• Sonuç bulunamadı

Câhiliye Dönemi: Arapların Toplumsal Hafızaları

KLASİK DÖNEM İSRÂİLİYAT PROBLEMLERİ 

1.3. İsrâiliyatın Nakledilme Süreçleri ve Kaynakları 

1.3.1. Câhiliye Dönemi: Arapların Toplumsal Hafızaları

Kur’an-ı Kerim’de kıssalar, bilindiği gibi, daha çok Mekkî surelerde geçmektedir. Bu kıssalar, oldukça veciz bir üsluba sahiptir. Kıssalar anlatılırken okuyucuda, muhatapların söz konusu olaylarla ilgili “zihinsel bir alt yapıya” sahip oldukları, dinleyicinin kıssalarla ilgili bir şeyler bildiği fikri uyanmaktadır. Yani Kur’an, ilk muhataplarına bildikleri şahıslar ve olayları, onlar için ibret ve öğüt olacak bir tarzda anlatmaktadır.

Bu noktada onların sahip oldukları bu zihinsel alt yapının nasıl oluştuğu, bu bilgilerin onlara nereden intikal ettiği sorusu akla gelmektedir. Buna verilecek cevap aynı zamanda, isrâiliyatın İslam kültürü içinde ne zamandan beri var olduğu veya ne zaman İslam kültürüne geçmeye başladığı sorusunun da cevabı olacaktır.

Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Ad, Semud, Tubba, Ashabü’r-Ress gibi kavimlerin Arap yaramadası içinde yaşadıkları bilinen bir husustur. Tefsirlerde nakledilen rivayetlerden bu kavimler hakkında Câhiliye Araplarının kayda değer bilgilerinin olduğu anlaşılmaktadır.1 Zira bu kavimlerin yaşadıkları bölgeler Arapların ticaret için gelip geçtiği yollar üzerindedir. Taberî’nin de ifade ettiği gibi, bu kavimlerle ilgili Tevrat’ta herhangi bir bilgi yoktur.2 Bu sebeple, bu konularda tefsirlerde yer alan bilgilerin menşeinin tamamiyle Arapların kendi toplumsal hafızalarına dayandığı ifade edilmelidir.

Nitekim Taberî, Ad kavminin yaşadığı bölge, İbn İshak’tan naklettiği rivayete dayanarak onların putları, nasıl bir kavim oldukları hakkında bilgiler verir. Haris b. Hassân adlı bir şahsın Rasûlullah’a gelip Ad’la ilgili bazı bilgiler verdiği rivayetini

      

1 Bkz. M. Uğur, “Va’z, Kıssacılık ve Hadiste Kussâs”, s. 294; Harun Öğmüş, “Dirâse Menheciyye

Havle’l-Hâceti İle’l-İsrâîliyyât fî Tefsîri’l-Kısası’l-Kurânî”, SÜİFD, sayı: 29, Bahar, 2010, s. 187, 188.

zikreder.3 Taberî’nin naklettiği rivayete göre Hz. Ali Hadramut’tan gelen bir bedeviye bir bölgeyi sormuş, bedevinin orayı bildiğini söylemesi üzerine de Hz. Ali orada Hz. Hud’un kabrinin bulunduğunu söylemiştir.4 Taberî tarihinde de bu kavimlerle ilgili detaylı bilgiler vermiş, Câhiliye Araplarının bu kavimleri çok iyi bildiğini, istese cahiliye şiirlerinden pek çok örnek vererek bunu ispat edebileceğini ifade etmiştir.5

Bu kavimlerin yanı sıra, Hz. Âdem ve Havva, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, İsmail, Lokman gibi şahıslarla ilgili de Arapların bilgi birikimleri vardır. Nitekim Taberî, Câhiliye Arapları nezdinde Ad, Semud gibi kavimlerin şöhretinin Hz. İbrahim’in şöhreti gibi olduğunu ifade ederken,6 Hz. İbrahim’in onlar nezdinde büyük bir itibarı olduğunu ifade etmiştir.

Burada örnek olarak İbn Kesîr’in tefsirinde yer verdiği bir rivayet de zikredilebilir: “Allah, Cebrail’i Âdem’e ve Havva’ya gönderdi. Cebrail onlara Kâbe’yi inşa etmeyi emretti. Âdem, orayı inşa etti, sonra tavaf etmeyi emretti. Ona: ‘Sen ilk insansın, burası da insanlar için ilk kez bina edilen evdir’ denildi.”7 İbn Kesîr, bu

rivayetin İbn Lehîa tarafından uydurulduğunu bir benzerinin de Abdullah İbn Amr’a mevkuf olarak dayandığını söylemekte8 İbn Amr’ın bunu iki deve yükü kitaptan almış olabileceği ihtimali üzerinde durmaktadır.9 Nitekim bunun Ehl-i Kitap’tan alınmış olamayacağı, zira onların kitaplarında Kâbe’nin geçmediği söylenmiştir.10 Bize göre ise bu rivayet, Araplar arasında yüksek bir kıymeti haiz olan Kâbe’yle ilgili Arapların kendi kültürüne dayanıyor olabilir.

İbn Kuteybe (ö. 276/889), bazı uydurma hadislerin Câhiliye Araplarının tasavvurlarını yansıttığını, onların bazı hurâfelerinin rivayetlere karıştığını ifade eder. Uc b. Unuk hikâyesini11 tenkit ettiği bölümde İbn Kuteybe, Arapların bazı tasavvurlarına çeşitli deyim ve şiirlerden örnekler getirir. Onların anlayışlarından biri de

      

3 Taberî, Câmiu’l-Beyân, XII, 507. 4 Taberî, Câmiu’l-Beyân, XII, 512, 513.

5 Taberî, Târîh, I, 216 vd, 232/ I, 285 vd; 310. Taberî’nin kadim Arap kavimleriyle ilgili bilgilerinin

kaynağı için bkz. Cevâd Ali, “Mevâridu Târîhı’t-Taberî”, Mecelletü’l-Mecmaı’l-Ilmî el-Irâkî, cilt. III, sayı:1, Bağdat, 1373-1954, s. 17 vd.

6 Taberî, Târîh, I, 232. 7 İbn Kesîr, Tefsîr, II, 78.

8 Abdullah b. Amr’ın rivayeti için bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, III, 58. 9 İbn Kesîr, Tefsîr, II, 78.

10 Tayyâr, Şerhu Mukaddime, 164.

11 Hakkında çeşitli rivayetler bulunun Uc b. Unuk, Hz. Musa zamanında yaşamış dev cüsseli birisidir.

Bkz. İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs (thk. Muhmammed Zührî), Dâru’l-Cîl, Beyrut, 1972, s. 278, 279.

kediyi aslanın aksırığı, domuzu da filin aksırığı olarak düşünmeleridir. Uc b. Unuk hadisi de bu kabildendir.12

Tefsirlere baktığımız zaman, Hz. Nuh’un gemisindeki hayvanlarla ilgili bazı rivayetlerin bu anlayışı yansıttığını görürüz: Nuh, her cinsten birer çift alıp gemiye taşıyınca yanındakiler, “Sürüler yanlarında arslan varken nasıl rahat edecekler?” dediler. Allah arslana hummayı musallat etti, bu, yeryüzünde görülen ilk humma idi. Sonra fareden şikayet edip, “Bu hayvan bizim yiyeceklerimizi ve eşyalarımızı bozuyor” dediler. Allah arslana vahyetti, arslan da hapşurdu, burnundan kedi çıktı, fare de böylelikle gözden kayboldu.13 Bir diğer rivayete göre gemide pislik vardı; Hz. Nuh bundan şikayet etti, Allah ona fili meshetmesini vahyetti, o da fili meshedince iki domuz çıktı, bunlar pisliği yediler.14

Burada Câhiliye Araplarının anlayışıyla rivayetlerdeki benzerlikleri göz önünde bulundurarak, bu rivayetlerin, Arapların kendi hafızalarının ürünü olan bilgiler olduğunu düşünebiliriz. Mücteba Uğur tarafından da ifade edildiği gibi, Araplar arasında şiir ve hitabetin yanında kıssa anlatma geleneğinin küçümsenmeyecek bir yeri vardır. Asırlarca toplum fertleri arasında anlatıla anlatıla kökleşmiş ve toplum kültürünün bir parçası haline gelmiş bazı kıssaların İslamî devirde hafızalardan tamamen silindiğini söylemek oldukça zor, hatta imkansızdır.15

Esasen isrâiliyat konusu işlenirken, Arapların bu zihinsel alt yapıları tamamen göz ardı edilmiş, gerek Müslüman araştırmacılar gerekse Batılılar mesailerini tümüyle bir diğer kültürden İslam kültürüne bilgi geçişi veya “kültürel ödünç alma” olgusuna harcamışlardır. Burada Arapların “tarihî tecrübeleri”, “toplumsal hafızaları” tamamen görmezden gelinmektedir. Kaldı ki Arap coğrafyasında yaşanan olaylar bir tarafa, anlatılan diğer olayların önemli bir kısmı Araplara yakın bölgelerde cereyan etmiştir.

Buna sözgelimi, Tubba kavmi, Sebe Melikesi Belkıs’ın hikayeleri örnek verilebilir. Neticede bu olaylar, Arapların ticaret için gidip geldikleri Yemen bölgesinde meydana gelmiştir. Dolayısıyla onların bunlardan habersiz olmaları düşünülemez. Nitekim Süleyman Ateş, Belkıs kıssası ile ilgili şunları söyler:

Tefsirlerde bu kıssa hakkında Kur’an’da bulunmayan birçok ayrıntının bulunması da hikâyenin o çevrede bilindiğini gösterir. (…) Filistin bölgesinde hükümdar olan       

12 İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s. 9, 284, 285. 13 İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 371.

14 Celâlüddin es-Suyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, ts. IV, 428; ayrıca bkz. Âlûsî, Rûhu’l-

Meânî, VI, 251- 253.

Süleyman’ın, Yemen’deki Seba kraliçesi Belkıs ile mektuplaşması ve Melike’nin Süleyman’a gelmesi, tarihi belgelere dayanmasa da Tevrat’ta bulunduğu gibi Araplar arasında da yayılmış olmalıdır ki, Kur’an-ı Kerim ibret için bu hikâyeyi anlatarak öykü yoluyla ders vermektedir.16

Nitekim Abdullah b. Amr’a bir adam gelir: “Himyer, Tubba’nın kendilerinden olduğunu iddia ediyorlar” der. Abdullah da şu karşılığı verir: “Doğrudur, zira onlar Araplar içinde iki gözün arasındaki burun gibidir, onlardan yetmiş kral çıkmıştır.”17

Arapların İbranî peygamberler ve şahıslar hakkında da çok tafsilatlı olmasa da bir biçimde bilgi sahibi olmaları gerekmektedir.18 Zira Kur’an yine Mekkî surelerde, onlardan sıklıkla bahsetmekte, Hz. Musa’nın gerek Firavun’la olan mücadelesine gerek İsrâiloğulları’yla yaşadıklarına sürekli referansta bulunmaktadır. Nitekim Taberî, Bakara Suresi 57. ayette (men ve selva ile ilgili olarak) Cahiliye şairlerinden Ümeyye b. Ebi’s-Salt’ın şu şiirini nakletmektedir:

Allah gördü ki onlar, bir çöldedirler, ne ekecek tarlası, ne imarı olan; Sonra onların üzerine kızıl develer gibi yağmur yüklü bulutları sürdü Süzme bal gibi bir yiyecek, tatlı su, bembeyaz ve saf taze süt verdi.19

Bu referasnlar onların bu olaylardan da haberdar olduklarını göstermektedir. Arapların bu konularda bilgileri olmaması düşünülemez. Zira hem coğrafî bir yakınlık söz konusudur, hem de her iki millet de Sami geleneğe mensupturlar. Paçacı tarafından da ifade edildiği gibi, Kur’an’ın içeriği söz konusu olduğunda Hicaz Araplarının Sami kültürüne mensup bir topluluk oldukları akıldan uzak tutulmamalıdır. Bu durum ise onların Sami ırkının ve kültürünün diğer mensupları ile doğal bir ortaklığa sahip olmaları sonucunu gerekli kılmaktadır. Arapların bölgede yaşayan ve Sami dilleri konuşan Ehl-i Kitap ile dikkate değer bir dil ve kültür yakınlığı bulunmaktadır.20

Buna göre, Araplar ve dolayısıyla Müslümanlar, henüz Yahudilerden İslam’a giren mühtediler yokken de bazı konularda bilgi sahibi olmalıdırlar. Bu da bizi, İslam sonrası Ehl-i Kitap’la ve diğer milletlerle girişilen kültürel ilişkiler (akültürasyon) sonucu İslam’a geçmiş bilgilerden önce, Arapların kendi hafızalarının dikkate alınması gerektiği sonucuna götürmektedir.

      

16 Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, VI, 373; krş. Hıdır, Yahudi Kültürü ve Hadisler, s. 126. 17 Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXII, 339.

18 Bkz. Öğmüş, “Dirâse Menheciyye”, s. 186, 188. 19 Taberî, Câmiu’l-Beyân, I, 335.

Gerçi bu konuda genel temayül, Câhiliye Araplarının bu bilgilerini, geçmiş yüzyıllardaki Ehl-i Kitap’la ilişkilerine bağlama yönündedir.21 Mesela yukarıda örnek verdiğimiz Ümeyye b. Ebi’s-Salt’ın geçmiş kutsal kitapları okuduğu; Şam, Yemen gibi muhtelif din ve kültürlerin bulunduğu bölgelerde Yahudi ve Hıristiyanlarla bir araya geldiği görüşleri ileri sürülmüştür.22

Elbette, Câhiliye Araplarının Ehl-i Kitap’la ilişkileri ve onlarla girdikleri kültürel etkileşim, onların bu hafızaya sahip olmaları noktasındaki yeri inkâr edilemez. Bu kültürel etkileşim toplumların ortak yaşamının (symbiosis) bir ürünüdür ve bütün toplumlar için söz konusudur. Araplar da Arabistan bölgesinde değişik dini kimliklere sahip toplumlarla birlikte oturmuşlar, özellikle Yahudiler ve diğer din müntesipleriyle belli bir etkileşime girmişlerdir.

Arabistan’da temel üç din vardır; Yahudilik, Hıristiyanlık ve Putperestlik. Bunların dışında çeşitli bölgelerde az sayıda azınlıklar vardır: Sabiiler, Mecusiler, Zındıklar (Maniheistler ve diğer kadîm iki asla inananlar, Mazdekler, Dîsânîler). Yahudiler: Bir, aslen Yahudi olanlar var ki bunlar, Câhız’ın verdiği bilgiye göre Yesrib, Hımyer gibi bölgelerde otururlar. Bir de Arap olup da Yahudi olanlar var ki, bunların da Yemen, İyâd ve Rabîa bölgelerinde oturdukları söylenir. Hıristiyanlığın da Câhız, Yakubî ve İbn Hazm’ın ifade ettiğine göre Arap kabileleri üzerinde baskın bir rolü vardır.23

Arap yarımadasında bu din ve kültürlerin varlığı ve Arapların ümmi ve bedevi olmaları; bütün araştırmacıları onların kâinat, insan ve tarih bilgilerini bu kültürlerden aldıkları düşüncesine götürmüş, görüşler sürekli bu noktada teksif edilmiştir. M. Hüseyin ez-Zehebî, “İsrâiliyat tefsir ve hadise sızmadan önce, isrâilî kültür Câhiliye döneminde Arap kültürüne karışmıştı” demekte, bunu da sürgün yoluyla Hicaz’a gelip yerleşen Yahudilere bağlamaktadır.24

İsrâiliyat konusunu işleyenler, bu noktada İbn Haldûn’un şu görüşlerine referansta bulunurlar:

Araplar kitap ve ilim ehli değillerdi; genellikle bedevî bir tabiata sahip olup ümmi idiler, okuma yazma bilmezlerdi. Mükevvenâtın sebepleri, yaratılışın başlangıcı, varlığın sırları gibi konularda insan tabiatının öğrenmeyi istediği hususlardan bir       

21 Bkz. G. Vajda, ‘Isra’iliyyat’ EI², IV, 211.

22 Bkz. Hıdır, Yahudi Kültürü ve Hadisler, 475; Öğmüş, “Dirâse Menheciyye”, s. 190. Ayrıca Cahiliyye

Şiirinin otantik olmadığı ve İslamî dönemde uydurulduğu görüşleri için bkz. İsmail Durmuş, “Şiir” DİA, XXXIX, 146.

23 Atyâr, el-Bidâyâtü’l-Ûlâ, s. 5.

şeyi bilmeyi arzu ettikleri zaman, gider onları kendilerinden önceki Ehl-i Kitab’a sorarlar ve onların bilgilerinden istifade ederlerdi. Bunlar ise, Ehl-i Tevrat olan Yahudiler ile [bu tür meselelerde] onların dinine tabi olan Hıristiyanlar idi. O dönemde Araplar arasında yaşayan Ehl-i Tevrat, tıpkı Araplar gibi bedevi idiler ve bu tür meselelerde Ehl-i Kitab’ın avâmının bildiklerinden fazla bir şey bilmezlerdi. Zaten bunların büyük çoğunluğu da sonradan Yahudiliğe girmiş olan Himyerlilerdi.25

Mekkî surelerde, müşriklerin gidip Ehl-i Kitab’a sormaları konusunda yapılan yönlendirmeler de İbn Haldûn’un bu görüşünü desteklemektedir.26 Ruh, Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn kıssalarıyla ilgili ayetlerin sebeb-i nüzulünde sözü edilen, Müşriklerin Ehl-i Kitap’tan akıl aldıklarına dair rivayetler de bu iletişime ışık tutmaktadır.27

Her halükarda Arapların, ister kendi kültürel hafızalarına, ister diğer kültürlerden edindikleri bilgilere dayansın, bir bilgi dağarcıkları vardır. Müslümanlar, Kur’an indikten sonra kendi hafızalarında yer alan ve şifahen aktardıkları bu bilgileri Kur’an tefsirinde bir biçimde kullanmış olmalıdırlar. Dolayısıyla, İslam’dan sonra gerek Kur’an ayetlerinin tefsirinde, gerek tarih yazıcılığında ve diğer alanlarda kullanılacak bilgilerin kaynağını, bütünüyle İslam’dan sonra girilen bir kültürel etkileşime ve ödünç alma girişimine bağlamamak gerekmektedir. Elbette bu iddia, ciddi etütleri ve belki isrâiliyat malzemesini yeniden okumayı gerekli kılmaktadır.