• Sonuç bulunamadı

ERKEĞİN, SEFERE/YOLCULUĞA (ÇIKMAK) İSTEDİĞİ ZAMAN HANIMLARI ARASINDA KUR’A ÇEKMESİ

Belgede Telegram: t.me/oxu365 (sayfa 117-127)

METNİNİN FARKLI OLMASI

11. ERKEĞİN, SEFERE/YOLCULUĞA (ÇIKMAK) İSTEDİĞİ ZAMAN HANIMLARI ARASINDA KUR’A ÇEKMESİ

11. ERKEĞİN, SEFERE/YOLCULUĞA (ÇIKMAK) İSTEDİĞİ ZAMAN HANIMLARI ARASINDA KUR’A ÇEKMESİ

45. … Hz. Âişe [radıyallahu anhâ] dedi ki:

“Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] bir sefere/yolculuğa çıkacağı zaman hanımlarının arasında kur’a çekerdi. Kur’a onlardan hangisine çıkarsa onu götürürdü.”[471]

46. … Hz. Âişe [radıyallahu anhâ] dedi ki:

“Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] bir sefere/yolculuğa çıkacağı zaman hanımlarının arasında kur’a çekerdi. Kur’a onlardan hangisine çıkarsa onu beraberinde götürürdü.”[472]

Açıklama:

Konuyla ilgili 45 ile 46 nolu hadisleri birlikte ele aldığımızda Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi ve sellem], bir sefere veya yolculuğa çıkacağı zaman yanında hanımlarından birini götürürdü. Onlar arasında adaleti sağlamak için kur’a çekerdi. Kur’a onlardan hangisine çıkarsa onu beraberinde götürürdü.

Kur’a, bir topluluk içinden birini seçip belirlemek, mal ve eşya taksim etmek veya şans çekmek için başvurulan yöntemdir.

Bu terim kısmet veya sehmin (sühme) karşılığı olarak “hisse, pay, şans” anlamında eski Araplarca da biliniyordu. Kāraa fiili, seferleri sırasında kendisiyle birlikte eşlerinden hangisinin gideceğini belirlemek için kur’a çeken Hz. Peygamber için de kullanılmıştır.[473]

Kur’a çekme deyimi günümüzde de “şans arama” veya “oy vererek seçme yahut seçilme” mânalarında kullanılmaktadır.

Geçmişte de “el-İstiksâm bi’l-ezlâm” (oklarla kısmet arama) ve “ed-darb bi’l-kıdâh” (kıdh vurma; kıdh = eski Araplar’ın fal açmak üzere kullandıkları bir alet), “remyü’l-cimâr” (taş atma), “et-tark bi’l-haşâ” (çakıl taşlarını birbirine vurmak suretiyle fal açma), “el-hatt bi’r-reml” (remil atma, çizgi falı) ve “meysir” (kumar) gibi çeşitli Cahiliye âdetleri Kur’an ve Sünnet tarafından yasaklandığı halde, kur’a tapınmaya ilişkin ve kötü bir yanı olmadığı için serbest bırakılmıştır. Birçok hadis, Hz. Peygamber’in paylaşmada bir çözüm yolu olarak kur’aya başvurduğunu göstermektedir. Bir kararın taraflardan birine haksız görünmesi halinde her hâkim kur’aya başvurabilir.

Hz. Peygamber’in yolculuğa çıkarken hangi eşinin kendisiyle geleceğini belirlemek üzere kur’aya başvurduğuna[474] ve ölüm döşeğindeki sahipleri tarafından âzat edilen altı köleyi Resûl-i Ekrem’in çağırıp ikişerli olarak üç gruba ayırıp aralarında kur’a çekerek kur’anın isabet ettiği ikisini âzat ettiğine[475] dair rivayetler de kur’a usulünün sünnetten dayanakları olarak gösterilir. Son olayda Resûlullah’ın kölelerin altısını da âzat etmeyip kur’aya başvurmasının sebebi, ölüm hastalığında yapılan tasarrufun tıpkı ölüme bağlı bir tasarruf olan vasiyet gibi vârislerin hakkını muhafaza gayesiyle terekenin üçte birini aşamayacağı ilkesidir.[476] Bu iki uygulama yanında Hz. Peygamber’in, “Eğer insanlar ezanın ve ilk safın faziletini bilselerdi ve bunu belirlemenin kur’adan başka bir yolunu bulamasalardı mutlaka bunun için kur’aya başvururlardı” sözü de[477] dolaylı biçimde Kur’an’ın cevazına işaret etmektedir

Kur’an’da önceki şeriatlara ilişkin olarak zikredilen iki olayda kur’aya başvurulduğu anlatılır.[478] Cahiliye döneminden devralınan bir uzlaşma usulü olarak İslam dönemine intikal etmiş olan kur’anın meşruiyeti bu âyetlerin yanı sıra icmâa yani görüş birliği veya “Birbirinizle çekişmeyiniz”[479] âyetine de dayandırılır.

Kur’aya başvurmanın cevazında fakihler görüş birliği içinde ise de hangi konu ve durumlarda buna başvurulacağı ve başvurmanın hükmü, aralarında tartışmalıdır. Fal ve kumarın İslam’da haram kılınmış olması sebebiyle bu grupta yer alan işlemlerde kur’aya başvurulmasının câiz olmadığı açıktır. Kur’a kural olarak hak kazandırıcı bir işlem olmayıp sadece hakların veya maslahatların eşit bulunduğu, yani birçok kişinin eşit derecede hak sahibi olduğu durumlarda başlama önceliğinin veya eşit payların aidiyetinin kin ve nefrete yol açmaksızın belirlenmesi amacına yönelik bir işlemdir. Bir hakkın sahibinin belirli olduğu durumlarda bu hakkın zayi olmasına yol açabilecek şekilde kur’aya başvurulması ilke olarak câiz değildir.

Bunun için de klasik literatürde kur’a daha ziyade ortak malların, ganimetlerin ve mirasın paylaştırılması konusunda gündeme getirilmiş ve bunun câizliği genelde kabul görmüş, diğer durumlarda kur’aya başvurmanın câizliği ve hükmü ise fıkıh ekolleri arasında tartışmalı kalmıştır.

Kur’aya başvurmanın uygulama alanını en dar tutanlar Hanefî ve Mâlikîler, en geniş tutanlar ise Hanbelîler ve kısmen Şâfiîler’dir. Diğerlerinden farklı olarak Hanbelîler kur’ayı bir beyyine olarak da görmektedir.[480]

Bu aynı zamanda paylaştırmada adaleti isteyen herkes için şeriatımızda bir esastır. Getirdikleri delil açısından birbirlerine eşit seviyede bulunan kimseler arasında adaleti uygulamak, kalplerini huzura kavuşturmak ve paylaştırmayı üstlenen kimse hakkındaki zannın ortadan kaldırmak ve eğer paylaştırılan şey aynı türden ise taraflardan birisinin ötekinden daha fazla almasını önlemek için Kitap ve Sünnet’e tâbi olarak kur’a çekmek İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre bir sünnettir. İmam Ebu Hanîfe ve arkadaşları ise kur’a ile amel etmeyi kabul etmezler ve buna dair rivayet edilmiş hadisleri reddederler. Onlara göre bu, yüce Allah’ın yasakladığı fal oklarına benzemektedir.

Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi ve sellem]’in sefere veya yolculuğa çıkarken hanımları arasında kur’a çekmesi meselesine gelince; İmam Nevevî’nin ifadesine göre Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi ve sellem]’in hanımları arasında adaleti sağlamak için kur’a çekmesinin kendisine vacip olup olmaması ihtilaflıdır.

Vaciptir diyenlere göre kur’a çekmesi vaciptir. Vacip olmadığını söyleyenlere göre ise bunu yapmak geçim güzelliğinden ve iyi ahlakından kaynaklanmaktadır. Bunu onların gönüllerini almak için yapmıştır.

Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem]’in bu tavrı adaleti eşit olarak taksim ettiğini bildikleri zaman hanımları bu duruma sevinecekler, bundan memnun olacaklar, kocasıyla seyahate çıkmanın keyfiyle onun iyiliğini takdir edeceklerdir. Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi ve sellem]’in kur’a hususunda kendilerine verdiği değeri, aralarında eşitlik yaptığını, kendilerine insaflı olduğunu ve adaletle davrandığını itiraf edeceklerdir. Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi ve sellem]’in bu yaptığından hiçbir endişe ve kargaşaya düşmeden hepsi memnun olacaklardır.

Hanefîler’e göre ise kocalar, dilediği hanımıyla sefere çıkabilir. Ancak uygun olan, yine de kur’a çekmesidir. Kurtubî, kur’a çekmenin İmam Mâlik’e göre de vacip olmadığını söylemiştir.

Kumar ve şans oyunları hariç paylaştırmada adaleti isteyen herkes için kur’a çekmek, şeriatımızda bir esastır. Nitekim peygamberlerden üçü kur’a ile amel etmiştir. Bunlar Hz. Yûnus,[481] Hz. Zekeriyyâ[482] ve Peygamberimiz Hz. Muhammed [sallallahu aleyhi ve sellem]’dir.

Çünkü birbirlerine eşit seviyede bulunan kimseler arasında adaleti uygulamak, kalplerini huzura kavuşturmak ve paylaştırmayı üstlenen kimse hakkındaki zannı ortadan kaldırmak ve paylaştırılan şey aynı türden ise taraflardan birinin ötekinden daha fazla almasını önlemek için kur’a çekmek uygun bir davranış şeklidir.

47. … Hz. Âişe [radıyallahu anhâ] dedi ki:

“Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] bir sefere çıkmak istediği zaman kadınlarının arasında kur’a çekerdi. Kur’a hangisine çıkarsa Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] onunla birlikte sefere çıkardı.

Hz. Âişe der ki: Yine Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] yapacağı bir gaza için aramızda kur’a çekmişti. O gazada kur’a bana isabet etti. Ben de Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem]’le birlikte gazaya çıktım. Bu olay, hicab/tesettür âyeti indirildikten sonra oldu. Ben hevdecimin içinde (deveye) bindiriliyordum ve gideceğimiz yere onun içinde indiriliyordum. Nihayet Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] bu gazasını bitirip geri döndüğü ve Medine’ye yaklaştığımız zaman geceleyin yola çıkılacağını bildirdi. (Orada bulunan kişiler) yola çıkılacağını bildirdikleri zaman ben de hemen kalktım ve yürüdüm, hattâ orduyu geçtim. Hacetimi gördüğümde eşyanın yanına yöneldim. Göğsüme dokundum, bir de baktım ki, Zafâr boncuğundan yapılan gerdanlığım kopmuş. Derhal geri döndüm ve gerdanlığımı aradım. Onu aramak beni alıkoydu. Benim semerimi yükleyen cemaat hevdecimi yükleyip gitmişler. Onu benim bindiğim deveme yüklemişler. Benim onun içinde olduğumu zannetmişler.

O zaman kadınlar hafif (kilolu) idiler. Şişmanlamamışlar, kendilerini et kaplamamıştı. Yiyecek nâmına ancak bir parça bir şey yiyorlardı. Cemâat hevdeci deveye yükler ve kaldırırken ağırlığını yadırgamamışlar.

Ben genç yaşta taze birisiydim. Deveyi sürüp yürümüşler. Ben gerdanlığımı ordu gittikten sonra buldum.

Bulundukları yere geldim ki, orada ne çağıran var ve ne de cevap veren birisi. Bulunduğum yerime vardım.

Zannettim ki, cemaat beni arayacak ve yanıma dönecekler. Yerimde otururken uykum geldi. Orada uyuya kalmışım. Safvân bin Muattal es-Sülemî ez-Zekvânî, ordunun arkasında kalmıştı. (Gecenin sonunda yola çıkmış,) benim bulunduğum yerde sabahlamış ve (uyuyan) bir insan karaltısı görmüş. (Hemen yanıma gelip) beni gördüğü zaman tanımış. Hakikaten hicab/tesettür farz kılınmazdan önce beni görüyordu. Beni tanıdığı zaman onun “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Biz muhakkak Allah’tan geldik ve ancak O’na dönücüleriz) (el-Bakara suresi, 2/156) şeklindeki istircâ’ sözüyle uyandım. Hemen dış elbisemle yüzümü örttüm. Vallahi, benimle bir kelime bile konuşmadı. İstircâ’dan başka ondan bir kelime işitmedim. Devesini çöktürdü, ön ayağına bastı, böylece ben de deveye bindim. Devemi önüne katıp yola koyuldu. Nihayet orduya öğlen zamanı sıcak bastığında konakladıktan sonra yetiştik. Artık benim hakkımda helak olan helak olmuştu. Bu iftiranın büyük kısmına girişen Abdullah bin Übeyy bin Selûl olmuştu.

-(Hadisin ravisi) Urve [rahimehullah] der ki: Hz. Âişe [radıyallahu anhâ], (bu iftirayı yayanlar içerisinde olan) Hassân bin Sâbit [radıyallahu anh]’a yanında sövülmesinden hoşlanmaz ve şöyle derdi: ‘Çünkü Hassân bin Sâbit [radıyallahu anh] şu şiiri söyleyen kimsedir:

“Babam, dedem ve onurum,

Size karşı Muhammed’in onuruna bir kalkandır.”-Hz. Âişe [radıyallahu anhâ] devamla der ki: Daha sonra Medine’ye geldik. (Medine’ye) geldiğimizde ben bir ay hasta oldum. İnsanlar, iftiracıların sözlerini dillerine doluyorlarmış Ben bu konuda hiçbir şeyin farkında değildim. Fakat hastalığım esnasında Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem]’in eskiden rahatsızlandığımda gördüğüm şefkatini görememiş olmak beni şüphelendiriyordu. Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] sadece benim yanıma giriyor ve sonra (adımı anmadan):

– ‘Hastanız nasıl?’ diyordu.

Sonra da ayırlıp gidiyordu. Bu da beni şüphelendiriyordu. Ama bir kötülük aklıma gelmedi. Nihayet

iyileştiğimde dışarı çıktım. Benimle beraber Ümmü Mistah da Menâsi’ tarafına doğru çıktı. Burası bizim tuvalet için kullandığımız bir yerdi. Buraya sadece geceden geceye çıkardık. Bu olay, tuvaletleri evlerimize yakın yapmamızdan önce idi. Ayak yolu hususunda âdetimiz ilk Arapların âdeti idi. Tuvaletleri evlerimizin yanına yapmaktan eziyet duyardık. Ben ve Ümmü Mistâh yürüdük. (Bu kadın, babam Ebu Bekir es-Sıddîk’ın teyzesidir.) Sonra ben ve Ümmü Mistâh hacetimizi gördüğümüzde, benim evime doğru yöneldik. Derken Ümmü Mistâh, mırt (denilen dış) elbisesine basıp:

Artık o gece ağladım. Gözümün yaşı dinmeden ve gözüme uyku girmeden sabahladım. Sonra (yine) ağlayarak sabahladım. Vahyin arası kesildiği zaman Resûlullah ailesinden ayrılmak hususunda istişarede bulunmak üzere Ali bin Ebi Tâlib ile Üsâme bin Zeyd’i çağırdı. Üsâme bin Zeyd, Resûlullah [sallallahu aleyhi

Bunun üzerine Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] kalkıp minbere çıktı ve Abdullah bin Übey bin Selûl’un, (hem kendisinden ve hem de ailesinden) özür dilemesini sağlatmak istedi.

Hz. Âişe devamla der ki: Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] minberde iken şunu söyledi:

Ey Müslümanlar topluluğu! Ehl-i beytim hakkında ezası son dereceyi bulan bir adamdan benim özrümü kim alacak? Vallahi ben, ailem hakkında hayırdan başka bir şey bilmem. Bu iftiracılar, bir adamın ismini ortaya koydular ki, o kimse hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Bu ismi geçen kimse de ailemin yanına ancak benimle beraber girerdi!’ Bunun üzerine (Ensar’dan Evs kabilesinin reisi) Sa’d bin Muâz el-Ensârî [radıyallahu anh] ayağa kalkıp:

– ‘Ey Allah’ın Resûlü! Senin özür diletmeni ondan ben alırım. Eğer Evs kabilesinden ise boynunu vururuz, eğer kardeşlerimiz Hazrec kabilesinden ise emir buyurursun, biz de senin emrini yaparız!’ dedi.

Daha sonra (Hazrec kabilesinin reisi) Sa’d bin Ubâde [radıyallahu anh] ayağa kalktı. Bu kimse, Hazrec kabilesinin reisi ve iyi bir adamı idi. Fakat kabile hamiyeti onu cahilleştirdi. Sa’d bin Muâz [radıyallahu anh]’a:

– ‘Hata ettin! Allah’a yemin ederim ki onu öldüremezsin. Öldürmeye de gücün yetmez!’ dedi.

Daha sonra Üseyd bin Hudayr [radıyallahu anh] ayağa kalktı. Bu kimse, Sa’d bin Muâz [radıyallahu anh]’ın amcasının oğluydu. Sa’d bin Ubâde [radıyallahu anh]’a:

– ‘Hata ettin! Allah’a yemin ederim ki, onu mutlaka öldürürüz. Sen gerçekten münafıksın.

Münafıklar namına mücadele ediyordun!’ dedi.

İki kabile (yani) Evs ve Hazrec kabileleri ayaklandılar. Hatta çarpışmaya niyetlendiler. Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] ise minberin üzerinde ayakta duruyordu. Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] onları yatıştırmaya devam etti. Nihayet sustular. O da sustu.

Ben o gün ağladım. Gözyaşım dinmiyor, gözüme uyku girmiyordu. Sonra ertesi gece de ağladım. Gözyaşım dinmiyor, gözüme uyku girmiyordu. Annem-babam, bu ağlama(mın) ciğerimi parçalayacağını sanıyorlardı.

Onlar benim yanımda oturuyor, ben de ağlıyorken Ensar’dan bir kadın yanıma girmek için izin istedi. Ona izin verdim. Kadın oturup (benimle birlikte) ağlamaya başladı.

Biz bu hal üzere iken yanımıza Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] girdi. Selâm verdi. Sonra oturdu.

Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] daha önce hakkımda söylenen dedikoduların başladığı günden beri yanımda hiç oturmamıştı. Bir ay beklediği halde kendisine benim hakkımda hiçbir şey vahyedilmemişti.

Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] oturduğu zaman şahadet kelimelerini getirdi. Sonra da:

– ‘Bundan sonra, Ey Âişe! Durum şu ki, hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bunlardan uzaksan yakında Allah senin suçsuz olduğunu ortaya koyacaktır. Eğer bir günah işlediysen Allah’a istiğfar et! Ona tevbe eyle! Çünkü kul bir günahı itiraf eder, sonra da tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder’ buyurdu.

Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] sözünü bitirince gözyaşım dindi. Hatta ondan bir damla hissetmez oldum. Babama:

– ‘Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem]’in söylediği bu söz hususunda benim adıma cevap

– ‘Vallahi, ben iyi anladım ki, siz bu dedikoduyu işitmişsiniz. Hatta bu söz, kalplerinize yerleşmiş ve ona inanmışsınız. Size ben suçsuzum desem -ki Allah suçsuz olduğumu daha iyi bilir- bu hususta bana inanmayacaksınız. Eğer ben size kötü bir şey itiraf etsem -ki Allah suçsuz olduğumu daha iyi bilir- beni tasdik edeceksiniz. Vallahi, ben (bu vaziyette kendim ile ilgili size verecek başka) bir örnek bulamıyorum.

Ancak Yûsuf’un babası Ya’kûb’un dediği gibi, “Artık bana düşen güzel bir sabırdan ibarettir. Sizin şu söylediklerinize karşı yardımına sığınılacak ancak Allah’tır” (Yûsuf suresi, 12/18) dedim.

Sonra yan dönerek döşeğime yattım. Halbuki ben vallahi o anda suçsuz olduğumu ve Allah’ın benim suçsuz olduğumu ortaya çıkaracağını biliyordum. Fakat vallahi, hakkımda okunan vahiy/Kur’ân ayeti indirileceğini zannetmiyordum. Benim halim kendimce yüce Allah’ın hakkımda okunan bir kelamla konuşmasından daha aşağı idi. Fakat Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem]’in uykuda rüya göreceğini, o rüya ile Allah’ın benim suçsuz olduğumu ortaya çıkaracağını umuyordum. Vallahi, Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] meclisinden ayrılmamış ve ev halkından hiç kimse de dışarı çıkmamıştı. Tam bu sırada yüce Allah, Peygamber’i [sallallahu aleyhi ve sellem]’e vahiy indirdi. Kendisine vahiy anında basan şiddetli ağırlık yine bastı. Üzerine indirilen kelâmın ağırlığından soğuk günde (alnından) inciler gibi ter dökülüyordu. Resûlullah’dan vahiy hâli açıldığı zaman kendisi gülüyordu. Konuştuğu ilk söz:

– ‘Vallahi, Âişe hakkında söylediği iftiralardan sonra artık ona kesinlikle hiçbir infakta bulunmam!’ dedi.

Bunun üzerine yüce Allah, “İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dair yemin etmesinler, (yaptıklarını) bağışlasınlar ve aldırış etmesinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?” (en-Nûr suresi, 24/22) ayetini indirdi.

Ebu Bekir [radıyallahu anh]: ‘Vallahi, ben, Allah’ın beni mağfiret buyurmasını isterim!’ deyip Mistâh’a daha önce vermekte olduğu infakı tekrar vermeye başladı. Sonra da:

– ‘Ben bu infak verme olayını ondan asla kesmem!’ dedi.

Hz. Âişe devamla der ki: Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem], hanımı Zeyneb binti Cahş [radıyallahu anhâ]’a benim meselemi sorup:

– ‘Âişe’yle ilgili ne bilirsin ve gördün?’ buyurdu. Zeyneb binti Cahş [radıyallahu anhâ]:

– ‘Ey Allah’ın Resûlü! Kulağımı ve gözümü, (işitip görmediğim şeyden) korurum. Vallahi, hayırdan başka bir şey bilmem!’ diye cevap verdi.

Hz. Âişe devamla der ki: Halbuki Zeyneb binti Cahş [radıyallahu anhâ], Peygamber [sallallahu aleyhi ve sellem]’in hanımları içerisinde (güzelliğiyle ve Peygamber’in yanındaki konumu nedeniyle) benimle rekabet eden bir kadındı. Allah, vera’ (ve takvâsı) sebebiyle onu (iftiracılara katılmaktan) korudu. Kız kardeşi Hamne binti Cahş ise iftiraya taassupla tutunmaya (ve iftiracıların söylediklerini anlatmaya) başladığından dolayı helak olanlar içerisinde helak oldu.

İbni Şihâb ez-Zührî [rahimehullah]: ‘Bu topluluğun meselesinden bana ulaşan işte budur!’ dedi.”[483]

Açıklama:

Bu hadisin konu başlığıyla ilgili olan kısmı; Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem]’in bir sefere çıkmak istediği zaman gönüllerini almak ve adalete riayet edildiğini görmeleri için hanımları arasında kur’a çekmesi, kur’a hangisine çıkarsa Peygamber [sallallahu aleyhi ve sellem]’in onu kendisiyle birlikte sefere çıkarmasıdır.

Hz. Âişe [radıyallahu anhâ]’nın ifadesine Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] yapacağı bir gaza için hanımlar arasında kur’a çekmiş, o gazada kur’a kendisine isabet etmiş, o da Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem]’le birlikte gazaya çıkmıştı. Bu olay, hicab/tesettür âyeti indirildikten sonra olmuştu.

Yine bu hadis, Nûr suresinin 11-22. âyetleri bağlamında Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi ve sellem]’in aile hayatını ve yakınlarıyla ilişkilerini daha iyi anlayıp kavramamızı sağlamak hem de aile hayatına, iffet ve namusa değer veren topluluklarda çokça rastlanan iftira olayı karşısında müminlerin nasıl bir tavır ve yaklaşım içinde olmaları gerektiği konusunda yol göstermek için Hz. Âişe’nin de katıldığı bir yolculuk olayına ve bazı münafıkların bunu fırsat bilerek onun hakkında uydurdukları düzmeceye atıfta bulunmaktadır.

Hadisimin Arapça metninde geçen “ifk” kelimesi; yalan, büyük yalan, iftira namuslu birinin namusu hakkında iftira etmek anlamlarına gelmektedir.

Bu olay, adını, Kur’an’daki olaya ilişkin Nûr suresinin 11-22. âyetleri içerisinde 11 ile 12. âyetlerde iki defa geçen “ifk” kelimesinden alır. İfk “iftira, en kötü ve en çirkin yalan” demektir. Kur’an’da ayrıca iki

yerde[484] sözlük anlamında geçmektedir.

İslam tarihinde “İfk olayı” diye meşhur olan ve mahiyeti âyetlerle ve hadislerle anlatılan bu olay, Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem]’in hanımı ve müminlerin annesi Hz. Âişe hakkında münafıklar tarafından uydurulan iftira olayının adıdır. Bu olay; hadisimizde de geçtiği üzere Buhârî, Müslim gibi temel hadis kaynaklarında tafsilatlı olarak anlatılır. Bizzat Hz. Âişe [radıyallahu anhâ], olayı cereyan tarzı ve sebepleriyle birlikte detaylı olarak anlatmaktadır.

Bu olay, Müreysi’ gazası sırasında meydana gelmiştir. Bu gaza, “Mustalıkoğulları Gazası” olarak da bilinmektedir. Çünkü Mustalıkoğulları, kabilenin adıdır. Müreysi’ ise yanında Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi ve sellem]’in ordugâhını kurduğu su kuyusunun adıdır. Ani bir baskınla düşman mağlup edilmişti.

Bu gazanın, hicretin 4, 5 ve 6. yılında olduğuna dair çeşitli görüşler bulunmaktadır. İbni Hacer, hicretin 5.

yılında meydana geldiğini ve bu rivayetin en güvenilir görüş olduğunu belirtmiştir. İslam tarihi kitaplarında da bu olay, hicretin 5. yılı olayları içerisinde verilmektedir.

Olayın gerçek yüzü münafıkların, Medine’de güvenli bir yurt edinen ve günden güne gelişen İslam toplumunu parçalamak için İslam peygamberinin aile mahremiyetini hedef alarak başvurdukları bir aleyhte propaganda ve karalama hareketidir. Onlar, Resûlullah’ın, en yakın arkadaşları ile arasını açabilirlerse, İslam’ı yok etme emellerine kısa yoldan varabileceklerini zannediyorlardı. Münafıklar, Mustalikoğulları’na karşı düzenlenen cihad harekâtında, Hz. Âişe [radıyallahu anhâ]’nın başına gelen normal bir olaydan yararlanarak Hz. Ebu Bekir’le Resûlullah’ın arasına fitne sokmaya ve Resûlullah’ı gözden düşürmeye çalıştılar.

Ne yazık ki münafıklar dışında üç Müslüman da bu dedikoduya kendilerini kaptırdılar. Bunlar, Safvân bin Sâbit [radıyallâhu anh]’tan öç almak isteyen Hassân bin Sâbit [radıyallâhu anh], Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem]’in hanımlarından Zeyneb binti Cahş [radıyallahu anhâ]’nın kız kardeşi Hamne binti Cahş [radıyallâhu anhâ] ve Hz. Ebu Bekir [radıyallahu anh]’ın yardımlarıyla geçinen teyzesinin oğlu Mistâh bin Üsâse [radıyallâhu anh] idi.

Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi ve sellem], Hz. Âişe’nin beraatini ilân eden âyetleri Mescid-i Nebevî’de Müslümanlar’a okudu.

Sonra da bu çirkin iftirayı yaymakta ileri gitmiş olan Hassân bin Sâbit, Hamne binti Cahş ve Mistâh bin Üsâse’ye, iffetli kadına zina isnadında bulundukları için Nûr sûresinin 4. âyetine göre seksener sopa vurulması ve bir daha şahitliklerinin kabul edilmemesi cezasını uyguladı.

İfk/iftira olayının bazı rivayetlerinde Hz. Âişe [radıyallâhu anhâ]’nın, meseleyi ilk defa Ümmü Mistâh’tan duyduğu, bazı rivayetlerde annesi Ümmü Rûmân’dan duyduğu, bazı rivayetlerde ise Ensarlı bir kadından duyduğu ifade edilmektedir.

İbni Hacer’e göre Hz. Âişe [radıyallâhu anhâ] bu olayı ilk önce Ümmü Mistâh’tan duydu, olayın mahiyetini öğrenmek için annesine sordu. Annesi de olayı ona kısaca anlattı. Sonra oraya Ensar’dan bir kadın geldi, o da bildiklerini anlattı. O zaman Hz. Âişe [radıyallâhu anhâ] olayın gerçekten yayıldığını, annesine bu olayı

İbni Hacer’e göre Hz. Âişe [radıyallâhu anhâ] bu olayı ilk önce Ümmü Mistâh’tan duydu, olayın mahiyetini öğrenmek için annesine sordu. Annesi de olayı ona kısaca anlattı. Sonra oraya Ensar’dan bir kadın geldi, o da bildiklerini anlattı. O zaman Hz. Âişe [radıyallâhu anhâ] olayın gerçekten yayıldığını, annesine bu olayı

Belgede Telegram: t.me/oxu365 (sayfa 117-127)

Outline

Benzer Belgeler