• Sonuç bulunamadı

Cumhuriyet Dönemi Türk Aile Yapısı

2.1. Tarihsel Süreçte Türk Aile Yapısı

2.1.2. Cumhuriyet Dönemi Türk Aile Yapısı

Çağdaşlaşma hedefinin bir sonucu olarak Cumhuriyet yönteminin sosyo-ekonomik ve kültürel yaşamı değiştirmeye yönelik yasal düzenlemelerle Türk toplumuna yeni alışkanlıklar, yaşam tarzları ve üslupları kazandırdığı açıktır. Siyasal ve yasal düzenlemelere ek olarak, tüm dünyada hızla yol alan modernleşme ve küreselleşme adımlarının da Türk toplum yapısının değişiminde belirgin etkisinin olduğu yadsınamaz. Bununla birlikte, toplumsal kurumlar, çeşitli faktörlerin etkisiyle, tarih içinde yavaş yavaş, hatta çoğu defa farkına varılmadan değişmektedir. Kurumların içinde hissedilmeden gerçekleşen değişmeler, belli bir birikimden sonra onun birçok yeni özellik kazanmasına, birçok eski özelliğini de yitirmesine neden olmaktadır. Bu tarzda ağır ve sindirilerek seyreden değişme, gerçek bir gelişmedir. Toplumun dış cepheleri, siyasal yapılar hızlı değişiklikler geçirirlerken, temel toplumsal yapılar, kurumlar, şekli değişikliklerin arkasında eski özelliklerini uzun süre korumaya devam etmektedirler. Bu nedenle, her radikal olarak adlandırılan değişimin, sanıldığı kadar radikal olmadığı unutulmamalıdır. İşte bu noktadan hareketle, saltanattan Cumhuriyete geçişte temel bir kurum olarak Türk aile yapısının kendine özgü eski temel özelliklerini kısmen de olsa korumaması düşünülemez. Ancak siyasal yapıdaki değişmelere bağlı olarak toplum gittikçe kabuk değiştirmeye başlamış, içinde bulunduğumuz 20-30 yıla kadar etkili olan tarıma dayalı kırsal demografik yapı egemenlik alanını, sanayi ve bürokrasiye dayalı kentsel yapıya bırakmıştır. Temelleri büyük ölçüde 19. yüzyılın ikinci yarısında atılan “batılılaşma” süreci, Cumhuriyetle birlikte hız kazanmış ve toplum bu yeni süreçte giyim-kuşam, adab-ı muaşeret, konuşma ve cinsiyet rolleri gibi gündelik yaşamaların daha fazla farkında olmaya başlamıştır (Kurt, 2006, s. 532).

Modernleşmenin toplumsalın içine girebilmesi için ailenin dönüştürülmesi şarttır. Mevcut yapının sürekliliğine indirilecek en ağır darbe de bu olacaktır. Bu yüzden toplumsal kavramı, hedeflenen tüm değişim doğrultularının yaşam dünyası içine sızması ve yapılaşması açısından aile ile stratejik bir ilişki içindedir. Aile fikrinin Batılılaşması ya da modern aile fikrinin

oluşması sürecindeki ilk adımı, modern Türk toplum bilimlerinin gelişmesinde kurucu bir işlevi olduğu düşünülen Prens Sabahaddin gerçekleştirmiştir. Prens Sabahaddin, bireyi ön plana çıkarmış ve Türk modernliğinin temel hedefinin inisiyatif sahibi, girişimci bireyler yaratmak olduğunu iddia etmiş, bu nedenle de önceliği özel yaşamın dönüştürülmesine vermiştir. Aile fikrinin oluşmasında ikinci adım Türk sosyoloji düşüncesinin babası kabul edilen Ziya Gökalp tarafından atılmıştır. Gökalp için Türk modernliğinin hedefi, modern bir ulus olmaktır. Toplumsallık algısı da anlamını bu çerçevede kazanacaktır. Toplumsal yapının en temel hücresi olan ailenin de yeni ulusu oluşturacak kişileri yaratacak şekilde dönüştürülmesi gerekmektedir. Gökalp’ın önerisi ve projesi “Türk Ailesinin” oluşturulması olmuştur (Aytaç, 2007, s. 159-160). Gökalp’e göre, Tanzimat’ın başlattığı sosyal ve siyasal dönüşüm sürecinin mantıksal sonucu, çekirdek aile olmalıdır. Bu dönüşümler “çağdaş aile” ya da “çağdaş kadınlık” sorunlarının ortaya çıkmasının temel nedeni olmuş ve Gökalp bu gelişmeyi doğal kabul etmiştir. Ancak ailenin çağdaşlaşması, onun öz kültür ile ilgili yanlarının üstünü örtmemelidir. Aile yaşamının bir kısmı uygarlık, bir kısmıysa kültürle ilgilidir. Nitekim Avrupa’da da kadın ve aile ilgili ortak fikirler olmakla birlikte, özel ve kültürel yanlar da bulunmaktadır. Bu yüzden bir Avrupa ailesinin yanında, Fransız ailesi ya da İngiliz ailesi gibi tiplerden de söz edilebilmektedir. Bu yüzden kozmopolit bir aile yapısı oluşturmak yerine, milli bir aile yani “Türk Ailesi” hedeflenmelidir (Gökalp, 1992, s. 147’den akt. Aytaç, 2007, s. 180-181).

Doğan’ın (2009), “Dünden Bugüne Türk Ailesi” adlı çalışmasındaki değerlendirmeleri, Cumhuriyet döneminin yepyeni bir dünya algısı getirdiğine yöneliktir. Çünkü Cumhuriyet, Osmanlının son dönemlerinde başlayan Batılılaşma sürecinin somut bir aşaması olarak sosyo- kültürel hayata da yeni boyutlar getirmektedir. Tanzimat dönemiyle başlayan Batılılaşma zihniyet dönüşümlerine de yol açmıştır. Cumhuriyetle birlikte tüketim alışkanlıklarından, eğitim, sanat, mimari, ahlak ve hukuk boyutlarında bütün bir kültürün modernleşmesinin olanca etkisinde harmanladığı bir süreç başlamıştır. Türk ailesi de bu sürecin merkezinde yer almıştır. Cumhuriyet dönemindeki bütün gelişmelerin önemli sonuçlarından biri de geleneğin, kendisi için üreten ve tüketen aile birimlerinde azla yetinen, kanaatkâr insan profilinin yerini yavaş yavaş kendileri için en iyi ve en güzeli talep eden ve tüketmek isteyen (tüketici) insan profiline bırakmasıdır. Türk ailesindeki bu yeni tüketici profilin şekillenmesinde medyanın rolü yadsınamaz. Tüketim kültürünün ivme kazanmasıyla seksenli yıllarda biraz koyup, daha fazlasını alma, faiz ve kar payı adıyla paraya para kazandırma gibi çalışmadan ve üretmeden kazanıp tüketmeyi teşvik eden yeni bir değerler dünyası yaratılmıştır. Banker faciaları seksenli yılların serbest piyasa ekonomisiyle gelen ve Türk ailesini olumsuz etkileyen önemli toplumsal olaylar olarak tarihe geçmiştir. Doksanlı yılların ortasından itibaren de kazancından

daha fazlasını kredi kartıyla almak ve tüketmek isteyen “kredi kartı mağdurları” aile yaşantısında olumsuzluklara yol açmaktadır.

Batı’daki kadar yaygın ve sektörel bir yapılanma olmamasına rağmen Cumhuriyete özgü endüstriyel girişimler Türk ailesinin demografik yapısı üzerinde etkili olmuştur. Sanayi üretiminin işçilerin fabrika çevrelerine ve kenar mahallelere toplanmasını dayattığı göz önüne alındığında, benzer bir işlevin Cumhuriyet Türkiye’sinde de yaşandığına tanık olunmuştur. Kente, fabrika çevrelerine geçici ya da kalıcı işçi göçü kırsal kesimdeki geniş ailelerin bölünmelerine yol açmıştır. Ancak fabrikaların belirli bölgelerde yoğunlaşması kırsal kesimdeki bu etkilenmeyi sınırlamıştır. Kent ve kır olmak üzere Türkiye’deki aile yapıları ve oluşum etkenleri ile ortaya çıkan modelleri şöyle sıralamak mümkündür (Doğan, 2009, s. 129-130):

Kentlerde rastlanan karı-koca ve evlenmemiş çocuklardan meydana gelen çekirdek aile,

 Kentleşme sürecinde istihdam imkânlarının, alt yapı yetersizliğinin, dayanışma eksikliğinin ve toplumsal çevreye uyumsuzluğun doğurduğu veya koruma amacına dönük “destekli çekirdek aile”,

 Aile reisi, karısı, evli oğulları, gelinleri veya bir evli oğul ve diğer bekâr çocukların ya da bir evli oğul, gelin ve torunların birlikte oturduğu geleneksel aile,

Aile reisinin, kendi anne-babası veya bunlardan biri, bekâr kardeşlerin veya aile reisinin

karısının bu tür yakınlarını veya anne-babalarını barındıran, gelenekçi geniş aileye göre biraz daha küçülmüş olan geçici aile,

Büyük kent merkezlerinde az da olsa sosyo-patolojik gelişmelerin doğurduğu çözülen aile. Bu aile tipi de dul eş ve çocukları içine alan parçalanmış aile ve tamamlanmamış aile şeklinde görülebilmektedir.

 Beşinci maddenin değişik bir boyutu olarak düşünülebilecek olan bir başka aile biçimi de eşlerden birinin yurtdışında işçi olarak ya da zorunlu nedenlerle bulunmalarıyla ortaya çıkan ailedir. Eşi Almanya, Avustralya ve Ortadoğu ülkelerinde işçi olan, çiftlerle, 1989 yılında Bulgaristan’dan zorunlu göç nedeniyle Türkiye’ye gelenlerin oluşturduğu parçalanmış aile biçimidir.

Gökçe’ye (1976) göre, aile kendisini etkileyebilecek iki temel sorun ile karşı karşıyadır. Birincisi toplumsal değişmelere paralel olarak ortaya çıkan toplumsal dinamizmin aileye olan etkisi; ikincisiyse doğrudan ailenin iç mekanizmasında ortaya çıkan aksaklıklardır. Toplumsal dinamizmin etkisi ailenin yapısına değil, görevlerine yöneliktir. Aile yapısını etkileyecek en önemli unsur da kendisini meydana getiren üyelerden herhangi birinin çeşitli nedenlerle aileden kopmasıdır. Bu durumda aile temel görevlerini gerçekleştirememektedir. Anne ya da babadan birinin yokluğu ailenin biyolojik fonksiyonunu ortadan kaldırabileceği gibi aile

birliğinin temelini oluşturan sevgi ve dayanışma duygusunun varlığından da söz edilmesini güçleştirmektedir (Gökçe, 1976’dan akt. Gökçe, 2004, s. 190-198).

Kurt’a (2006, s. 532-533) göre, Türk ailesinin değişim geçiren alanlarının başında evlenme usulleri gelmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren aşk evliliklerinde bir artış olmakla birlikte aile normlarından köklü bir kopuşu beraberlerinde getirmemişlerdir. İlişki çoğunlukla çiftlerden biri veya ikisi tarafından başlatılmış olsa da evliliğe karar verildiğinde aile büyüklerine başvurmak gerekmektedir. Damat adayı ve ailesinin, gelin adayını babasından istemesi gerekmektedir. Evlenme biçimine bağlı olarak Türkiye’de ilk evlenme yaşları da önemli ölçüde değişmiştir. Yeni Türk Medeni Kanunu’nun “Ehliyetin Koşulları” başlığını taşıyan 124. maddesi gereğince erkek veya kadın 17 yaşını doldurmadıkça evlenememektedir. Ancak hâkim olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple 16 yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilmektedir. Kentleşmeyle birlikte Türkiye’de evlenme yaşı giderek artış göstermektedir. Kentler özellikle aile yapısındaki değişme, evlilik yaşındaki artış ve doğurganlıktaki düşüşün odak noktalarıdır. Çalışmalar, çeşitli etmenlere bağlı olarak kadınların günümüzde daha geç evlendiklerini ortaya koymaktadır. Kadının eğitim ve çalışma hayatına girmesiyle birlikte statüsündeki artış, kadınların giderek daha geç yaşlarda evlenmelerini ve doğurganlık oranlarında düşüşe yol açmaktadır. Kuşkusuz, evlilik yaşı yükseldikçe doğurganlık azalacaktır. Evlilik yaşına bağlı olarak yüksek eğitim ve refah düzeyi, çalışma, kentleşme, modernleşme gibi faktörlerin etkisiyle kariyer sahibi kadınlar arasında doğurganlığın çok azaldığı gözlenmektedir (Kurt, 2006, s. 534).

Türkiye’de boşanmalar da belirgin bir şekilde artış göstermektedir. Kurt’a (2006, s. 535) göre, makasın gittikçe açılma eğiliminde olması aile parçalanmalarının önemli boyuta ulaştığının göstergesidir. İstatistiklere göre boşanma artış hızı normal süreçlerde istikrarlı bir artış izlerken, siyasal ve ekonomik çalkantılar döneminde anomik bir durumu göstermektedir. Türkiye ekonomisindeki olumsuzluklar sadece işletmeleri değil, insanları da etkilemektedir. Boşanma sayısının 2000 yılından sonra hızla artmasının temelinde ekonomik nedenler yatmaktadır. Türkiye’nin en ağır krizi yaşadığı 2001 yılında boşanma sayısında belirgin bir artış yaşandığı, boşanma sayısının 2000 yılına kıyasla % 44,6 artarak 50402’ye ulaştığı gözlenmektedir. Bununla birlikte, istatistikler evliliklerin boşanma ile sonuçlanmasının çoğunlukla ilk beş yıl içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Evliliklerinde daha bir yıl dolmadan boşananların sayısı da giderek artmaktadır. Türkiye’de farklı yıllara ait boşanmaların yaklaşık % 95’inin nedeni olarak “şiddetli geçimsizlik” gelmektedir. Bunu terk ve zina gibi faktörler izlemektedir.

1982 Anayasası’nın 41. maddesi: “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet ailenin huzur ve refahı ve özellikle ananın ve çocukların korunması ile

aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır” şeklindedir. 1982 Anayasasının belirtilen bu maddesi Türkiye’de aile kurumuna vurgu yapan ilk hukuki düzenlemedir. Türkiye’de aile konusundaki kurumsal ve toplumsal proje ve uygulamalar bu maddeyle hayata geçmeye başlamıştır. Bu süreçte atılan ilk önemli adım ve uygulama Aile Araştırma Kurumu’nun kurulmasıdır. 29 Aralık 1989 tarihinde kurulan Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı aile konusunda ilk kurumsal düzenlemedir. Kurum uzun bir süre gerekli ve kalıcı hukuki dayanaklardan yoksun olarak faaliyetlerini sürdürmüştür. Bu şekilde on beş yıl yasal dayanaktan yoksun olan kurum, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü adıyla 10.11.2004 tarihinde 5256 sayılı yasa ile hukuki bir statüye kavuşturulmuştur. Doğan’ın (2009, s. 132-133) da ifade ettiği gibi Cumhuriyet’in geçmişten devraldığı sosyo-kültürel birikimlerin yanı sıra Anayasanın söz konusu tespitleri çerçevesinde alınan önlem ve uygulamalar çağdaş Türk aile yapısının belirlenmesinde temel etkenler olarak düşünülmelidir. Anayasanın 41. maddesi Türk ailesinde iki önemli öğeyi ön plana çıkarmaktadır: Kadın ve çocuk. Yasa bu bağlamda kadın ve çocuklar için gerekli önlemler alınması hususunu devlete bir görev olarak yüklemektedir. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü bu çerçevede 25 Ekim 1990 tarih ve 3670 sayılı yasayla kurulmuştur. Bu Genel Müdürlük de tıpkı Aile Araştırma Kurumu gibi uzun bir süre hukuki dayanaktan yoksun olarak varlığını sürdürmüş ve 6 Kasım 2004 tarih 5251 sayılı yasayla kalıcı yasal statüye kavuşturulmuştur. Bu yasal düzenlemeler aile içi etkileşimin odağında yer alan kadını çocuklarla birlikte üzerinde daha fazla durulması gereken aile bireyi olarak ele almaktadır.

Ataerkil geniş aileden, modern çekirdek aileye doğru bir geçiş olduğunu ileri süren paradigma, bu değişmeye koşut bir şekilde aile içi ilişkilerin de değiştiğini, erkeğin hakim ve kadının ona tabi olduğu bir aile içi ilişki örüntüsünden, eşitlikçi bir aile içi ilişki örüntüsüne geçildiğini varsaymaktadır (Kavuncu, 1998, s. 71’den akt. Kurt, 2006, s. 536). Bununla birlikte Türk ailesi, rol ve güç dağılımı açısından, Olson’un gündeme getirdiği “iki odaklı” (duofocal) bir ailedir. Her eş kendi otoritesini kurduğu ve kendi sorumluluğunu üstlendiği ayrı bir örüntü oluşturmaktadır. Ancak hiyerarşik güç dağılımını gösteren bu “iki odaklı” durum, Türk ailesinde erkek egemenliğinin bulunmadığı anlamına gelmemektedir (Çelebi’den akt. Kurt, 2006, s. 537). Türkiye’de ilk olarak 04.10.1926 tarihinde yürürlüğe giren Medeni Kanun ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırılmış; kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve mallar üzerinde tasarruf hakkı tanınmıştır. 4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kanun, 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Medeni Kanunun ailedeki haklar ve sorumluluklar konusuna getirdiği eşitlikçi düzenlemeler özellikle kadının aile ve toplumdaki toplumsal hareketliliğini arttırıcı bir etki yaratmıştır. Yeni

gereksinimler doğrultusunda yapılan düzenlemeler 1938 yılından başlayarak günümüze kadar çeşitli tarihlerde devam etmiştir (Doğan, 2009, s. 156). Bu düzenlemelerde kadın-erkek eşitliği konusu önemli bir evrim geçirmiştir. 1999 yılında kadın-erkek eşitliği açısından önemli değişiklikler içeren Medeni Kanun Tasarısı hazırlanarak TBMM’ye sunulmuştur. En son düzenlenen Yeni Türk Medeni Kanunu 2001 yılında TBMM tarafından kabul edilmiş, 2002 yılında da yürürlüğe girmiştir. Yeni Medeni Kanun, eksikliklerine rağmen Türk kadınının haklarını modern dünyaya uygun hale getirme çabası olarak karşımıza çıkmıştır. İlerleyen dönemlerde oluşturulan Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı, Aile Araştırma Kurumu, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü gibi bürokratik kuruluşlar aile içindeki eşitlikçi anlayışlarla kadının toplumsal taleplerinin hayata geçmesinde devlet güvencesi olarak ortaya çıkmışlardır.