• Sonuç bulunamadı

Her bilim, doğru olduğuna inanılan bir takım evrensel yargılardan oluşur; değer bilim de eğer bir bilim olarak anlaşılacaksa, yalnızca bir insan için değil bütün insanlar için ya da bir topluluğun insanları için doğru sayılabilecek değer yargıları olduğu savını ileri sürmek ve bunu temellendirmek zorundadır.

Değer yargıları bilimsel önermeler gibi nesnel bir ölçüte vurulamaz. Bunu dile getiren deneyci yaklaşımın değişik biçimleri olmasına karşın (üstelik bu gelenekten olmayanlar bile, onların varsayımını temel alarak toplumbilimsel bir değer kuramı oluşturmak çabasına girip nesnellik anlayışını dışlama eğilimine girdiler (Maclntyre, 1981; Cengiz, 1998, s:27). Değer yargılarının bilgi içeriği taşımadığı ve anlamlarının öznel bir biçimde belirlenebileceğini dile getirdiler. Ancak, etik yargılarla bilimsel yargılar arasında bir koşutluk olduğu öne sürülebilir. Şöyle ki, önermelerin doğruluk değerlerini kullanıldıkları bağlamdan bağımsız düşünemezsek bile, eğer bir gerçeklik varsa ve bizim davranışlarımız bu gerçekliği tanımlıyorsa, bu durumda davranışlarımızın doğru olma koşulu ancak ve ancak tanımladığımız gerçekliğin gerçekten onların tanımladıkları gibi olmasına bağlıdır. Yani, gerçekçilik belirli bir alandaki önermelerin gerçek niteliklerle, olgularla ilgili olduğuna ve bu alanla ilgili birtakım doğru önermeler olduğuna olan inançtır.

Diğer bir yaklaşım da; değer yargılarının kimi zaman duygu belirten önermeler olduğunu ama temel işlevinin buyruk ve öneri kiplerinde, bireylere ne yapmaları gerektiği konusunda karar verdirici evrensel kuralları taşımak olduğunu savunuyor (Hare, 1952; Cengiz, 1998, s:27).

Her iki yaklaşım da değer yargılarının betimleyici kipte önermelerden oluşmadığını; bir bilgi içeriği taşımadıklarını; sonuçta nesnelliği olan ya da nesnel bir gerçekliğe denk gelen önermeler olarak adlandırılmayacağım savunmaktalar. Her iki düşünür de değer terimlerinin anlamlarının toplumsal yaşamda kullanımlarıyla ilgili olduğunu; bu terimlerin anlamlarının ancak toplumda iş gören değer kavramlarının gözlemlenmesiyle anlaşılabileceğini; törel değerler karşısında sessiz kalınması gerektiğini, çünkü değer çatışkısının ussal bir biçimde açıklanamayacağını belirtmişlerdir(Macintyre, 1981; Cengiz, 1998, s:27).

Daha önceki kavramsallaştırmalar çerçevesinden ele alınan yargıların bilgi içeriğine sahip olup olmadıkları sorununun yanı sıra, değer kavramlarının anlamlarının nasıl bir değer ölçütüne bağlanması gerektiği sorunu da nesnel bir anlayışın temel konusudur. Çünkü bir değer olarak 'iyi nedir?' sorusunun yanıtı ancak bir değer ölçütüne bağlı olarak verilebilir. Geleneksel ayrıma dayanaraködevci ile erekselci yaklaşımlar açısın- dan bir değer ölçütü vermek gerekirse; ödevcilik, 'iyi' kavramını iyiyi istemekle tanımlar; iyiyi

istemeyi ya da iyi hissi de hiçbir niteleme ya da sınırlama olmaksızın iyinin kendisi biçiminde tanımlar. Bu anlamda, sınırlama olmaksızın yalnızca iyi hisle yapılan eylem de değer olarak da doğru bir eylemdir. Öte yandan, erekselci yaklaşım, 'iyi' kavramını eylemin sonucuna bağlar; 'iyi' olan sonucu iyi olandır, yani yararlı olandır. Yararcılık olarak da adlandırılan erekselci yaklaşım en eski biçimini hazcı yaklaşımda bulmakta, iyi kavramını haz ile erek kavramlarıyla açıklamaktadır. Buna göre, sonuçlan bakımından yararlı olan bir eylem değer anlamında da iyi bir eylemdir; ereği bakımından yararlı sonuçlara ulaştıran ahlaksal ilkeler de doğru ilkeler olarak ortaya çıkar (Cengiz, 1998, s:28-29)

Ahlaksal ilkelerle, toplumsal eylemleri güdülenen insan, doğa durumunda, sanatın, edebiyatın, toplumun, en kötüsü insanın sürekli bir korku, ölüm tehdidi altında olduğu, insanın tek başına, kötülüklerle dolu, hayvan gibi bir ömür sürdüğü durumda, içgüdüsel bir biçimde yalnızca kendi çıkarını gözetir. Bu doğa durumunda, insan bütünüyle bencil, yalnızca kendi çıkarı peşinde koşan bir varlıktır. Hobbes'a göre, başkaların iyiliğini göz ardı ederek yalnızca kendi iyiliği peşinde koşan insan, oluşturduğu toplum içerisinde kendi çıkarını gözettikçe doğa durumundaki gibi olacaktır(Hobbes, 1968; Çırakman, 2001, s: 180).

Bu kurama karşı, insanın doğal yaşam biçiminin topluluk içerisinde yaşamak olduğu; insanın kendi iyiliğini başkalarının yardımı olamadan sağlayamayacağı ileri sürülebilir. Çünkü insan kendi iyiliğine ulaşmakta başkalarının yardımına gereksinim duymaktadır; bireyin iyiliği kendinin yönlendirdiği bir biriciklik içerisinde düşünülemez. Bir bireyin istekleri kendine ait olabilir ve bu istekler kendi doğasından kaynaklandığı için kendisinin yönlendirdiği istekler olarak görülebilir. Ancak insanın kimi istekleri, örneğin beğeni ya da acıma, doğal olarak başkalarına yöneliktir; bu tür istekler yönelinen kişinin kendi isteklerinden farklı istekler de değildir, yani insanlar ortak isteklere sahip olabilir; birbirlerine karşı aynı istekleri paylaşabilirler (Cengiz, 1998, s:37).

J. Rawls, bir yararcı kuramın değer kuramları karar süreçleri ya da doğruluk ölçütü olarak ayıramayacağı düşüncesiyle, bir adalet kuramının insanların toplumsal kurumları haklandırırken ve değerlendirirken hem doğruluk ölçütü olarak hem de bir karar süreci olarak iş görebileceğini ileri sürmektedir. Ancak, bu sav, yararcılığı insanların mutluluğu en üst derecede tutmak istediği, yarar gözeten bir kararın her zaman iyilikçi bireylerce verildiği düşüncesine dayanmaktadır. Sidgwick'in de dediği gibi, yararcılık, bir karar verme süreci olmadan da bir doğruluk ölçütü olarak anlaşılabilir; çünkü mutlak bir evrensel mutluluk ölçütü

evrensel iyilikçiliğin tek doğru davranış ölçütü olmamalıdır. Doğruluk ölçütü sunan bir törel eylemin sonucunun, eylemin sonucunda bizim amaçladığımız sonuç olma zorunluluğu yoktur(Sidgwick, 1966; Cengiz, 1998, s:39).