• Sonuç bulunamadı

1. Dernek: “Gazi'nin reisliği altında bir Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti var.” -E. İ. Benice. 2. esk. Düğün: “Bohçacı hanım, cemiyetin nerede olacağını öğrenip yarın haber getirmeyi vadetmişti.” -S. M. Alus. 3. esk. Bir olayı veya kişiyi kutlamak amacıyla bir araya gelen topluluk: “Bir hafta olmazdı ki bir mektebe başlama, bir sünnet, bir düğün, bir lohusa cemiyeti görmeyelim.” -Ö. Seyfettin. 4. esk. Yüksek sosyete. 5. ed. Birbirine uygun veya zıt anlamlı kelimeleri tenasüp, tezat sanatları yoluyla bir araya getirme. 6. top. b. Toplum:“Sanatkârın, asıl cemiyete nüfuz eden büyük bir muallim olduğunu bilmemiz lazımdır.” -A. H. Çelebi.

(GTS)

Arn. xhemijet-i (Diz. 1107; Bor. 140; Kara. 153) Boş. džemijet (Škal. 225)

Hrv. džemijet (Es. 47)

Rom. jumet (Mik. 54; Lok. 748; Diz. 1107; Kara. 153) Srp. džemijet (Škal. 237; Diz. 1107; Kara. 153) CEMRE

Şubat ayında birer hafta arayla havada, suda ve toprakta oluştuğu sanılan sıcaklık yükselişi. (GTS)

Arn. xhemre-t (Diz. 1107)

Boş. džemre, džemreta (Škal. 226) Bul. cemre (DTB. 69; Kara. 153) Mak. cemre (Nas. 60; Kara. 153)

Srp. džemre, demre, džemreta (Škal. 237; Diz. 1107; Kara. 153) CENABET

1. Cünüp. 2. mec. Pis, kötü, hoşlanılmayan (kimse veya şey): “Cenabet karının oyunları da en aşağı yedi sekiz kısımlıktır, çok bekletir.” -P. Safa. 3. a. din b.Cünüplük.

(GTS)

Arn. xhenabet-e (Diz. 1107, 1108; Bor. 140; Mey. 81; Kara. 153) Boş. dženabet (Škal. 226)

Bul. cenabet, cenabetlik (DTB. 69; Gab. 197; Diz. 1108; Kara. 153) Hrv. dženabet (Es. 47)

Mak. cenabet (Nas. 108; Kara. 153)

Rom. ginabet (Mik. 49; Diz. 1108; Kara. 153) Srp. dženabet (Škal. 237; Diz. 1108; Kara. 153)

Yun. canabetis (Kuk. 98; Gia. 49; Diz. 1108; Kara. 153) CENAZE

1. Kefenlenip tabuta konmuş, gömülmeye hazırlanmış insan ölüsü. 2. Ölü, ölmüş kimse: “Evden iki sene içinde üç cenaze çıkmıştı.” -P. Safa. 3. Cenaze töreni.

(GTS)

Boş. dženaza (Škal. 226)

Bul. cenaze (DTB. 69; Diz. 1108; Kara. 154) Hrv. dženaza (Es. 47)

Srp. dženaze, dženaze-namaz (Škal. 238; Diz. 1108; Kara. 154) CENDERE

1. Pres. 2. mec. Manevi baskı: “Aralarından biri itilip kakılınca hepsinin birden boynunda aynı cendere acısı.” -N. F. Kısakürek.

(GTS)

Arn. xhendere-ja (Diz. 1108) Boş. džandar-baklava (Škal. 220)

Srp. džandar-baklava (Škal. 233; Diz. 1108; Kara. 154) Yun. cendere (Diz. 1108)

CENK

,-

1. Kahramanca mücadele, çarpışma, savaş: “Kale burçlarında cenge çağrı davulları vuruldu.” - N. Araz. 2. mec. Büyük çaba, uğraş, kavga, çekişme: “Her dakikam bir ayrı cenk ile geçiyor.” -Y. K. Karaosmanoğlu.

(GTS)

Arn. xhenk-u (Diz. 1109; Kara. 154) Boş. dženak, dženjak (Škal. 226)

Bul. cenk (DTB. 70; Mik. 54; Kara. 154) Hrv. dženjak, dženak (Es. 47)

Mak. cenk (Nas. 81; Kara. 154)

Srp. dženjak, dženak, dženek (Škal. 238; Diz. 1109; Mik. 54; Kara. 154) Yun. ceghi (Mik. 54; Diz. 1109; Kara. 154)

CENNET

1. Dinî inanışlara göre dünyada iyilik yapanların, günahsızların, öldükten sonra sonsuz bir mutluluğa kavuşacakları yer, uçmak, behişt: “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni” -Yunus Emre. 2. mec. Herhangi bir şeyden fazlasıyla bulunan yer: Kitap cenneti. 3. mec. Herhangi bir şeyin kolayca yapıldığı yer: Turizm cenneti. 4. sf. mec. Çok güzel, huzur veren (yer): “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?” -M. A. Ersoy.

(GTS)

Arn. xhenet-i (Diz. 1108; Bor. 140; Mik. 54; Mey. 81; Lat. 466; Kara. 154) Boş. dženet, dženetlija (Škal. 227)

Bul. celnet (DTB. 69; Diz. 1108; Kara. 154) Hrv. dženet (Es. 47)

Srp. dženet, dženetlija (Škal. 238; Diz. 1109; Vuk. 860; Mik. 54; Kara. 154) CEP

,-

1. Genellikle bir şey koymaya yarayan, giysinin belli bir yeri açılarak içine yerleştirilen astardan yapılmış parça: “Bayramın her günü gelirler, ellerini ceplerine sokarak dolaşırlardı.” -A. Kutlu. 2. Trafiği kolaylaştırmak, araçların durabilmesine olanak sağlamak için yaya kaldırımları veya şehirler arası yolların kenarlarına yapılan cep biçimindeki taşıt yanaşma yeri. 3. Cep

telefonu: Seninle yarın cepten konuşuruz. 4. ask. Savaş alanının bir yerinde düşmanın geriletilmesiyle ortaya çıkan taktik durum, çökertme.

(GTS)

Arn. xhep-i (Diz. 1109, 1110; Bor. 140; Mik. 53; Mey. 81; Kak. 89; Lat. 466; Kara. 154) Boş. džep, džepašče, džep-bašluk, džepana, džep-parasi, džeparac (Škal. 227)

Bul. ceb, ceblik, ceposvam, džeb, džob (DTB. 68, 70, 72; Mik. 53; Mey. 81; Diz. 1110; Kak. 89; Lok. 641; Kara. 154)

Hrv. džep, džep-parasi, džep-harčluk (Es. 47) Mak. ceb (Nas. 79, 150; Kara. 154)

Rom. gep (Diz. 1110)

Srp. džep, džeparac, džep-parasi (Škal. 238; Diz. 1110; Bak. 1370; Vuk. 860; Mik. 53; Kak. 89; Kara. 154)

Yun. cepi (Georg. 111; Gia. 162; Mik. 53; Diz. 1110; Kara. 154) CEPHANE

Ateşli silahlarla atılmak için hazırlanan her türlü patlayıcı madde, mühimmat: “Artık silahım var, cephanem var, ava çıkabilirim.” -A. N. Asya.

(GTS)

Arn. xhebehane-ja (Diz. 1102; Bor. 140; Mik. 53; Mey. 81; Kak. 91; Lat. 467; Kara. 155) Boş. džebhana (Škal. 222)

Bul. cepane (DTB. 70; Gab. 197; Mik. 53; Kak. 91; Diz. 1102; Kara. 155) Hrv. džebeana, džebahana (Es. 47)

Mak. cepane (Nas. 80; Kara. 155)

Rom. gephana, gebehane (Kak. 91; Sai. 55; Diz. 1102; Kara. 155)

Srp. džebhana, džebana, džepana, džebeana (Škal. 234; Diz. 1102; Bak. 1370; Vuk. 859; Mik. 53; Kak. 91; Kara. 155)

Yun. cebhanes (Georg. 118; Kuk. 99; Gia. 162; Mik. 53; Diz. 1102; Kara. 155) CEPKEN

Kolları yırtmaçlı ve uzun, harçla işlenmiş bir tür kısa, yakasız üst giysisi: “Cepkenini, damalı mintanını çıkarmış, kolalı gömleğine kravatını bağlıyordu.” -T. Buğra.

(GTS)

Arn. xhereli-je (Diz. 1110)

Boş. čevken, čepken, čevkeni, čevkijani (Škal. 141) Bul. cepken, çepken (DTB. 284; Gab. 196; Kara. 155) Hrv. čepken (Es. 33)

Rom. cepchen (Lok. 409; Diz. 1110; Kara. 155) Srp. čevken, čepken (Škal. 172; Diz. 1110; Kara. 155) Yun. cepkeni, cepken (Kuk. 99; Diz. 1110; Kara. 155) CER

,-

RRİ

Çekme, sürükleyerek götürme. (GTS)

Arn. xherr-i (Diz. 1111; Lat. 467)

Boş. džer, džeraš, džeriti, uzeriti (Škal. 223)

CEREME

Başkası tarafından yapılan veya kaza sonucu ortaya çıkan zararı ödeme. (GTS)

Arn. xherime (Diz. 1111; Bor. 140; Kara. 155) Boş. džerima, džerimdžija (Škal. 223)

Bul. cereme (DTB. 70; Gab. 197; Kara. 155) Hrv. džereme (Es. 47)

Mak. cereme (Nas. 108; Kara. 155)

Rom. geremea (Lok. 682; Diz. 1111; Kara. 155)

Srp. džerima, džerema, džerimdžija (Škal. 239; Diz. 1111; Kara. 155) Yun. ceremes (Georg. 219; Kuk. 99; Gia. 162; Diz. 1111; Kara. 155) CERİDE

1. Gazete. 2. Tutanak, kayıt defteri. 3. ask. Süvari kolu. (GTS)

Arn. xheride-ja (Diz. 1110) Boş. džerida (Škal. 228) Hrv. džerida (Es. 47)

Srp. džerida, derida (Škal. 239; Diz. 1111; Kara. 155) CERRAH

1. Ameliyat yapan uzman hekim, operatör: “Mengene gibi bir el, cerrahın yakasına yapışınca zavallının dizlerinin bağı çözülecek gibi oldu.” -İ. O. Anar. 2. esk. Önemsiz yaraları iyileştiren kimse.

(GTS)

Arn. xherah-i (Diz. 1111; Bor. 140; Mey. 81; Lat. 467; Kara. 155) Boş. džerah, džerrah (Škal. 228)

Bul. cerah (DTB. 70; Mik. 54; Mey. 81; Diz. 1111; Kara. 155) Hrv. džerah (Es. 47)

Rom. gerac, gerah (Mik. 54; Lok. 690; Diz. 1111; Kara. 155) Srp. džerah, džerrah (Škal. 239; Diz. 1111; Kara. 155) Yun. cerahis (Kuk. 99; Mik. 54; Diz. 1111; Kara. 155) CET

,-

DDİ

Dede, büyük baba, ata: “Nice yıl, cetlerimiz kökleşerek bir yerde, manevi varlığının resmini çizmiş havaya.” -Y. K. Beyatlı.

(GTS)

Arn. xhet-di, xhetli (Diz. 1111, 1112; Bor. 141; Mey. 81; Kara. 156) Bul. cet (DTB. 70; Diz. 1111; Kara. 156)

Rom. get-beget (Lok. 634; Diz. 1111; Kara. 156) CETVEL

1. Doğru çizgileri çizmeye yarayan, dereceli veya derecesiz, tahtadan, plastikten, madenden yapılmış araç, çizgilik. 2. Liste, çizelge: “O, masanın üzerinden kaptığı cetvele üç tane sıfırı yapıştırmıştı.” -Ö. Seyfettin.

(GTS)

Boş. džedvel (Škal. 222)

Srp. džedvel (Škal. 235; Kara. 156) CEVAHİR

Elmas, yakut vb. değerli taşlar, mücevher: “Bunların bazısının cevahirle süslenmiş mineli kapakları bulunur.” -A. Ş. Hisar.

(GTS)

Arn. xhevahir-i (Diz. 1112, 1113; Bor. 141; Mik. 54; Mey. 81; Lat. 467; Kara. 156) Boş. dževahir, dževahirdžija, dževher, dževahira (Škal. 229)

Bul. cevair, cevaircija (DTB. 68; Gab. 196; Mik. 54; Diz. 1113; Kara. 156) Hrv. džever, dževher (Es. 47)

Rom. dzuvaer, dzuvaerci (Mik. 54; Diz. 1113; Kara. 156)

Srp. dževahir, dževajir, dževahirdžija, dževahira, džehva (Škal. 239; Diz. 1113; Mik. 54; Kara. 156)

Yun. cevairi, cevaercis (Georg. 87, 111; Kuk. 99; Mik. 81; Diz. 1113; Kara. 156) CEVAP

,-

BI

Bir soruya, bir isteğe, bir söz veya yazıya verilen karşılık, yanıt: “Çocuklara verecek cevabı her zaman vardı.” -A. Kutlu.

(GTS)

Arn. xhevap-i, xhuvap (Diz. 1113; Bor. 141; Mik. 54; Mey. 81; Lat. 468; Kara. 156) Boş. dževab, dževap (Škal. 228)

Bul. cevap (DTB. 68; Gab. 196; Mik. 54; Diz. 1113; Kara. 156) Hrv. dževap, dževapiti, dževapijenje (Es. 47)

Mak. cevap (Nas. 155; Kara. 156)

Srp. dževab, dževap, devap, dževabiti, dževapiti, dževaplenje (Škal. 239; Diz. 1113; Vuk. 860; Kara. 156)

Yun. cegapi, cuhapi (Georg. 111, 128; Kuk. 100; Gia. 170; Diz. 1113; Kara. 156) CEVHER

1. Bir şeyin özü, maya, gevher: “Şu kuvvetin, cevherin sırrını öğrenmek için soruyorum.” -S. F. Abasıyanık. 2. Değerli süs taşı, mücevher. 3. mec. İyi yetenek: “Avrupa aristokratı, cevheri tükenmeye yüz tutmuş bir insandır.” -P. Safa. 4. fel. Töz.

(GTS)

Arn. xhyher-i (Diz. 1127; Kara. 156) Boş. dževher, džeferdar (Škal. 229) Bul. cefer, ceferlija (DTB. 70; Kara. 156) Hrv. džever, dževher (Es. 47)

Mak. cevair, cevaircija (Nas. 36, 55; Kara. 156)

Rom. giuvaer, giuvaergiu (Lok. 694; Diz. 1127; Kara. 156)

Srp. dževajir, dževerdar, dževahirdžija, dževerlija (Škal. 239, 240; Diz. 1127; Mik. 54; Kara. 156) CEVİZ

1. Cevizgillerin örnek bitkisi olan, uzun ömürlü, gövdesi kalın, kerestesi değerli, yurdumuzda çok yetişen ağaç (Juglans regia): “Ceviz ağaçlarının altına çökebilir, tabakalarınızdan birer

sigara yakabilirsiniz.” -S. F. Abasıyanık. 2. sf. Bu ağacın kerestesinden yapılmış: “Yedekleri ise ceviz dolabın alt tarafına kaldırılmıştı.” -N. Cumalı. 3. bit. b.Bu ağacın dışı kabuklu, içi yağlı ve nişastalı yemişi, koz: “Cebimdeki paranın yarısını ayırıp avuç avuç ceviz alıyorum, sevinçle dolduruyorum ceplerimi.” -R. Mağden.

(GTS)

Boş. dževiz (Škal. 229)

Bul. civiz (DTB. 71; Kara. 157) Rom. ghiviziu (Lok. 757; Kara. 157)

Srp. dževiz, dževiz-ora (Škal. 240; Kara. 157) CEZA

1. Uygunsuz davranışlarda bulunanlara uygulanan üzüntü, sıkıntı, acı verici işlem veya yaptırım: “O, olası ihanetim için cezalardan ceza beğenirken, ben de elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordum.” -E. Şafak. 2. huk. Suç işleyen bir kimsenin yaşantısına, özgürlüğüne, mallarına, onuruna karşı yasaların öngördüğü yaptırım: “Cezasını tamamlayana kadar tek kişilik bir koğuşta kalmış.” -A. Ümit.

(GTS)

Arn. xheza-ja (Diz. 1114; Bor. 141; Mik. 54; Mey. 81; Lat. 468; Kara. 157) Bul. ceza (DTB. 69; Gab. 196; Kara. 157)

Mak. ceza (Nas. 206; Kara. 157)

Yun. cezas (Kuk. 99; Gia. 161; Kara. 157) CEZVE

Kahve pişirmeye yarayan, saplı, küçük kap: “Cezvedeki süt çoktan taşmış, gaz ocağının her tarafına köpük köpük yayılırken ateşi de söndürmüştü.” -E. Şafak.

(GTS)

Arn. xhezve-ja (Diz. 1115; Bor. 141; Mey. 81; Lat. 468; Kara. 157) Boş. džezva, džezvenjaci (Škal. 229, 230)

Bul. cezve (DTB. 69; Gab. 196; Mik. 54; Diz. 1115; Kara. 157) Hrv. džezva (Es. 47)

Mak. gezve (Nas. 203; Kara. 157)

Srp. džezva, džezvenjaci (Škal. 440; Diz. 1115; Kara. 157) Yun. cezves (Georg. 85; Kuk. 99; Gia. 163; Diz. 1115; Kara. 157) CIMBIZ

1. Kıl vb. ince şeyleri tutmak veya çekmek için kullanılan küçük maşa: “Bir elinde cımbız, bir elinde ayna / Umurunda mı dünya?” -O. V. Kanık. 2. Özellikle dokumacılıkta kumaş yüzlerindeki düğüm, çöp vb. maddeleri temizlemekte kullanılan el aracı.

(GTS)

Arn. cimbis-i (Diz. 137; Mik. 41; Kara. 157) Boş. čimbistre (Škal. 146)

Bul. cimbiz (DTB. 71; Mik. 41; Diz. 137; Kara. 157) Hrv. čimbstra, čimbur (Es. 34)

Rom. cimbistra (Mik. 41; Lok. 759; Diz. 137; Kara. 157) Srp. čimbistre, čimbur (Škal. 176; Diz. 137; Kara. 157) Yun. cimpis (Mik. 41; Diz. 137; Kara. 157)

CIVA

Atom numarası 80, atom ağırlığı 200,5, yoğunluğu 13,59 olan, donma noktası -38,8 °C olduğundan, normal sıcaklıkta sıvı olarak bulunan, gümüş renginde bir element (simgesi Hg): “Kapıların birinden köpek havlamaları duyuluyor, diğerinden ise cıva kokan bir duman sızıyordu.” -İ. O. Anar.

(GTS)

Arn. zhiva-ja (Diz. 1167; Bor. 146; Mey. 488; Kara. 158) Bul. jivak, zivak (DTB. 92; Diz. 1167; Kara. 158)

Srp. ziva (Diz. 1167; Bak. 235) CİCİ

Sevimli, cana yakın, hoş, güzel, hoşa giden: “Ümit! Ah benim cici kardeşim.” -A. İlhan. (GTS)

Arn. xhixhi (Diz. 1122, 1123; Mey. 79; Kara. 158)

Boş. džidža, džidžali, džidžati, nadžidžati, džindžali, džindžan (Škal. 230) Bul. cici (DTB. 71; Diz. 1123; Kara. 158)

Hrv. džidža, džidžali (Es. 48)

Rom. gigea (Lok. 738; Diz. 1123; Kara. 158)

Srp. džidža, džidžali, džidžajli, džindžali (Škal. 240; Diz. 1123; Bak. 1371; Vuk. 860; Mik. 55; Kara. 158)

Yun. cicin (Gia. 163; Diz. 1123; Kara. 158) CİĞER

1. Akciğerlerle karaciğerin ortak adı. 2. Hayvanlarda akciğer, yürek ve karaciğerin oluşturduğu takım. 3. mec. Yürek, iç.

(GTS)

Arn. xhigere-t (Diz. 1118; Bor. 141; Kara. 159) Boş. džigera, džigerica, džigarica (Škal. 230)

Bul. ciger, ceren ciger, bel ciger (DTB. 71; Gab. 197; Mik. 55; Kak. 94; Lok. 719; Diz. 1118; Kara. 158)

Hrv. džigerica (Es. 48)

Mak. ciger (Nas. 150; Kara. 159)

Rom. cighir (Sai. 127; Diz. 1118; Wendt. 76; Kara. 158)

Srp. džigera, džigerica, džigarica, ornadžagerica, džigernjaca (Škal. 240; Diz. 1118; Bak. 96; Vuk. 860; Mik. 55; Kak. 94; Lok. 719; Kara. 159)

Yun. cigeri, cierimu (Georg. 138, 211; Kuk. 99; Gia. 146; Diz. 1118; Kara. 159) CİHAN

1. Evren: “Yunus gibi yüzü kara, cihana gelmiş var mıdır?” -Yunus Emre. 2. Dünya: “Yurtta sulh, cihanda sulh.” -Atatürk.

(GTS)

Arn. xhihan-i, xhihangjir-i (Diz. 1118; Bor. 141; Kara. 159) Boş. džihangir (Škal. 231)

Bul. cihan (DTB. 72; Kara. 159)

Srp. džihangir (Škal. 241; Diz. 1118; Kara. 159) Yun. cihan (Kuk. 100; Kara. 159)

CİHAT

,-

DI

Din uğruna yapılan savaş. (GTS)

Boş. džihet (Škal. 231)

Bul. cihat (DTB. 72; Gab. 197; Kara. 159) Hrv. džihad (Es. 48)

Srp. džihad (Škal. 241; Kara. 159) CİLA

1. Bir şeyi parlatmak için kullanılan kimyasal bileşik. 2. Parlaklık. 3. mec. Bir şeydeki aldatıcı, göz boyayıcı durum. 4. mec. Gereksiz süs, gösteriş. 5. argo Sert içkiden sonra içilen hafif içki.

(GTS)

Arn. xhila-ja (Diz. 1119; Bor. 140; Mey. 442; Kara. 159) Bul. cilja (DTB. 69; Kara. 159)

CİLT

,-

1. Ten. 2. Formaları, yaprakları birbirine dikerek veya yapıştırarak kitap, defter, dergi vb.ne geçirilen deri, bez veya kâğıtla kaplı kapak: “Nakışlara, ciltlere, minyatürlere hayran kaldı.” -Ö. Seyfettin. 3. Bir eserin ayrı ayrı basılan bölümlerinden her biri: “İstanbul Ansiklopedisi'nin ilk dokuz cildinde bunların altmış yedi tanesi yer alır.” -S. Birsel.

(GTS)

Arn. xhild-i (Diz. 1119) Boş. džilt (Škal. 231)

Srp. džilt (Škal. 242; Diz. 1119; Kara. 159) CİLVE

1. Hoşa gitmek için yapılan davranış, kırıtma, naz: “Romantik devirlerde bu nevi cilvelere aşk mâni olurdu, şimdi de kültür.” -P. Safa. 2. mec. Görünme, ortaya çıkma, tecelli.

(GTS)

Arn. xhilfe-t, xhible (Diz. 1119, 1120) Bul. cilve (DTB. 69; Kara. 159) Mak. civle (Nas. 198; Kara. 159)

Yun. cilves (Georg. 223; Kuk. 99; Kara. 159) CİLİT

Cilt, vücudun yüzeyi (TTAS)

Arn. xhilit, xhelit (Diz. 1120)

Boş. džilit, džiličija, džilitati, džilitnuti (Škal. 232) Bul. cilik (Diz. 1120)

Hrv. džilit (Es. 48) Rom. gerid (Diz. 1120)

Srp. džilit, džilicija, džilitnuti, džilitanje, džilitimimičke, džilitati (Škal. 241, 242; Diz. 1120; Bak. 1371; Vuk. 860)

CİMRİ

Elindeki parayı harcamaya kıyamayan, bitli, eli sıkı, ekti, hasis, kısmık, kibritçi, mıhsıçtı, nekes, pinti, sıkı, varyemez.

(GTS)

Arn. xhimri (Diz. 1120)

Bul. cimrija (DTB. 71; Kara. 159) Hrv. džimrija (Es. 48)

Mak. cimrija (Nas. 89; Kara. 159)

Srp. džimrija, džimrijati (Škal. 242; Mik. 55; Kara. 159) CİN

(I) 1. Dinî inanışa göre duyularla kavranamayan, insanlar gibi irade ve anlama yeteneğine sahip, ilahî emirlere uymakla yükümlü tutulan yaratık. 2. Masallarda göze görünmeyen, türlü biçimlere girebilen, iyilik de kötülük de yapabilen yaratık. 3. mec. Akıllı, zeki, uyanık kimse.

(GTS)

Arn. xhin-i (Diz. 1120, 1121; Bor. 141; Mik. 55; Mey. 82; Lat. 468; Kara. 159) Boş. džin, džindžihodža (Škal. 232)

Bul. cin, cingoz, cingibi (DTB. 52, 71, 88; Gab. 197; Mik. 55; Diz. 1121; Kara. 159) Hrv. džin (Es. 48)

Mak. cim (Nas. 53; Kara. 159)

Rom. gin (Mik. 55; Lok. 723; Diz. 1121; Kara. 159)

Srp. džin (Škal. 242; Diz. 1121; Bak. 1371; Vuk. 860; Mik. 55; Kara. 159) CİNAYET

1. Adam öldürme: “Sanki iftiraya uğramış, sanki cinayetle suçlanıyor da kendini savunuyor.” - A. Ağaoğlu. 2. mec. Adam öldürme derecesinde ağır suç.

(GTS)

Arn. xhinajet-i (Diz. 1120) Yun. cinajet (Kuk. 99; Kara. 159) CİNS

1. Tür, çeşit: “Lalelerin cinsleri günden güne çoğalıyor, soğanları akıl almayacak fiyatlarla satılıyordu.” -A. H. Çelebi. 2. Soy, kök, asıl: “Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur.” -M. E. Yurdakul. 3. Pek çok ortak özellikleri bulunan türler topluluğu. 4. sf. argo Garip, tuhaf. 5. sf. Diğerlerine göre üstün nitelikleri olan: “Derler ki cins kediler bu çirkinliği gizlemek için tenha yerlerde ölmeye giderlermiş.” -P. Safa.

(GTS)

Arn. xhins-i (Diz. 1122; Bor. 140; Lat. 469; Kara. 160) Boş. džins (Škal. 233)

Bul. cins (DTB. 71; Gab. 197; Diz. 1122; Kara. 160) Mak. cins (Nas. 87; Kara. 160)

Srp. džins (Škal. 242; Diz. 1122; Kara. 160)

CİRİT

,-

1. At koşturup birbirine değnek atarak takım hâlinde oynanan oyun, cirit oyunu. 2. Bu oyunda atılan değnek.

(GTS)

Arn. xhirit (Bor. 141; Mey. 80; Kara. 160) Boş. džilit, džiličija, džilitati, džilitnuti (Škal. 232) Bul. cerit (DTB. 70; Mik. 55; Kak. 95; Kara. 160) Hrv. džilit (Es. 48)

Mak. cilit (Nas. 35, 80; Kara. 160)

Rom. gerid (Kak. 95; Sai. 179; Lok. 681; Kara. 160)

Srp. džilit (Škal. 241; Mik. 55; Kak. 95; Lok. 681; Kara. 160) Yun. cirit (Kuk. 99; Gia. 163; Mik. 55; Kara. 160)

CİVAR

1. Yöre (I): “Civarda başka vinç bulamamışlardı.” -A. Kulin. 2. Dolay. 3. sf. Yakınında olan: “O kadar kararlı, o kadar gözü pekti ki civar mahalleden gelen çocuklar bile onun ordusuna yazılmaya başladılar.” -İ. O. Anar.

(GTS)

Arn. xhivare-t (Diz. 1122) Boş. dživar (Škal. 233) Hrv. dživar (Es. 48)

Srp. dživar, zdževar (Škal. 242; Diz. 1122; Bak. 1370; Vuk. 860; Mik. 55; Kara. 160) CİVELEK

,-

Ğİ

1. Yeniçeri Ocağına yeni girmiş delikanlı. 2. sf. Canlı, neşeli ve sokulgan: “Gönül alıcı, civelek ve sevdacı bir kızdır.” -B. Felek.

(GTS)

Arn. xhevelek-e, gjyvelek, xhefelek (Diz. 1113) Bul. civelek (DTB. 71; Kara. 160)

CÖMERT

1.Para ve malını esirgemeden veren, eli açık, selek, semih, ahi, bonkör: “Elinden gelen her iyiliği yapar, cömerttir, ikramı çok sever.” -P. Safa. 2. mec. Verimli: “Bu ülkede toprak bir masal sultanı kadar cömert.” -C. Meriç.

(GTS)

Arn. xhymert-i (Diz. 1128; Bor. 142; Mik. 55; Mey. 82; Lat. 470; Kara. 160) Boş. džomert, džomet (Škal. 233)

Bul. cumert (DTB. 72; Diz. 1128; Kara. 160) Hrv. djomet (Es.51)

Mak. cumert (Nas. 109; Kara. 160)

Srp. džomert, džomet, djomet (Škal. 243; Diz. 1128; Kara. 160) Yun. cumertis (Georg. 130; Kuk. 100; Diz. 1128; Kara. 160) CUMA

(GTS)

Arn. xhuma-ja (Diz. 1123; Bor. 141; Mey. 82; Lat. 469; Kara. 161) Boş. džuma, džumaja, džumanamaz (Škal. 234)

Bul. cuma (DTB. 72; Diz. 1123; Kara. 161) Hrv. džuma (Es. 48)

Srp. džuma, džumaj, džumaja (Škal. 243; Diz. 1123; Kara. 161) CUMBA

1. Yapıların üst katlarında, ana duvarların dışına, sokağa doğru çıkıntı yapmış balkon: “Yola uzanan cumbaların altındaki destekler büyük annelerimizin sarkık gerdanlarına benzerdi.” -A. Ş. Hisar. 2. Eski evlerde pencere hizasından sokağa doğru çıkıntısı olan kafesli bölüm: “Nihayet dün gece komşu kadın cumbadan seslendi.” -M. C. Kuntay.

(GTS)

Arn. xhumbë-a (Diz. 1124; Bor. 141; Kara. 161) Boş. džumbus (Škal. 234)

Bul. cumba (DTB. 72; Kara. 161) Hrv. džumbus (Es. 48)

Srp. džumbus (Škal. 244; Kara. 161) CUMHUR

1. Halk. 2. Topluluk: “Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi.” -Y. K. Beyatlı. (GTS)

Arn. xhumhur-i (Diz. 1124; Bor. 146; Mik. 55; Mey. 489; Kara. 161) Bul. cumhur (DTB. 73; Kara. 161)

Srp. džumhur, džumhurijet (Škal. 244; Diz. 1124; Kara. 161) CURA

1. Mızrap ile çalınan iki veya üç teli olan halk sazı. 2. hlk. Bir çeşit küçük atmaca. 3. sf. hlk. Ufak tefek, gelişmemiş.

(GTS)

Arn. xhura-ja (Diz. 1124; Bor. 141; Lat. 469; Kara. 161) Yun. cura (Diz. 1124; Kara. 161)

CÜBBE

Hukukçuların, üniversite öğretim üyelerinin, din adamlarının, mezuniyet törenlerinde öğrencilerin elbise üstüne giydikleri uzun, yanları geniş, düğmesiz giysi: “Artık cübbenin altına kolalı gömlek giyiyor.” -M. C. Kuntay.

(GTS)

Arn. xhybe-ja (Diz. 1126, 1127; Bor. 142; Mey. 82; Lat. 470; Kara. 161) Boş. džube, džuba (Škal. 234)

Bul. cube (DTB. 72; Gab. 198; Mik. 55; Diz. 1126; Kara. 161) Hrv. džube (Es. 48)

Mak. cube (Nas. 35, 93; Kara. 161)

Rom. giubea (Mik. 55; Lok. 737; Diz. 1127; Kara. 161) Srp. džube, džuba (Škal. 243; Diz. 1127; Mik. 55; Kara. 161) Yun. zipuni (Kuk. 100; Gia. 171; Mik. 82; Diz. 1127; Kara. 161)

CÜCE

1. Boyu, normalden çok daha kısa olan (kimse): “Bunlardan başka köyün iki meczubu, bir cücesi vardır.” -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. mec. Gelişmemiş (bitki): Cüce ağaçlar.

(GTS)

Arn. xhuxh, xhuxhe, xhuxhimaxhuxhi (Diz. 1125, 1126; Bor. 142; Mey. 82; Lat. 470; Kara. 161) Boş. džudža, džudže (Škal. 234)

Bul. cuce (DTB. 72; Gab. 198; Mik. 56; Diz. 1125; Kara. 161) Hrv. džudže (Es. 48)

Mak. cuce (Nas. 53; Kara. 161)

Rom. giugea, giuges (Diz. 1125; Kara. 161)

Srp. džudža, džudže (Škal. 243; Diz. 1125; Kara. 161) Yun. cuces (Gia. 163; Mik. 56; Diz. 1125; Kara. 161) CÜMBÜŞ

1. Eğlence: “Onlara çok zaman kedi, köpek, horoz, tavuk taklidi yapar, dükkânın önünde biralay adam toplanır, bir cümbüştür giderdi.” -H. E. Adıvar. 2. Canlılık, coşku: “Yavaş yavaş fırçalardan, boyalardan, renklerin cümbüşlerinden başka her şey çevresinden siliniyordu.”-C. Uçuk. 3. müz. Maden gövdeli, tambura benzer bir saz.

(GTS)

Arn. xhymbysh, xhumbush (Diz. 1128; Bor. 142; Kara. 162)

Boş. džumbus, džumbusati, džumbuš, džumbušati, džumbušli (Škal. 234) Bul. cumbus, cumbuslija (DTB. 72; Gab. 198; Mik. 56; Diz. 1128; Kara. 162) Hrv. džumbus, džumbuslija (Es. 48)

Mak. cumbus (Nas. 100, 155; Kara. 162)

Rom. giumbus, giumbusliu (Mik. 56; Lok. 752; Diz. 1128; Wendt. 16; Kara. 162)

Srp. džumbus, džumbusati, džumbuš, džumbušati, džumbusli, džumbuslija, džumbušli, džumbušlija, džumbušcija (Škal. 244; Diz. 1128; Bak. 1371; Kara. 162)

Yun. cimbusin, çimbusi (Georg. 85, 107; Gia. 162; Diz. 1128; Kara. 162) CÜMLE

1. Bir yargı bildirmek için tek başına çekimli bir fiil veya çekimli bir fiille kullanılan kelimeler dizisi, tümce: “Ben bu cümleyi üç defa okudum, hiçbir şey anlayamadım.” -B. R. Eyuboğlu. 2. esk. Dizge, sistem. 3. sf. Bütün, hep. 4. zm. esk. Herkes: “Cümleye uzun ömürler dilerim.” -B. Felek.

(GTS)

Arn. xhymle (Diz. 1128; Kara. 162) Boş. džumle, džumile (Škal. 234)

Bul. cumle (DTB. 72; Diz. 1128; Kara. 162) Hrv. džumle (Es. 48)

Srp. džumle, džumile (Škal. 244; Diz. 1129; Kara. 162) CÜNÜP

Dinin buyurduğu biçimde henüz yıkanmadığı için temiz sayılmayan (kimse), cenabet. (GTS)

Boş. džunup, džunupast, džunupluk (Škal. 235) Hrv. džunup (Es. 48)

Srp. džunup, dunup, džunupast, džunupluk (Škal. 244; Diz. 1129; Kara. 162) CÜZDAN

1. Para, kâğıt vb. koymaya yarayan küçük çanta: “Yine heybeyi omzuma astım, cüzdanımı çıkardım.” -A. Kutlu. 2. Bir kimsenin kimliğini bildirmek için resmî bir yerden kendisine verilen, cep defteri biçimindeki belge: Nüfus cüzdanı. Evlenme cüzdanı. (GTS)

Arn. xhyzdan-i (Diz. 1129) Boş. džuzdan (Škal. 235)

Bul. cizdan, cuzdan, zozdan (DTB. 72; Gab. 197, 198; Diz. 1129; Kara. 162) Hrv. džuzdan (Es. 48)

Mak. cuzdan (Nas. 70, 76; Kara. 162)

Rom. ghizdan, ghiozdan (Mik. 56; Lok. 758; Diz. 1129; Kara. 162) Srp. džuzdan (Škal. 244; Diz. 1129; Vuk. 861; Mik. 56; Kara. 162)

Ç

ÇABA

Herhangi bir işi yapmak için ortaya konan güç, zorlu, sürekli çalışma, gayret, ceht, efor: “Yoksa başlı başına zafer, boşuna bir çaba olur.” -F. R. Atay.

(GTS)

Arn. xhaba (Diz. 1094; Bor. 139) Boş. džaba, džabica (Škal. 217)

Bul. çaba, badževa (DTB. 66; Diz. 1094; Kara. 163) Hrv. džaba (Es. 44)

Rom. seaba, dogoaba (Diz. 1094)

Srp. džabe, džaba (Škal. 231; Diz. 1094; Bak. 1369; Vuk. 859) Yun. caba (Kuk. 98; Gia. 168; Diz. 1094; Kara. 163)

ÇABUK

1. Aceleci: “Yüreği ağzında, atabildiği kadar çabuk adımlarla o tarafa seğirtti ve çocuğun ardından koridora girdi.” -E. Şafak. 2. zf. Alışılandan veya gösterilenden daha kısa bir zamanda, tez, yavaş karşıtı: “Kanı kanıma sıcak gelmeseydi bu kadar çabuk tanışır ve açılabilir miydik?” -E. İ. Benice. 3. ünl. “Acele et, oyalanma” anlamlarında bir seslenme sözü.

(GTS)

Arn. çabuk (Mey. 444; Kara. 163) Boş. čabuk (Škal. 125)

Bul. çabuk, çabucak (DTB. 277; Gab. 906; Kara. 163) Hrv. čabudžak (Es. 31)

Srp. čabuk (Škal. 159; Kara. 163)

Yun. çapuk, çapukis (Gia. 168; Kara. 163) ÇADIR

1. Keçe, deri, kıl dokuma, sık dokunmuş kalın bez veya plastik maddelerden yapılarak direklerle tutturulan, taşınabilir barınak, çerge, oba, otağ: “Kılıcını çekip tek başına atını, düşman başkumandanının çadırına saldırarak ölüm arayan Türk kumandanları görülmüştür.” -Atatürk. 2. Gölgelik olarak kullanılan tente veya şemsiye.

(GTS)

Arn. çadëre-ja (Diz. 140; Bor. 31; Mik. 35; Mey. 443; Kak. 97; Lat. 159; Kara. 164) Boş. čador, al-čador, čadirdžija, čadorbez (Škal. 125)

Bul. çadir (DTB. 277; Gab. 906; Mik. 34; Kak. 94; Diz. 140; Kara. 164) Hrv. čador (Es. 31)

Mak. çador (Nas. 25; Kara. 164)

Rom. cadir, satra, cendir, ceadiriu (Mik. 34; Kak. 97; Lok. 380; Diz. 140; Kara. 164)

Srp. čador, šator, čador-bez, čadordžija, čadorski (Škal. 159; Diz. 140; Vuk. 845, 863; Mik. 34; Kak. 97; Kara. 164)

Yun. çadiri (Georg. 45; Kuk. 98; Kak. 97; Gia. 69; Mik. 35; Diz. 140; Kara. 164) ÇAK

,(

ÇAV

,(V),

ÇAH

,

CAK

,

ÇIK

)

1. Ta, tam, tamam. 2. Sırf, salt, sade, yalnız, safi, hâlis (TS)

Arn. çak (Diz. 141) Boş. čak (Škal. 126) Hrv. čak (Es.31)

Mak. çak (Nas. 168; Kara. 165)

Srp. čak (Škal. 159, 160; Diz. 141; Bak. 1349; Vuk. 845; Kara. 165) ÇAKAL

Etoburlardan, sürü hâlinde yaSaian, kurttan küçük bir yaban hayvanı (Canis aureus): “Korkunç geceler, çakalların ulumaları, köpeklerin haykırışları bu ruhu da karartan gecelerde sinirleri büsbütün gevşetiyor.” -E. İ. Benice. 2. argo Kurnaz, yalancı, düzenci, aşağılık kimse. 3. sf. hlk. Titiz, huysuz. 4. sf. hlk. Görgüsüz.

(GTS)

Arn. çakall-i, çakaj, çakej (Diz. 141, 142; Bor. 31; Mik. 35; Mey. 443; Lat. 160; Kara. 166) Boş. čagalj, šakal (Škal. 125)

Bul. çakal (DTB. 278; Gab. 906; Diz. 142; Kara. 165) Hrv. čagalj (Es. 31)

Rom. sacali, ceacal (Lok. 1929; Diz. 142; Kara. 165)

Srp. čagalj, šakal (Škal. 159; Diz. 142; Mik. 35; Lok. 1929; Kara. 165) Yun. çakali (Georg. 220; Gia. 168; Mik. 35; Diz. 142; Kara. 166) ÇAKAN

Köy evlerinde aşhane kirişleriyle çatı arasındaki boşluk. (TTAS)

Arn. çekan-i, çekiç (Diz. 159; Bor. 33; Mey. 446; Lat. 170; Kara. 166) Boş. čekić, čekićati, počekićati, čekićovati (Škal. 136)

Bul. çekan (Lok. 384; Diz. 159; Kara. 166) Hrv. čekić (Es. 33)

Rom. ciocan (Diz. 159; Kara. 166)

Srp. čekić, čekićati, čekićovati (Škal. 169; Diz. 159; Kara. 166) ÇAKI

1. Açılıp kapanan bir veya birkaç ağızlı küçük cep bıçağı: “İki çocuk tahta saplı bir çakı ile kollarını çizdiler.” -Ö. Seyfettin. 2. Denizçakısı.

(GTS)

Arn. çaki-ja (Diz. 144; Bor. 31; Lat. 160; Kara. 166) Boş. čakija, čakirdžija (Škal. 126)

Bul. çakija (DTB. 282; Mik. 35; Kak. 102; Diz. 144; Kara. 166) Hrv. čakija, čakirdžija (Es. 31)

Mak. çakija (MTS. 620; Kara. 166)

Srp. čakija, čakirdžija (Škal. 160; Diz. 144; Kara. 166) Yun. çaki (Kuk. 102; Gia. 168; Diz. 144; Kara. 166) ÇAKIL

Çakıl taşı: “Killi, kireçli toprak küçük çakıl parçalarıyla örtülüydü.” -N. Cumalı. (GTS)

Bul. çakil (DTB. 278; Gab. 907; Mik. 35; Kara. 166) Yun. çakili (Kuk. 102; Gia. 168; Kara. 167)

ÇAKIR

(I) 1. Açık mavi, hareli ela (göz): “Soluk esmer renkli, çakır gözlü, ağır tavırlı, az konuşur bir delikanlıydı.” -M. Ş. Esendal. 2. a. Çakırdoğan.

(GTS)

Arn. çakërr-e, çakërreja, çakarri, çakaricë (Diz. 143, 144; Bor. 31; Lat. 160; Kara. 167) Boş. čakar, čakir, čakirdžija (Škal. 126)

Bul. çakir (DTB. 66; Gab. 907; Diz. 144; Kara. 167) Hrv. čakar (Es. 31)

Mak. çakirgozli (Nas. 76; Kara. 167)

Rom. çakar, çakarlic, ceacar, ciorcilie (Mik. 35; Kak. 98; Sai. 142; Lok. 386; Diz. 144; Kara. 167) Srp. čakar, čakr (Škal. 160; Diz. 144; Mik. 35; Kak. 98; Kara. 167)

Yun. çakiris (Georg. 164; Kuk. 102; Gia. 168; Mik. 35; Diz. 144; Kara. 167) ÇAKIRKEYİF

Yarı sarhoş: “Trene binmezden evvel biraz çakırkeyiftik.” -Y. K. Karaosmanoğlu. (GTS)

Arn. çakërqef (Diz. 143; Bor. 31; Kara. 167) Bul. çakir-keflija (DTB. 66; Gab. 907; Kara. 167) Hrv. ćarka ćeif (Es. 36)

Srp. ćarka ćeif(Diz. 143)

Yun. çakir-kefi (Kuk. 102; Kara. 167) ÇAKMAK

,-

AR

(III) 1.Vurarak sokup yerleştirmek: Çiviyi tahtaya çakmak. 2. Çivi ile tutturmak: “İsa'nın ruhu eğer bugün içinden çıkmış olduğu yere inerek bu sahneyi görseydi, kim bilir patriklerini hangi oduna çakardı.” -F. R. Atay. 3. Kazık çakıp hayvan bağlamak: Atı çayıra çakmak. 4. Bir şeyi başka bir şeye sürtmek, vurmak veya çarpmak. 5. (nsz)Parıldamak, ışık vermek: “Bütün gözler çakar şimşekler gibi parlıyordu.” -A. Ş. Hisar. 6. mec. Saplamak: “Bir tanesi altısına yeterken, ben altı kurşunu bir tanesine çakıverdim.” -A. Gündüz. 7. tkz. Sezinlemek, anlamak, farkına varmak: “Vallahi çaktı mı çakmadı mı anlayamadım. Parasını aldı, tüydü.” -S. F. Abasıyanık. 8. (nsz) argo İçki içmek. 9. (-den) argo Anlamak, bilmek: “Ay, bu kadın İngilizceden de çakıyor mu?” -N. Araz. 10. (-i) argo Vurmak. 11. (nsz) argo Sınavda başarısız olmak. 12. argo Kabul etmeyeceği bir şeyi kurnazlıkla kabul etmesini sağlamak: Kalp parayı birisine çakmak.

(GTS)

Arn. çakmak-u (Diz. 144; Bor. 31; Mey. 439; Lat. 161; Kara. 165) Boş. čakmak, čakmakli (Škal. 126)

Bul. šaknat, çaktisvam (DTB. 278, 290; Gab. 906; Diz. 144; Kara. 165) Hrv. čakmak (Es. 31)

Srp. čakmak, čakmakli, čakmakali, čakmali (Škal. 160; Diz. 144; Vuk. 845; Kara. 165) Yun. çakizo, çakdizo (Kuk. 99; Gia. 168; Mik. 35; Mey. 439; Diz. 144; Kara. 165) ÇAKŞIR

mavi cepken giyerdi.” -Y. K. Beyatlı. 2. Kuşların ayağında bulunan ve süs gibi görünen tüy. (GTS)

Arn. çakçirë-t (Diz. 142; Bor. 31; Lat. 160; Kara. 168) Boş. čakšire, čakširaš, čakširlija, čakširetine (Škal. 127) Bul. çaksiri (DTB. 284; Gab. 906; Diz. 142; Kara. ) Hrv. čakšire (Es. 31)

Mak. çaksiri, çaksirlija (Nas. 21, 93; Kara. 168)

Rom. ceaksiri, ceacsiru (Mik. 35; Lok. 385; Diz. 142; Wendt. 16; Kara. 168)

Srp. čakšire, čakširlija, čakširetine, čakširice (Škal. 160; Diz. 142; Vuk. 845; Mik. 35; Lok. 385; Kara. 168)

Yun. çaksiri (Georg. 241; Kuk. 103; Mik. 35; Diz. 142; Kara. 168) ÇAL

Taşlık yer, çıplak tepe. (GTS)

Boş. čala (Škal. 127)

Bul. çal (DTB. 278; Gab. 907; Kara. 168) Hrv. čala (Es. 31)

Srp. čala (Škal. 160; Kara. 168) ÇALGI

1. Müzik aleti, çalgı aleti, enstrüman. 2. Çalgı çalma, müzik: “Sokağın dibinde çalgı sesleri işiterek birkaç adım ilerledi.” -P. Safa. 3. Müzik topluluğu: “Çalgı, yerine geçmiş oturmuştu.” -E. E. Talu.

(GTS)

Arn. çallgi-jat (Diz. 146; Bor. 32; Mey. 444; Kara. 169) Boş. čalgija, čalgidžija, čalgidžiluk (Škal. 128)

Bul. çalgija, çalgancilik (DTB. 278; Gab. 907; Kara. 169) Hrv. čalgija, čalgadžija (Es. 31)

Mak. çalgija (Nas. 101; Kara. 169)

Srp. čalgija, čalgidžija, čalgadžija, čalgadžiluk (Škal. 161; Diz. 146; Kara. 169) Yun. çalgis (Georg. 209; Kuk. 103; Kara. 169)

ÇALGICI

Çalgı çalmayı kendine meslek edinmiş kimse: “Gelin oyuna kalktığı zaman, çalgıcılara bin lira