• Sonuç bulunamadı

Burna çekilen tütün, enfiye. (GTS)

Arn. burnot-i, burrnut (Diz. 125, 126; Bor. 29; Mik. 33; Kak. 83; Lat. 156; Kara. 142) Boş. burnut (Škal. 122)

Bul. burnot, burnut (DTB. 39; Mik. 33; Kak. 33; Diz.126; Kara. 142) Hrv. burmut, burmutica (Es. 30)

Mak. burmut (Nas. 101; Kara. 142)

Srp. burmut, burmutica, burmutdžija (Škal. 155; Diz. 126; Vuk. 51; Mik. 33; Kak. 83; Kara. 142) BUT

,-

DU

1. İnsan vücudunun kalça ile diz arasındaki bölümü. 2. Hayvanların, arka bacaklarının gövdeye bitişik olan dolgun, etli bölümü.

(GTS)

Arn. but-i, bud (Diz. 126; Bor. 29; Mik. 31; Mey. 56; Kara. 143) Boş. but (Škal. 123)

Bul. but (DTB. 40; Gab. 112; Mik. 31; Diz. 126; Lok. 372; Kara. 143) Hrv. but (Es. 30)

Mak. but, butka (Nas. 86, 87; Kara. 143)

Rom. but, butura (Mik. 31; Lok. 372; Diz. 126; Wendt. 152; Kara. 143) Srp. but (Škal. 156; Diz. 126; Mik. 31; Kara. 143)

BUYRULTU

Sadrazam, vezir, beylerbeyi vb. yüksek devlet görevlileri tarafından yazılan buyruk. (GTS)

Arn. byryllti-ja, bujurdija (Diz. 132, 133; Bor. 30; Kara. 143) Boş. bujruntija, bujrultija, bujruldija (Škal. 118)

Bul. bujlurtija, bujurultija (DTB. 39; Kak. 85; Diz. 133; Kara. 143) Hrv. bujruldija (Es. 29)

Mak. bujurultija (Nas. 83; Kara. 143)

Rom. bujurdiu, bujurdi, bujurultiu, bujurdisi (Kak. 85; Sai. 22; Wendt. 160; Diz. 133; Kara. 143) Srp. bujruntija, bujrultija, bujruldija, buruntija (Škal. 152; Diz. 133; Kak. 85; Kara. 143)

Yun. bugiurtizo, bugiurun (Georg. 207; Kuk. 69; Gia. 128; Kak. 85; Diz. 133; Kara. 143) BUYURMAK

1. Bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını kesin olarak söylemek, emretmek: “Ahlak sadece kötülük etmekten çekinmek değildir, başkalarının edecekleri kötülükleri de önlemeye çalışmayı buyurur.” -N. Ataç. 2. Söylemek, demek, düşüncesini bildirmek: Bir şey mi buyurdunuz? “Çok doğru buyuruyorsunuz.” -F. R. Atay. 3. (-e) Gelmek, gitmek, geçmek, girmek: “Salona buyurmaz mısınız?” -M. C. Kuntay. 4. (-i) Almak: “Buyurunuz kahvenizi!” -M. E. Yurdakul. 5. (yar) Etmek, eylemek: “Size karşı derin hürmeti vardı, lütuf buyurur sorarsanız yalnızlığını hissetmez.” -R. H. Karay.

(GTS)

Arn. bujrun (Diz. 119; Bor. 29; Kara. 144)

Boş. bujrum, bujrun, bujrunuz, bujruntija, bujrultija, bujruldija (Škal. 118) Bul. bujur, bujrum (DTB. 40; Gab. 113; Mik. 32; Lok. 346; Diz. 119; Kara. 144) Hrv. bujrum, bujur, bujruntija (Es. 29)

Rom. bujurdi, bujurdisi (Diz. 119)

Srp. bujur (Škal. 152; Diz. 119; Kara. 144)

Yun. bugiurtizo (Georg. 40; Kuk. 69; Gia. 128; Mik. 32; Diz. 119; Kara. 144) BUZ

1. Donarak katı duruma gelmiş su: “Hep kar yağmıştı, her yer buzdu.” -T. Dursun K. 2. sf. mec. Çok soğuk bir etki uyandıran (şey veya kimse): Bu romanın neresini beğendiniz? Buz!

(GTS)

Arn. buz (Diz. 127) Boş. buz gibi (Škal. 124)

Bul. buz (DTB. 37; Diz. 127; Kara. 144) Srp. buz gibi (Škal. 157; Diz. 127; Kara. 144) Yun. buzi (Georg. 116; Kuk. 69; Kara. 144) BÜKME

1. Bükmek işi. 2. Bükülmüş kaytan veya iplik. 3. sp. Vücudun bir bölümünü yanındaki bölüm üzerine kıvırma, germe karşıtı.

(GTS)

Arn. bykme-t, bykme mëndafshi (Diz. 127) Boş. bućma, bukma (Škal. 116)

Mak. bukme (Nas. 180; Kara. 145) Rom. buclu (Mik. 31; Kara. 145)

Srp. bućma, bukma (Škal. 150; Kara. 145) BÜLBÜL

1. Karatavukgillerden, sesinin güzelliği ile tanınmış olan ötücü kuş (Luscinia megarhynchos): “Bülbül kafeste şarkı söylemez.” -N. Hikmet. 2. mec. Sesi çok güzel olan kimse: “Hanende Nedim Bey ki gençliğinde Boğaziçi'nin bülbülü, en sevgili kuluyken artık onun da ihtiyarlamaya, sesinin bozulmaya başladığı söylenirdi.” -A. Ş. Hisar.

(GTS)

Arn. bylbyl-i, bilbil (Diz. 127, 128; Bor. 30; Mik. 34; Mey. 36; Kak. 73; Lat. 145; Kara. 145) Boş. bulbul, bumbul (Škal. 120)

Bul. bilbyl (DTB. 41; Gab. 95; Mik. 34; Diz. 128; Kara. 145) Hrv. bulbul (Es. 29)

Mak. bilbil (Nas. 50, 181; Kara. 145) Rom. bilbilju (Mik. 34; Diz. 128; Kara. 145)

Srp. bulbul, bumbul (Škal. 153; Diz. 128; Vuk. 50; Kak. 73; Kara. 145) Yun. bulbul (Georg. 109; Kuk. 69; Gia. 119; Kak. 73; Diz. 128; Kara. 145) BÜRÜMCÜK

,-

ĞÜ

1. Ham ipekten dokunmuş ince kumaş: “Ona, yakası daima açık ve yenleri bol bir bürümcük gömlek giydirdim.” -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış: “Kadınları kırmızı canfesten şalvar ve bürümcük gömlek giyerler.” -Y. K. Beyatlı. 3. Ham ipekten yapılmış baş örtüsü.

(GTS)

Arn. byrynxhyk-u, byrynxhyke-ja, byrynxhik-u (Diz. 133; Bor. 30; Lat. 158; Kara. 146) Boş. burundžuk, burundžukli (Škal. 122)

Bul. buruncuk, buruncuklija (DTB. 39, 40; Mik. 30; Diz. 133; Kara. 146) Hrv. burundžuk, burundžukli (Es. 30)

Mak. buruncuk, buruncuklija (Nas. 79; Kara. 146)

Rom. burungiuc, barangic, borangic (Mik. 33; Kak. 84; Sai. 58; Lok. 367; Diz. 133; Kara. 146) Srp. burundžuk, bunduruk, burundžukli (Škal. 155, 156; Diz. 133; Vuk. 51; Mik. 33; Kak. 84; Kara. 146)

BÜRYAN

Tandırda susuz pişirilen kebap. (GTS)

Arn. birjan-i, byrjan (Diz. 107; Bor. 27; Kara. 146) Boş. pirjan, pirjaniti (Škal. 608, 609)

Bul. pirjan (DTB. 215; Diz. 107; Kara. 146) Hrv. pirjan, pirjaniti (Es. 97)

Mak. birjan, pirjan (Nas. 35, 90; Kara. 146)

Srp. pirjan, pirjaniti (Škal. 518; Diz. 107; Vuk. 517; Kara. 146) Yun. biriani (Kuk. 70; Diz. 107; Kara. 146)

BÜTÜN

1. Eksiksiz, tam: “Size bütün bir kış için kuru ot temin edecek.” -N. Hikmet. 2. Çok sayıdaki varlık ve nesnelerin hepsi: “Bütün civar köylerde onu sevmeyen yoktu.” -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Bozuk olmayan (para): Bütün para. 4. Parçalanmamış. 5. a. Birlik, tamlık: “Şiirde bir bütünün lüzumuna inananlar bile mısralar arasında birtakım aralıklar kabul eder.” -O. V. Kanık.

(GTS)

Arn. bytyn (Diz. 134; Bor. 30; Mey. 58; Kara. 146) Boş. butum, butun (Škal. 123)

Bul. bitin, bjutjun (DTB. 33, 41; Diz. 134; Kara. 146) Hrv. buton, butum, butun (Es. 30)

Mak. bitun, bitune (Nas. 117; Kara. 146)

Srp. butum, butun, butun-butuna (Škal. 156; Diz. 134; Mik. 34; Kara. 146) Yun. bitun, pitunikos (Georg. 109, 177; Kuk. 67; Kara. 147)

BÜYÜMEK

1. Organizmanın bütününde veya bu bütünün bir bölümünde, boyutlar artmak, irileşmek, eskisinden büyük duruma gelmek: “Büyür güzellikleri, vücutları, kısmetleri çocuklar uyurken.” -F. H. Dağlarca. 2. Yetişmek: “İhtiyar Süleyman Çavuş'un ellerinde büyüdüm.” -A. Gündüz. 3. Yaşı artmak, yaşlanmak: “Fakat büyüdükçe o kadar sevdiği bu oyunlara veda etmek lazım gelecekti.” - Ö. Seyfettin. 4. Artmak, güçlenmek, şiddeti artmak: “İkinci de okuduktan sonra kavga büyüdü.” - M. Ş. Esendal. 5. Sayıca artmak. 6. Genişlemek:“Barbarosların ülkesi büyüdükçe büyüyordu.” -F. F. Tülbentçi. 7. Önem ve değer kazanmak: “Türklük ülküsünün biraz daha köklendiğini, büyüdüğünü, yeşerdiğini duyarız.” -O. S. Orhon.

(GTS)

Boş. bujati (Škal. 118)

Bul. bijutisvam (DTB. 33; Kara. 147) Srp. bujati (Škal. 152; Kara. 147) Yun. pejip (Georg. 101; Kara. 147)

C

CABA

1. Bir şey ödemeden, para vermeden alınan şey, bedava: “Bu mâni benden sana caba olsun.” - S. Birsel. 2. zf. (ca'ba) Fazla olarak, fazladan, üstelik: “Kilometre başına bilmem ne kadar litre benzin dağıtılmış, yağ da caba!” -S. F. Abasıyanık.

(GTS)

Arn. xhaba (Diz. 1094; Bor. 139; Mey. 79; Lat. 461; Kara. 148) Boş. džaba, džabica, džabaisati (Škal. 217)

Bul. caba, badževa (DTB. 66; Lok. 625; Diz. 1094; Kara. 148) Hrv. džaba (Es. 44)

Rom. seaba, dogoaba, giaba, geaba (Mik. 53; Lok. 625; Diz. 1094; Kara. 148) Srp. džaba, džabica (Škal. 231; Diz. 1094; Bak. 1369; Mik. 53; Vuk. 859; Kara. 148) Yun. caba, cabacis (Kuk. 98; Gia. 161; Diz. 1094; Kara. 148)

CADDE

Ana yol: “O kalabalık caddenin canlılığı çok hoşumuza gidiyor.” -A. Kutlu. (GTS)

Arn. xhade-ja (Diz. 1094, 1095; Bor. 139; Mik. 52; Mey. 79; Lat. 461; Kara. 148) Boş. džada (Škal. 217, 218)

Bul. cade (DTB. 66; Gab. 195; Diz. 1095; Kara. 148) Hrv. džade (Es. 44)

Mak. cade (Nas. 35, 61; Kara. 148)

Srp. džada (Škal. 231; Diz. 1095; Mik. 52; Kara. 148) Yun. cades (Kuk. 98; Diz. 1095; Kara. 148)

CADI

1. Geceleri dolaşarak insanlara kötülük ettiğine inanılan hortlak. 2. mec. Kötülük yaparak başkalarına zarar veren kadın: “Uzaktan bakıldığında, asabi ve çirkin bir cadıyı andırıyordu.” -A. Kulin. 3. esk. Çok güzel göz.

(GTS)

Arn. xhadi-ja (Diz. 1095; Lat. 462; Kara. 148) Boş. džadija (Škal. 218)

Bul. cadija (DTB. 66; Gab. 195; Diz. 1095; Kara. 148) Hrv. džadija (Es. 44)

Srp. džadija (Škal. 231; Diz. 1095; Kak. 87; Kara. 148) CAHİL

1. Öğrenim görmemiş, okumamış: “Bu maskara sosyete bana cahil diye bakar.” -H. E. Adıvar. 2. Belli bir konuda yeterli bilgisi olmayan: “Sansürcülerin çoğu cahil, tiyatrodan anlamaz kişilerdi.” -M. And. 3. hlk. Deneysiz, genç, toy (delikanlı veya kız): “Esasta batıl itikatlara inanmış cahil bir kızcağızdı.” -R. H. Karay.

(GTS)

Arn. xhahil-i (Diz. 1095; Bor. 139; Lat. 462; Kara. 148) Boş. džahil (Škal. 218)

Srp. džahil (Škal. 231; Diz. 1096; Kara. 148) Yun. cahilis (Kuk. 99; Gia. 161; Kara. 149) CAİZ

1. Din, yasa, töre vb. bakımdan işlenmesinde, yapılmasında sakınca olmayan, yapılıp işlenmesine izin verilen. 2. Uygun, yerinde sayılan, yakışık alan: “Akşama kalıp iskelenin üstü binbir ayakken gitmek caiz değildi.” -S. M. Alus.

(GTS)

Arn. xhaiz (Diz. 1096; Bor. 139; Kara. 149) Boş. džaiz (Škal. 218)

Srp. džaiz (Škal. 232; Diz. 1096; Mik. 52; Kara. 149) CAM

1. Soda veya potas katılmış silisli kumun ateşte eritilmesiyle yapılan sert, saydam ve çabuk kırılır cisim. 2. sf. Tümü veya bir bölümü bu maddeden yapılmış, sırça: “Tıraşa başlarken biri büyük, biri küçük iki örtü alırdı, cam dolabından.” -N. Cumalı. 3. Pencere: “Camın önündeki masaların hemen arkasındaki yere oturup kalıyorum.” -S. F. Abasıyanık. 4. esk. Kadeh, içki.

(GTS)

Arn. xham-i, xhamaxhi-u, xhambilur-i (Diz. 1096; Bor. 139; Mik. 52; Mey. 80; Lat. 462; Kara. 149)

Boş. džam, džamli, džamlija, džamdžija, džamluk (Škal. 218)

Bul. cam, camcija, camli (DTB. 66, 67; Gab. 195, 196; Mik. 32; Lok. 650; Diz. 1096; Kara. 149) Hrv. džam (Es. 44)

Mak. cam, camlija (Nas. 64, 65; Kara. 149)

Rom. geam, geamlic (Mik. 52; Lok. 650; Diz. 1096; Wendt. 16; Kara. 149)

Srp. džam, džamdžija, džamluk, džamlija (Škal. 232; Diz. 1096; Mik. 52; Kara. 149) Yun. cami, cam, camcis(Georg. 167; Kuk. 98; Gia. 161; Mik. 52; Diz. 1096; Kara. 149) CAMADAN

1. Çapraz düğmeli, ipek veya sırma işlemeli bir tür kısa yelek: “Sırtlarına da çuhadan, dar mı dar bir camadan geçirirler.” -S. Birsel. 2. den. Dört köşe yelkenleri boğarak yüzeylerini küçültme işi.

(GTS)

Arn. xhamadan-i (Diz. 1097; Bor. 139; Mik. 53; Mey. 80; Lat. 463; Kara. 149) Boş. džamadan (Škal. 218)

Bul. camadan (DTB. 66; Gab. 196; Mik. 53; Lok. 652; Diz. 1097; Kara. 149) Hrv. džamadan (Es. 44)

Mak. camadan (Nas. 93; Kara. 149)

Rom. geamantan (Mik. 53; Lok. 652; Diz. 1097; Kara. 149)

Srp. džamadan, džemadan (Škal. 232; Diz. 1097; Bak. 1369; Vuk. 859; Mik. 53; Kara. 149) Yun. camadan (Georg. 167; Kuk. 103; Gia. 161; Mik. 53; Diz. 1097; Kara. 149)

CAMBAZ

1. Yerde ve tel, at, bisiklet, ip vb. üzerinde dengeye dayanan, tehlikeli, heyecan verici gösteriler yapan kimse, akrobat: “Önüne getirilen ata bir cambaz çevikliğiyle atladı.” -Ö. Seyfettin. 2. At alıp satan veya yetiştiren kimse: “Bitişik komşumuz cambaz İbrahim -bizde at alıp satanlara

cambaz derler- hacca gitti, geldi.” -M. Ş. Esendal. 3. Usta, becerikli kimse: Söz cambazı. 4. tar. Osmanlı Devleti'nde atlı olan ve savaşlarda padişahın önünde düşmana karşı ilk saldırıya geçen birlik. 5. sf. mec. Kurnaz, hileci, hilekâr: O cambaz adamdır, güvenilmez.

(GTS)

Arn. xhanbaz-i, xhambaz (Diz. 1099; Bor. 139; Mik. 53; Mey. 80; Lat. 463; Kara. 150) Boş. džambas (Škal. 219)

Bul. cambaz (DTB. 66; Gab. 196; Mik. 53; Lok. 660; Diz. 1099; Kara. 150) Hrv. džambas (Es. 44)

Mak. cambaz (Nas. 70; Kara. 150)

Rom. geambas (Mik.53; Lok. 660; Diz. 1099; Kara. 149)

Srp. džambas, džabmaz (Škal. 232; Diz. 1099; Bak. 1369; Mik. 53; Kara. 150) Yun. cambazis (Georg. 215; Kuk. 98; Gia. 161; Mik. 53; Diz. 1099; Kara. 150) CAMBAZLIK

,-

ĞI

1. Cambazın işi veya mesleği, akrobatlık, akrobasi: “İki çocuk iskelenin parmaklıklarında cambazlık yapıyor.” -S. F. Abasıyanık. 2. At alıp satma veya yetiştirme işi: “Elli senedir cambazlık ettiği hâlde ancak ömründe bir defa beyaz eşek görmüştü.” -Ö. Seyfettin. 3. mec. Kurnazlık, düzenbazlık, hilecilik: “Kızcağızla iki laf edene kadar yapmadığım cambazlık kalmadı.” -A. Ümit.

(GTS)

Arn. xhanbazllëk-u (Diz. 1099; Bor. 139; Lat. 463) Boş. džambasluk (Škal. 219)

Bul. cambazlik (Diz. 1099)

Srp. džambasluk (Škal. 232; Diz. 1099; Bak. 1369; Vuk. 859) CAMİ

,-

İ

,

-si (I) Müslümanların namaz kılmak için toplandıkları yer: “Caminin cümle kapısının hemen sol yanında eski bir çeşme vardı.” -A. Kutlu.

(GTS)

Arn. xhami-j (Diz. 1098; Bor. 139; Mik. 53; Mey. 80; Kak. 88; Lat. 464; Kara. 150) Boş. džamija (Škal. 219)

Bul. cami, camija (DTB. 66; Gab. 196; Mik. 53; Kak. 88; Diz. 1098; Kara. 150) Hrv. džamija (Es. 44)

Mak. camija (Nas. 62; Kara. 150)

Rom. geamija (Kak. 88; Sai. 187; Lok. 655; Diz. 1098; Kara. 150)

Srp. džamija (Škal. 232; Diz. 1098; Bak. 1369; Vuk. 859; Mik. 53; Kak. 88; Kara. 150) Yun. cami (Georg. 163; Kuk. 98; Gia. 161; Mik. 53; Diz. 1098; Kara. 150)

CAN

1. İnsan ve hayvanlarda yaşamayı sağlayan ve ölümle vücuttan ayrılan madde dışı varlık. 2. Yaşama, hayat: “Bir kedi yavrusunu kurtarmak için ipe sarılıp kuyuya iner, canımı tehlikeye koyardım.” -R. N. Güntekin. 3. Güç, dirilik: “Her şeyde bu mevsime mahsus bir can, bir dirilik kendini gösteriyordu.” -M. Ş. Esendal. 4. Kişi, birey: “Benimle beraber dört canız.” -F. R. Atay. 5. İnsanın kendi varlığı, özü: “Sağa sola kaçıştık da, canımızı dar kurtardık.” -N. Hikmet. 6. Gönül: “Çirkin bana kurban, ben de güzele / Can sever güzeli, maldan ziyade” -Karacaoğlan. 7. Bektaşilik ve Mevlevilikte tarikat kardeşi: “Şeyh çıkınca oradaki canlar da sırasıyla yürüyüp kapıya gelince dönüp baş kestikten sonra dışarı çıkarlar.” -A. H. Çelebi. 8. sf. Çok içten, sevimli, sevilen, şirin: “Alphonse Daudet ilk gençliğimin can yazarlarından biri idi.” -T. Buğra.

Arn. xhan-i (Diz. 1098, 1099; Bor. 139; Kak. 88; Lat. 464, 465; Kara. 150) Boş. džan, džanan, džanarika, džanfes (Škal. 219)

Bul. can, cani (DTB. 67, 68; Gab. 196; Mik. 53; Kak. 88; Diz. 1099; Kara. 150) Hrv. džan (Es. 46)

Mak. canim, canum (Nas. 92; Kara. 150)

Srp. džan, džana (Škal. 233; Diz. 1099; Mik. 53; Kak. 89; Kara. 150) Yun. can, canum (Georg. 56; Kuk. 98; Gia. 161; Diz.1099; Kara. 150) CANAVAR

1. Masallarda sözü geçen yabani, yırtıcı hayvan: “Sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da yine / Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek” -F. N. Çamlıbel. 2. Köpek balığı:“Balıklara canavar hücum etmesin diye göz kulak olurmuş.” -S. F. Abasıyanık. 3. mec. Haşarı, yaramaz çocuk. 4. hlk. Kurt, domuz vb. cana kıyan yaban hayvanı. 5. sf. mec.Acımasız, kötü ruhlu, zalim (kimse). 6. sf. Herhangi bir şeye çok düşkün olan: Kurabiye canavarı.

(GTS)

Arn. xhanavar-i (Diz.1099) CANDAR

1. Canlı, diri. 2. Koruyucu, muhafız. Arn. xhandar-i (Diz. 1100; Bor.139) Bul. candar (Gab. 196; Kara. 151) CAN ERİĞİ

Genellikle yeşilken yenen sert, sulu bir tür erik. (GTS)

Arn. xhenerik-u (Diz.1108) Boş. džanarika (Škal. 220)

Bul. canerik (DTB. 68; Gab. 196; Kara. 151) Hrv. džanarika (Es. 46)

Mak. çampare (Nas. 101; Kara. 151)

Srp. džanarika (Škal. 233; Diz. 1108; Bak. 1369; Vuk. 859; Kara. 151) Yun. caneria (Kuk. 98; Diz. 1108; Kara. 151)

CANFES

1. Üzerinde desen bulunmayan, ince dokunmuş, parlak, tok, ipekli kumaş: “Arabistan'dan getirdiği birtakım ipekler, canfesler ve kumaşlarla giyinir.” -A. Ş. Hisar. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış: “Canfes yastıklar üzerinde, muslinlere bürünmüş bir halayık portakal soyuyor.” -R. H. Karay.

(GTS)

Arn. xhanfes-i, xhanfeze-ja (Diz. 1101; Bor. 139; Kara. 151) Boş. džanfez, džanfezli (Škal. 220)

Bul. canfes (DTB. 68; Diz. 1101; Kara. 151) Mak. canfes (Nas. 79; Kara. 151)

Srp. džanfez, džanfezli (Škal. 233, 234; Diz. 1101; Kara. 151) Yun. canifes (Georg. 150; Kuk. 98; Kara. 151)

CAR

(II) Kadınların örtündükleri çarşaf, zar (III). (GTS)

Arn. xharr-i (Diz. 1102; Bor. 139; Kara. 151) Rom. gear (Lok. 668; Diz. 1102; Kara. 151) Yun. cari (Kuk.98; Kara. 151)

CEBE