile var olan toplumsal cinsiyet rolleri arasında bağlantı kuran Massey ise toplumsal rollerle mekânın biçimlenişi arasındaki karşılıklı etkileşimi vurgular. Fiziksel mekânın toplumsal algı tarafından biçimlendiğini, toplumsal ilişkileri belirleyen sosyal haritaların aynı zamanda fiziksel mekânların da sınırını çizdiğini ifade eden Shirley Ardener, “[b]öylelikle sosyal mekân, diğer hiyerarşik ayrımların yanında özellikle cinsiyete dayalı olarak bölünmekte, farklı mekânlara farklı pratikler atfedilmektedir” demektedir ( Alkan Korkmaz ve Allmere, 2013: 111-114).

Cinsiyet eşitsizliğinin kaynağı olan, kadına ve erkeğe birbirinden tamamen farklı iki dünyada yer açan bütün bu ayrımların temelinde kadının doğaya ve erkeğin kültüre ait olduğu düşüncesi bulunmaktadır. Bu düşünce doğrultusunda daha güçsüz ve bakıma muhtaç kadın, doğayla ilişkilenince doğurmak, beslemek ve büyütmek gibi faaliyetler de onun asli görevi olmuş ve bütün bu yeniden üretim faaliyetlerini gerçekleştireceği erdem ve fazilet gibi değerlerin mekânı olan ev, kadınların

98 kimliklerinin ve öznelliklerinin kurulmasında temel olmuştur. Kadınların evle sınırlandırılması, antik çağdan beri gündemde olmasına rağmen endüstri devrimiyle birlikte başka bir hale bürünmüştür. Çünkü bu dönem itibariyle iş ile özel yaşamın birarada yürüdüğü alandaki varlığını kadın, bu iki alanın birbirinden ayrılmasıyla kaybetmiş ve Bora’nın belirttiği gibi (2005) evin, ekonominin dışında konumlanmasıyla, “ev kadınlığı” gibi tarihsel bir konum ortaya çıkmıştır. Bora, ev kadınlığının, her sınıftan kadın öznelliğinin kurulmasında önemli bir etken haline geldiğini bu bağlamda evin, kadınlık deneyiminde kilit bir rol oynadığını ifade eder.

Evin kadınlık deneyiminde böylesine önemli bir etken olması, yeniden üretim faaliyetlerinin gerçekleştirildiği alan olmasıyla ilişkilidir. Bora, tarafından toplumun ve kültürün ortaya çıkışında kurucu rolü olduğu belirtilen “yeniden üretim”

faaliyetlerinin, Simon de Beauvoir tarafından hayatı sürdürmek için yürütülen bu nedenle de bireyselliğin ifadesi olamayacağı belirtilse de kadının kimliğinin kurulmasında, doğallıkla evin kimliğinin kurulması ve farklılaşmasında da etkili olduğu açıktır. Bora’nın çalışması, ev işlerinin farklı kadın öznelliklerini kurmada nasıl kullanıldığını Irish Marion Young’un ev işi yuva işi ayrımından hareketle ortaya koymuştur.

Yuva işi, nesnelere yaşayan anlamlar ihsan etmek onları uzam içinde ait oldukları kişilerin yaşam etkinliklerini kolaylaştırmak üzere düzenlemektir. Sevgi dolu bir bakım etkinliği ile ev halkı için anlamlı bir kimliğin sürdürülmesi, küvetin bakterilerden arındırılmak üzere çamaşır suyuyla ovulmasından farklıdır. İkincisi, genel ve anonim bir etkinlikken, ilki özgül ve kişiseldir” (Young’dan aktaran Bora, 2005, s. 152-72).

Ev içinde hangi işlerin kimler tarafından ve ne amaçla yapıldığını incelediği çalışmasında Bora, “evin düzenlenme biçimi, eşyaların seçimi, ev işlerinin paylaşımı… gibi pratikler, iki farklı sınıftan kadının gündelik deneyiminde, onların

99 sınıfsal aidiyetlerini bir yandan gösterirken bir yandan da yeniden kurmaktadır”

demekte ve bunun Bourdieu’nun beğeni ve tercihlerin kişisel zevkin değil sınıfsal konumun sonucu olduğu tespitiyle ilişkili olduğunu belirtmektedir (2005, s. 59, 66).

Her ne kadar Bora’nın çalışmasında farklı kadın öznelliklerinin kurulmasında ev işleriyle yuva işleri ayrılmışsa da bu işlerin her ikisi, bütün bir kadınlık deneyiminin ve bilgisinin oluşmasını ve gösterilmesini sağlamaktadır.

Kadın öznelliğinin kurulmasının kadınlık bilgisinin ortaya konmasının ve diğerleri tarafından kadınlık becerisinin anlaşılması ve takdir edilmesinde önemli ölçütlerden biri olarak görülen ev kadınlığının en önemli bileşeni, yeniden üretim faaliyetleridir. Kadınlar, her gün rutin olarak hane halkının üretim faaliyetlerine katılmaları ve kamusal dünyaya çıkmaları için yemek pişirmek, bulaşıkları yıkamak, çamaşırları yıkamak ve ütülemek, giyilmeye hazır hale getirmek, evi temizlemek ve çocuklara bakmak gibi bakım faaliyetlerini yerine getirmektedir. Kullanım değeri ile değişim değerinin yaratıldığı alanlarının ayrılmasına vurgu yapan Willis, böylece kullanım değerinin yaratıldığı evdeki işlerin görünmez hale geldiğini, bu işlerin her zaman kapalı kapılar ardında yapılmasının da bunda etkisi olduğunu belirtir (1993, s.

105). Yeniden üretim faaliyetlerinin karşılığının endüstri devrimi ve kapitalist ideolojinin sonucu olarak parayla değil sevgiyle ödenmesi de yeniden üretim faaliyetlerinin değersizleşmesine neden olmaktadır. Bu bakım faaliyetlerinin yerine getirildiği ev, kimi zaman kadınların hapishanesi olarak değerlendirilirken kimi feministler tarafından “kadınların erkeklerden farklı bir değer bilgisine sahip olmalarını sağlayan, olumlu bir farklılığın” kurulduğu yer olarak nitelendirilmektedir (Bora, 2005, s. 63).

100 Kadınların ev içinde gerçekleştirdikleri yeniden üretim faaliyetleri, ev dışı üretim faaliyetlerini mümkün kıldığı gibi evin anlamını, ev duygusunu, kimliği, aileyi ve ilişkileri de üretmektedir. Ev denilince insanların aklına gelen rahatlık, samimiyet, sıcaklık gibi evle ilişkilenen temel duygular, ev içinde gerçekleştirilen pratiklerle ortaya çıkmakta ve tüketim pratikleri hem bireysel hem de kolektif kimliğin oluşmasında kullanılmaktadır. Örneğin, Hallows (2008), Suzanne Reimer ve Deborah Leslie’nin çalışmasının, ev içi tüketimin yalnız yaşayan insanlarda kimliklerin bir ifadesi olarak kullanıldığının ortaya çıktığını ancak tüketimin bireysel bir aktivite olmadığı durumda hane halkının kolektif kimliğin oluşmasında etkili olduğunu ifade eder. Gorman-Murray'in çalışması, ev mobilyası seçerken ya da ev yaşamını organize ederken yapılan tartışmaların, çift kimliğinin oluşmasına yardımcı olduğunu; Sarah Pink’in ev kurma stratejileri araştırması, insanların ev duygusunu kokuyla, ses ve dokuyla nasıl yapılandırdıklarına gösterirken, Witold Rybczynski temizliğin ve düzenin, özelin kamusaldan ayrılmasında ve ev duygusunun yaratılmasında en önemli rolü oynayan rahatlık duygusuyla ilişkili olduğunu ifade eder. Ya da ileride ayrıntılı şekilde üzerinde durulacağı gibi, evde birlikte yemek pişirmek ve birlikte yemek yemek aile üyelerini biraraya getiren, samimi bir ortam yaratmaktadır. Freemann, The Making of Modern Kitchen adlı çalışmasında (2004), böylesi ortam sunan yaşayan bir mutfağın, ev içi dayanışmayı destekleyen bir araç olarak kullanıcılarına hizmet ettiğini ifade etmektedir. Benzer şekilde Silva, bakım faaliyetinin yemek pişirme, temizlik gibi uygulamalı tarafları ile duygusal yanlarını biraraya getiren mutfağın kadınlar tarafından aile sıcaklığını yaratan bir alan olduğunu belirtir. Ayrıca Silva, kadının evde gerçekleştirdiği bakım faaliyetleri dışında gerçekleştirdiği etkinliklerle eve temizlik ve düzen bunlara bağlı olarak

101 rahatlık ve sıcaklık duygusu getirdiğini belirtir (Hallows, 2008, s. 79, 85). Silva’nın açıklamaları, bu duyguların yaratılmasında tüketimin de etkili olduğunu tam da bu nedenle evin, tüketimin merkezi olarak işaret edildiğini söylemek için kullanılabilir.

Çünkü gerçekleştirilen her tür yeniden üretim faaliyeti, tüketimi gerektirmektedir.

Temiz ve düzenli bir ev, alışveriş sepetini her türden temizlik malzemesiyle doldurmayı, uygun yerlerde uygun şekillerde onları kullanmayı, yemek kokularının yükseldiği bir mutfak da dolu bir buzdolabı ve erzak dolabını ve onları hane halkının beğenileri ve ihtiyaçlarına göre hazırlanmasını, konforlu ve yine hane halkının ihtiyaçlarına uygun şekilde rahat ve sıcak bir ortamın yaratılması da uygun eşyaların ve mobilyaların seçilmesini ve biraraya getirilmesini gerektirmektedir. Bütün bu gerekliliklerin yerine getirilmesinde kadınlar asıl sorumlu oldukları için ve postmodern dönemde kimliklerin kurulmasında, kendi bedenleri ve tüketim malları bağlamında kurulan ilişki dışında, daha önce de belirtildiği gibi evle kurdukları özel ilişki ve estetik konusunda erkeklerden daha eğitimli olmaları ve ev estetiğinin sosyal statünün belirleyicilerinden biri olması nedeniyle kadınlar, ev bağlamındaki tüketime daha fazla zaman ayırmakta ve bu nedenle “tüketimin kraliçesi” olarak adlandırılmaktadır. Ancak De Vault ve Miller’ın çalışmaları, kadınların tüketimi çoğunlukla kendileri için değil etraflarındaki diğer kişilerin bakımları için yaptıklarını ortaya koymakta ve bu sonuç, feministlerin tüketimi nasıl ev işinin bir formu olarak kavramsallaştırdıklarını anlamamıza yardımcı olmaktadır. Yukarıda sayılan bütün çalışmalar yeniden üretim faaliyetlerinin duygu, anlam ve kimlik yaratma gücü hakkında önemli örnekler verirken evin, nasıl bir üretim ve tüketim mekânı olduğunu da ortaya koymaktadır.

102