• Sonuç bulunamadı

ÇEVGEN 1 Değnek 2 Polo.

(GTS)

Boş. čugljen (Škal. 152, 153) Hrv. čuglj (Es. 35)

Srp. čugelj, čugljen, čugel (Škal. 180, 181; Kara. 193) ÇEVİRMEK

1. Bir şeyin yönünü değiştirmek: “Nefes nefese koşan anneme, başını çevirmeden cevap verdi.” -Y. Z. Ortaç. 2. Öteki yüzünü görünür duruma getirmek: “Sermet defterinin yapraklarını çeviriyordu.” -Ö. Seyfettin. 3. Döndürerek hareket ettirmek: “Resimleri albüme yapıştırırken kocası da radyonun düğmesini çevirdi.” -S. F. Abasıyanık. 4. Yönetmek, idare etmek: “Eteği belinde, bütün evi o çeviriyor.” -H. Taner. 5. Durdurmak: Taksi çevirmek. 6. Yolundan alıkoymak, yoldan döndürmek: Arkadaşı bizi çevirip evine götürdü. 7. Geri göndermek: Kendisine yollanan parayı çevirmiş. 8. Bir giyeceği söküp iç yüzünü dışa getirmek. 9. Çevrilemek, tevil etmek: Sözü işine geldiği gibi çevirdi. 10. (-den) Çeviri yapmak: “Romanlar, hikâyeler yazar; yahut Fransızcadan çevirirmiş.” -M. Ş. Esendal. 11. (-i, -le) Bir yerin çevresini bir şeyle sarmak, kuşatmak: Bağı duvarla çevirmek. 12. (-i, -e) Bir durumdan başka duruma getirmek, dönüştürmek: Evlerini otele çevirdiler. 13. (-den, -e) Bir durumdan başka duruma geçmek. 14. (nsz) Kâğıt oyunu oynamak. 15. (nsz) mec. Hile, dolap, dalavere vb. dürüst olmayan davranışlar ortaya koymak: “Bendenize şikâyetlerin yapılmaması, iş çevirmek isteyenlerin muvaffak olamayacaklarını bilmeleri neticesidir.” -Atatürk.

(GTS)

Bul. çeverdisvam (DTB. 282; Kara. 194) Mak. çeverdisuva (Nas. 121; Kara. 194) Yun. çivirtizo (Gia. 169; Kara. 194)

ÇEVRE

1. Bir şeyin yakını, dolayı, etraf, periferi: “Büyük kentlerin çevreleri gecekondularla sarılmıştır.” -O. Rifat. 2. Kişinin içinde bulunduğu toplumu oluşturan ortam: “Ayrıca ben, oldukça kapalı bir çevrede yetişmiştim.” -A. Ağaoğlu. 3. Yağlık: “Geçen gün sandığı karıştırırken elime işlemeli çevreler geçti.” -M. Yesari. 4. mec. Aynı konu ile ilgisi bulunan kimselerin tümü, muhit: “Burada hükûmet çevrelerinin de övgüye değer davranışını belirtmek gerekir.” -M. And. 5. mec. Bir kimse ile ilişkisi bulunanlar, muhit: “Babanın ve çevresinin var güçleri ile destekledikleri düşünülebilir.” -H. Taner. 6. db. Bir birimden önce veya sonra gelen aynı türden birimlerin tümü, bunların oluşturduğu küçük grup, kontekst. 7. mat. Düzlem üzerindeki bir şekli sınırlayan çizgi. 8. top. b. Hayatın gelişmesinde etkili olan doğal, toplumsal, kültürel dış faktörlerin bütünlüğü.

(GTS)

Arn. çevre-ja (Diz. 167; Bor. 34; Lat. 173; Kara. 194) Boş. čevra, čevrma (Škal. 141)

Bul. çevre (DTB. 282; Gab. 909; Mik. 40; Diz. 167; Kara. 194) Hrv. čevrma (Es. 33)

Mak. çevre (Nas. 94; Kara. 194)

Rom. gevrea (Lok. 414; Diz. 167; Kara. 194)

Srp. čevra, čevrma, čevre (Škal. 173; Diz. 167; Kara. 194) Yun. çevres (Kuk. 104; Mik. 40; Diz. 167; Kara. 194) ÇEYİZ

Gelin için hazırlanan her türlü eşya, cihaz: “Noksansız bir çeyiz ve düğünle iyi bir eve verilen Zeynep...” -T. Buğra.

(GTS)

Arn. çejzë-i (Diz. 159; Bor. 33; Kara. 195) Boş. čejiz, čeiz, čejz, čejzluk (Škal. 135)

Bul. çeiz (DTB. 282; Gab. 909; Mik. 38; Kara. 195) Hrv. čeiz (Es. 33)

Mak. çeiz (Nas. 193; Kara. 195)

Srp. čeiz, čejiz, čejz, čeizluk, čejzluk (Škal. 167; Diz. 159; Vuk. 949; Mik. 38; Kara. 195) Yun. çegizi (Kuk. 104; Kara. 195)

ÇEYREK

,-

Ğİ

1. Çeyrek altın. 2. sf. Dörtte bir. 3. zf. On beş dakikalık zaman. 4. argo Alman markı. 5. esk. Gümüş mecidiyenin dörtte biri değerinde olan beş kuruş: “Şehre vardığım zaman, iki gümüş çeyrekten başka param yoktu.” -F. R. Atay.

(GTS)

Arn. çerek-u (Diz. 164, 165; Bor. 33; Mey. 446; Lat. 172; Kara. 195) Boş. čejrek (Škal. 136)

Bul. çejrek (DTB. 282; Gab. 909; Mik. 38; Diz. 165; Kara. 195) Hrv. čejrek (Es. 33)

Mak. çejrek (Nas. 36; Kara. 195)

Rom. cerechiu (Lok. 399; Diz. 165; Kara. 195)

Srp. čejrek, čerek (Škal. 167; Diz. 165; Bak. 1359; Vuk. 368; Mik. 36; Kara. 195) Yun. çejrekin (Gia. 169; Diz. 165; Kara. 195)

ÇIBAN

Vücudun herhangi bir yerinde oluşan ve çoğu, deride veya deri altında şişkinlik, kızartı, ağrı ve ateş ile kendini gösteren irin birikimi: “Bir sinek vardır, sokarsa habis çıban yapar, tedavisi zordur.” -R. H. Karay.

(GTS)

Arn. çiban (Diz. 168; Bor. 35; Lat. 174; Kara. 195) Boş. čiba, čibuljica, čivuljica (Škal. 142)

Mak. çiban (Nas. 52; Kara. 195)

Srp. čiba, čibuljica, čivuljica (Škal. 173; Diz. 168; Bak. 1360; Vuk. 852; Kara. 195) Yun. ciban (Georg. 167; Kuk. 105; Kara. 195)

ÇIDA

Süngü, mızrak. (GTS)

Boş. džida (Škal. 230) Hrv. džida (Es. 48)

Rom. giudea (Kak. 94; Sai. 149; Kara. 195)

Srp. džida (Škal. 240; Mik. 55; Kak. 94; Kara. 195) ÇIFIT

Hileci, düzenbaz. (GTS)

Arn. çifut-i, çifutçe, çifutkë, çifutrisht (Diz. 171; Bor. 35; Mik. 41; Mey. 447; Kak. 108; Kara. 196)

Boş. čifut (Škal. 145)

Bul. çifut, çifutka, çifutin, çafutin (DTB. 287; Gab. 911; Mik. 41; Kak. 108; Diz. 171; Kara. 195) Hrv. čifutin (Es. 34)

Rom. ciufut (Mik. 41; Kak. 108; Sai. 138; Lok. 424; Diz. 171; Kara. 195)

Srp. čivutin, çifutin, čifutski, čivutarenje, čivutariti, čivutka (Škal. 175, 176; Diz. 171; Vuk. 853; Mik. 41; Kak. 108; Kara. 195)

Yun. çifutis (Georg. 122; Kuk. 106; Gia. 170; Diz. 171; Kara. 196) ÇIKMAK

,-

AR

1. İçeriden dışarıya varmak, gitmek: “Ortalık ağarırken bir arkadaşımla yorgun adımlarla konaktan çıktık.” -F. R. Atay. 2. (nsz) Elde edilmek, sağlanmak, istihsal edilmek:“Bu mülakatımızdan esaslı bir netice çıkmadı.” -Atatürk. 3. (nsz) Bir meslek veya bilim kurumunda okuyup yetişmek, mezun olmak: “Çiçeği burnunda subay çıkar çıkmaz, ben size bir emir eri bulurum.” -H. Taner. 4. Bulunduğu yeri bırakıp başka yere geçmek, taşınmak, ayrılmak, ilgisini kesmek: “Yeni evimizden çıkıp eski evimize taşındık.” -Y. Z. Ortaç. 5. Süresi dolduğunda ayrılmak: Daireden çıkmak. Hastaneden çıkmak. Cezaevinden çıkmak. 6. (nsz) Yapılmak, yürümek: Bu dairede işler kolay çıkmaz. 7. Yetişecek ölçüde olmak: Bu kumaştan bir palto çıkar mı? 8. Eksilmek: Dörtten iki çıkarsa iki kalır. 9. Meydana gelmek: “Uygunsuz dediğim vakalardan biri bir salon oyunu yüzünden çıkmıştır.” -R. N. Güntekin. 10. (nsz) Sıyrılmak, ayrılmak: Bebeğin patiği çıktı. 11. (nsz) Herhangi bir durumda olduğu anlaşılmak: Borçlu çıkmak. Kârlı çıkmak. Alacaklı çıkmak. 12. Bir durumla ilgili niteliklerini yitirmek, bir durumdan başka bir duruma geçmek: “Çok sonra öğrenecek bunu. Çok sonra, çocukluktan çıkıp kocaman adam olduktan

sonra.” -T. Dursun K. 13. (-i) Bir şeyin yukarısına doğru yürümek: “Uzun, dik merdivenli bir yokuşu çıktık.” -R. H. Karay. 14. (-de, nsz) Bir inceleme, bir araştırma sonucu bulmak: Sularda bakteri çıktı. 15. (-e) Yetkili birinin makamına iş için gitmek: Başkana çıkmak. 16. (-e) Talihine veya payına düşmek, isabet etmek, vurmak: Arkadaşa piyango çıkmış. Bize yine gezi çıktı. Bu işten size de bir şey çıkar. 17. (nsz) Bir konu yetkililerce karara bağlanmak. 18. (-e) Mal olmak: Bu ev dört milyara çıktı. 19. (-e) Oyunda herhangi bir rolü oynamak:“Arsız ve aptal mahalle çocuğu rolüne çıkmıştı.” -B. R. Eyuboğlu. 20. (-e) Bir yere ulaşmak, varmak: “Karşı kaldırıma geçtiler, sağa sola saptılar, demir yoluna çıktılar.” -M. Ş. Esendal. 21. (-e) Karaya ayak basmak: “1919 senesi Mayısının on dokuzuncu günü Samsun'a çıktım.” -Atatürk. 22. (nsz) Yayılmak, duyulmak: “Başından beri gazetelerde enstitü hakkında havadisler çıkıyordu.” -A. H. Tanpınar. 23. (nsz) Olmak, bulunmak, var olmak: “Bayramın son günü her iki kadının da işleri çıkmıştı.” -O. C. Kaygılı. 24. (-e) Bir iddia ile ortalıkta görünmek: “Sen onun karşısına çapkın bir adam gibi çıktın.” -P. Safa. 25. (-den, nsz) Yayılmak: Lağımdan pis kokular çıkıyor. 26. (-e) Karşı gelebilmek, boy ölçüşmek: Güreşte ona çıkacak kimse yok. 27. (-e) Bulaşmak: Kravatın boyası gömleğe çıktı. 28. (-i) Binaya kat eklemek: Evin ikinci katını çıkmadan havalar bozuldu. 29. (- e) Bir sebeple bulunulan yerden ayrılmak: “Bu kahveden sıkıldın, ötekine çıkarsın, anladın mı?” - M. Ş. Esendal. 30. (nsz) Niteliği sonradan anlaşılmak: “Eyvah, bu da ötekiler gibi soysuz çıktı. İstemem artık gözüm görmesin, soğudum, iğrendim. Atın evimden dışarı.” -R. N. Güntekin. 31. (nsz) Belirmek, tanınmak: “Bir ilçe belediye başkanı hepsinden açıkgöz çıktı.” -M. İzgü.

32. (nsz) Davranışta herhangi bir niteliği bulunmak: Akıllı çıktı da arkadaşına

uymadı. 33. (nsz) Yerinden oynamak: “Fukaranın hem sağ bileği çıkmış hem davulu patlamıştı.” - R. N. Güntekin. 34. (nsz) Görünür veya belli bir durumda bulunmak: Tencerenin bakırı çıktı.

Zayıflıktan kemikleri çıkmış. 35. (nsz) Oluşmak, olmak:Fırtına çıkmak. Soğuk

çıkmak. 36. (nsz) Piyasaya sürülmek. 37. (nsz) Bitmek, büyümek, sürmek: Ekinler çıkmaya başladı. Bıyığı çıktı. 38. (nsz) Verilmek: Maaş çıkmak. Emir çıkmak. 39. (nsz) Ay veya mevsim geçmek: Mart çıktı. Kış çıktı. 40. (nsz) Yeni yetişip satışa sunulmak: Erik çıkmış. Çilek daha çıkmadı. 41. (nsz) Yükselmek, artmak: Fiyatlar çıktı. 42. (nsz) Artırmak, fiyatı yükseltmek. 43. (nsz) Sesini yükseltmek. 44. (nsz) Büyük abdest bozmak. 45. (nsz, -den) Giderilmek, yok olmak: Leke çıktı. 46. Unutmak: O söz benim hatırımdan çıkmadı. 47. (nsz) Ay, Güneş görünmek: “Hava açılmış, ay çıkmıştı.” -R. H. Karay. “Güneş seni ısıtmak için çıkıyordu.” -Y. K. Karaosmanoğlu. 48. (nsz)Yayımlanmak: “Yeni çıkmış Fransızca bir iki kitap bulunurdu.” -Y. Z. Ortaç. 49. (nsz) Gelmek: “Çok geçmeden haber çıkacağını kadınlık insiyakiyle derhâl sezmişti.” - R. H. Karay. 50. (-den) Gerçekleşmek: “İnsanın her gördüğü rüya çıkmaz ya!” -M. Ş. Esendal. 51. (nsz) Bulunduğu yerden fırlamak, kopmak: Arabanın direksiyonu çıkmak. 52. (-den)Bir şeyin düzeni bozulmak, eskisinden daha değişik, kötü bir duruma girmek: Ev, ev olmaktan çıktı. 53. (- le) Flört etmek: “Sevim, senden başka bir kızla çıkmadım.” -A. İlhan. 54.(-e) Erişmek, görmek: “Aklı başında ama sabaha çıkamayacağına kalıbımı basarım.” -S. F. Abasıyanık. 55. mec. Harcamak zorunda kalmak: Paradan çıkmak. Bin liradan çıktım.56. (-i) argo Vermeye katlanmak: Çık bakalım paraları!

(GTS)

Arn. çik! (Diz. 171; Bor. 35; Mey. 447; Kara. 197) Boş. čik, čikati, začikavati, čik dišari (Škal. 145) Hrv. čik! (Es. 34)

Srp. čik (Škal. 176; Diz. 171; Mik. 40; Bak. 1361; Kara. 196) ÇIKMA

1. Çıkmak işi: “Bu evden çıkmam, mağlubiyeti kabul ederek mücadeleden kaçmam demekti.” - K. Bilbaşar. 2. Bir yapının üst katlarından dışarıya doğru uzanmış bölüm, balkon:“Balkonlar, kapalı açık çıkmalar, o zaman yasak edilmiş, hâlâ yasak, hâlâ yapılmıyor.” -A. Boysan. 3. Hamamdan çıkarken kullanılan havlu ve kurulanma takımı, çıkacak. 4. Bir yazı sayfasının kenarına

metinle ilgili olarak yazılan ek, derkenar. 5. Desteklemek amacıyla verilen para. 6. sf. Çıkmış: “Saraydan çıkma İstanbul eşyalarını görünce bunların hakikatine inanmak lazım geldiğini anlamış.” -A. Ş. Hisar. 7. sf. Eski, kullanılmış: Çıkma jant.

(GTS)

Arn. çikma-ja (Diz. 171, 172; Bor. 36; Lat. 177; Kara. 197) Boş. čikma, čikmali (Škal. 146)

Bul. çikma (DTB. 285; Diz. 172; Kara. 197) Hrv. čikma (Es. 34)

Mak. çikma, çikmak (Nas. 44; Kara. 197) Srp. čikma, čikmali, čitmal (Škal. 176; Diz. 172) ÇIKRIK

,-

ĞI

1. Kuyudan kovayı çekmeye yarayan ve el ile çevrilen araç. 2. İplik bükme, iplik sarma vb. işlerde kullanılan, el veya ayakla çevrilen dolap. 3. fiz. Ağır bir şeyi çekecek ipin sarılmasına yarayan ve bir eksen üzerinde uzunca bir kolla çevrilerek dönen silindir.

(GTS)

Arn. çikrik-u, çekerk (Diz. 172; Bor. 36; Mik. 40; Mey. 447; Lat. 177; Kara. 197) Boş. čekrk, čekrek, čekrkčija, čekrkli, čekrklija (Škal. 137)

Bul. çekrik, çikrik, çikrikçija (DTB. 282; Mik. 40; Mey. 447; Diz. 172; Kara. 197) Hrv. čekrk, čekrli, čekrkljija (Es. 33)

Mak. çekrk (Nas. 74; Kara. 197)

Rom. cicric, cicriçniu (Lok. 448; Diz. 172; Kara. 197)

Srp. čekrkli, čekrk, čekrek, čekrkçija, čekrklija (Škal. 169; Diz. 172; Bak. 1355; Vuk. 849; Mik. 40; Kara. 179)

Yun. çikriki (Georg. 99; Kuk. 105; Mik. 40; Diz. 172; Kara. 197) ÇINAR

İki çeneklilerden, 30 metreye kadar uzayabilen, gövdesi kalın, uzun ömürlü, geniş yapraklı bir ağaç (Platanus).

(GTS)

Arn. çinar-i (Diz. 173; Bor. 36; Mik. 41; Mey. 447; Kara. 198) Bul. çinar (DTB. 286; Gab. 910; Mik. 41; Kara. 198)

Mak. çinar (Nas. 46; Kara. 198) Yun. çinari (Kuk. 106; Kara. 198) ÇINGIRAK

,-

ĞI

1. Küçük çan: “Atlı araba ormanın içinden geçen ince bir yolda çıngırak sesleriyle uzaklaşıyor.” -A. Ağaoğlu. 2. İçindeki tanelerin hareketiyle ses çıkaran metal nesne: “Kollarını, çıngırağı tutmak istermiş gibi oynatıyor, ileriye geriye, iki yana.” -A. İlhan.

(GTS)

Boş. čingrija (Škal. 147)

Bul. cangarak (DTB. 67; Kara. 198) Srp. čingrija (Škal. 177; Kara. 198) Yun. çingurdaki (Georg. 63; Kara. 198)

ÇIPLAK

,-

ĞI

1. Soyunmuş durumda olan vücudun resmi, nü. 2. sf. Üstünde bulunması gereken giysi, örtü vb. bulunmayan, üryan, nü, cıbıl, cıbıldak: “Kız, çıplak tabanlarını bozuk yolda şaplata şaplata köyün içerisine doğru uzaklaştı.” -E. E. Talu. 3. sf. Saçsız (baş). 4. sf. Üzerinde yaprak olmayan: “Irmağın başında kocaman, çıplak bir tek kavak vardı.” -H. E. Adıvar. 5. sf. İçinde gerekli eşya bulunmayan: “Ankara tepelerinin birinde, boz renkli bir binanın çıplak ve dar bir odasında onunla karşı karşıyayız.” -Y. K. Karaosmanoğlu. 6.sf. mec. Yoksul (kimse): “Askerliğini yapmamış, beş parasız, çıplak bir Cemal'in nesi vardı evlenilecek?” -N. Cumalı. 7. sf. mec. Yalın, süssüz: Çıplak bir anlatım.

(GTS)

Arn. çipllak, çupllak (Diz. 174; Bor. 36; Mey. 449; Kara. 199) Boş. čiplak (Škal. 147)

Bul. çiplak (DTB. 286; Kara. 199)

Rom. ceplac (Wendt. 9; Diz. 174; Kara. 199) Srp. čiplak (Škal. 177; Diz. 174; Kara. 199) Yun. çiplakis (Kuk. 106; Gia. 170; Kara. 199) ÇIRAK

,-

ĞI

1. Zanaat öğrenmek için bir ustanın yanında çalışan kimse. 2. Dükkânda ayak işlerine bakan kimse: “Ekseriya bahçıvan, uşak, bakkal çırağı ile karşılaşırdım.” -R. H. Karay. 3.esk. Saray, daire vb. büyük yerlerde yıllarca hizmet ettikten sonra geçimi sağlanarak başka yerde yaşamasına izin verilen kimse.

(GTS)

Arn. çirak-u (Diz. 174, 175; Bor. 36; Mik. 40; Mey. 448; Kak. 106; Lat. 178; Kara. 199) Boş. čirak, čirakluk, čirjak (Škal. 147)

Bul. çirak, çirakluk, çirakuvam (DTB. 286; Gab. 911; Mik. 40; Kak. 106; Diz. 175; Kara. 199) Hrv. čirak, čirjak (Es. 34)

Mak. çirak (Nas. 36, 72; Kara. 199)

Rom. cirac, ciarak, cirak (Mik. 40; Kak. 106; Sai. 133; Lok. 426; Diz. 175; Kara. 199)

Srp. čirak, čirjak, čirakluk, čirjak učiniti (Škal. 177; Diz. 175; Vuk. 854; Mik. 40; Kak. 106; Kara. 199)

Yun. çiraki (Georg. 104; Kuk. 106; Gia. 163; Mik. 40; Diz. 175; Kara. 199) ÇIRPI

1. Dal, budak kırpıntısı: “Bir çırpıya benzeyen kolunu sol tarafta bir yere uzattı.” -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Boyalı ve gergin bir sicimi yay gibi çekip bırakmak yoluyla çizgi çizme: Çırpı vurmak. 3. Çok zayıf.

(GTS)

Arn. çirip (Diz. 175; Mey. 448; Kara. 200) Bul. çarpija (DTB. 281; Kara. 200)

Rom. ciripie (Lok. 650; Kara. 200) Srp. čirpija (Škal. 177; Kara. 200)

Yun. çirpin (Georg. 61, 62; Kuk. 106; Gia. 169; Kara. 200) ÇITAK

(GTS)

Arn. çitak-u (Diz. 175; Bor. 36; Kara. 200) Bul. çitak (DTB. 286; Gab. 911; Kara. 200) ÇİÇEK

,-

Ğİ

1. Bir bitkinin, üreme organlarını taşıyan çoğu güzel kokulu, renkli bölümü. 2. bit. b. Çiçek açan kır veya bahçe bitkisi: “Bahçemin en güzel çiçeğini size takdim ediyorum.” -N. Hikmet. 3. mec. Davranışları hafif, toplum kurallarına uymayan kimse: Onun ne çiçek olduğunu hep biliriz. 4. kim. Süblimleşme veya çiçeksime yoluyla elde edilen toz. 5. tıpİrinli kabarcıklar dökerek yüzde izler bırakan ateşli, ağır ve bulaşıcı bir hastalık.

(GTS)

Arn. çiçeksu-hi (Diz. 168; Mey. 448; Kara. 200) Boş. čiček, čičekli, čičekluk (Škal. 143)

Bul. çiçek, çiçeklik (DTB. 287; Gab. 912; Mik. 40; Diz. 168; Kara. 200) Hrv. čiček (Es. 34)

Mak. çiçek (Nas. 110; Kara. 200)

Srp. čiček, čičekli, čičekluk, čičeklik (Škal. 173, 174; Diz. 168; Bak. 1364; Vuk. 869; Kara. 200) Yun. çiçeki, çiçeklis (Georg. 260; Gia. 170; Diz. 168; Kara. 201)

ÇİFT

1. Birbirini tamamlayan iki tekten oluşan (nesneler). 2. a. Bir erkek ve bir dişiden oluşan iki eş: “Kocası İtalyan, karısı Sırbistanlı olan bu çift ile araları pek iyi idi, ailece de görüşüyorlardı.” -R. H. Karay. 3. a. Toprağı sürmek için birlikte koşulan iki hayvan. 4. a. Küçük maşa veya cımbız: Kuyumcu çifti. Saatçi çifti.

(GTS)

Arn. çift-i (Diz. 169, 170; Bor. 35; Mey. 447; Lat. 176; Kara. 201) Boş. čift, čivt (Škal. 144)

Bul. çift (DTB. 287; Gab. 199; Mik. 41; Lok. 423; Diz. 170; Kara. 201) Hrv. čift (Es. 34)

Mak. çift (Nas. 36; Kara. 201)

Srp. čift, čivt (Škal. 174; Diz. 170; Vuk. 115; Mik. 41; Kara. 201) ÇİFTÇİ

Geçimini toprağı ekerek sağlayan kimse: Köylülerimizin çoğu çiftçidir. (GTS)

Arn. çifçi-u (Diz. 169; Bor. 35; Lat. 175; Kara. 201) Boş. čifčija, čivčija (Škal. 143)

Bul. çiftçi, çiftçija (Gab. 911; Mik. 41; Lok. 423; Diz. 169; Kara. 201) Hrv. čifčija (Es. 34)

Srp. čifčija, čivčija (Škal. 174; Mik. 41; Kara. 201) Yun. çiftis (Georg. 64; Kuk. 106; Gia. 170; Kara. 201) ÇİFTE

1. İkisi bir arada bulunan veya ikili: “Güzel sevme derler nasıl sevmeyim / Kaşlar arasında çifte benler var” -Karacaoğlan. 2. Çift kürekli (sandal, kayık): “Valde Paşa'nın üç çifte kayığındaki gümüş kafes örmeli ve kenarları balık şeklinde yine gümüş saçaklı ihramı meşhurdu.” -A. Ş. Hisar.

3. a. At, eşek ve katırın arka ayaklarıyla vuruşu, tekme. 4. a.İki namlulu av tüfeği: “Çifteler dolduruldu, horozlar çekildi, iki el silah atıldı.” -O. V. Kanık.

(GTS)

Arn. çifte-ja (Diz. 170; Bor. 35; Lat. 176; Kara. 201) Boş. čifta, čiftast (Škal. 144)

Bul. çifte (DTB. 287; Gab. 911; Kara. 201) Hrv. čifte (Es. 34)

Srp. čifta (Škal. 174; Kara. 201)

Yun. çiftes (Kuk. 106; Gia. 170; Kara. 201) ÇİFTETELLİ

1. Göğüs ve göbek titreterek, gerdan kırarak oynanan bir oyun: “En Avrupalı görünenlerimiz, en kibar pavyonlarda, gecenin bir saatinden sonra çiftetelli oynuyorlar.” -A. İlhan. 2. Bu oyunun müziği.

(GTS)

Arn. çifteli-ja (Diz. 171; Bor. 35; Lat. 177; Kara. 201) Boş. čiftelija (Škal. 145)

Hrv. čiftelija (Es. 34)

Srp. čiftelija, čivtelija, çifte telia (Škal. 175; Diz. 171; Kara. 201) ÇİFTLİK

,-

Ğİ

1. Tarım yapılan, hayvan yetiştirilen, çalışanlarının da oturması için evler bulunan geniş toprak parçası: “Orada kızına bir çiftlik almış, işten el çekmişti.” -Ö. Seyfettin. 2. Çift olma durumu: “Neden çift tabanca? Çiftliği daha bir gösteriş.” -E. Işınsu. 3. mec. Kolaylıkla yarar sağlanabilen yer.

(GTS)

Arn. çiflik-u, çifliqe, çifllëqe (Diz. 169; Bor. 35; Mik. 41; Mey. 447; Kak. 107; Lat. 175; Kara. 202)

Boş. čifluk, čiftluk, čifluk-sahibija (Škal. 143)

Bul. çiflik, çiflikçija, çiflikçilik (DTB. 286, 287; Mik. 41; Lok. 423; Kak. 107; Diz. 169; Kara. 202)

Hrv. čifluk (Es. 34)

Mak. çiflik, çifligar, çifligarka (Nas. 83, 208; Kara. 202) Rom. ciftilic, ceflic (Kak. 107; Sai. 41; Diz. 169; Kara. 202)

Srp. čifluk, čiftluk, čitluk, čivlak, čifluk-sahibija, čitluk-sahibija, čitlugdžija, čiftčija, čipčija, čitlugar, čitlučenje, čitlučiti (Škal. 174; Diz. 169; Bak. 1364; Mik. 41; Kak. 107; Kara. 202)

Yun. çiftliki, çiflikas (Kuk. 106; Gia. 170; Kak.107; Diz. 169; Kara. 202) ÇİL

(II) 1. Çoğunlukla yüzde oluşan kahverengi küçük benekler. 2. Aynada oluşan leke. 3. Bitki köklerindeki kıla benzer ince uzantılar. 4. sf. Tüyünde küçük benekler bulunan (hayvan): Çil horoz.

(GTS)

Arn. çil-i (Diz. 172; Bor. 36; Lat. 178; Kara. 203) Boş. čilaš (Škal. 146)

Srp. čilaš, čilo (Škal. 176; Diz. 172; Bak. 1361; Vuk. 785; Mik. 41; Kara. 203) Yun. çilikos (Kuk. 105; Diz. 172; Kara. 203)

ÇİLE

(II) 1. İpek, yün, pamuk vb. her türlü iplik demeti. 2. Yay kirişi. (GTS)

Arn. çile-ja (Diz. 172; Bor. 36; Mey. 447; Lat. 178; Kara. 203) Bul. çile (DTB. 285; Gab. 910; Kara. 203)

Mak. çile (Nas. 77; Kara. 203) Yun. çiles (Kuk. 105; Kara. 203) ÇİLİNGİR

Anahtarcı. (GTS)

Bul. çilingir (DTB. 285; Gab. 910; Kara. 203) Yun. cilikiris (Kuk. 105; Gia. 68; Kara. 203) ÇİMEN

Kendiliğinden yetişmiş çim: “Baş başa uzandık seninle ıslak / Çimenlerine yaz bahçelerinin” - A. H. Tanpınar.

(GTS)

Boş. čimen, čemen (Škal. 147)

Bul. çim, çemen (DTB. 285; Gab. 910; Mik. 41; Kara. 203) Hrv. čimen (Es. 34)

Srp. čimen (Škal. 176; Mik. 41; Kara. 203) ÇİNGENE

1. Hindistan'dan çıktıkları söylenen, dünyanın çeşitli yerlerinde yaSaian bir topluluk, Çingen, Kıpti: “Karadutum, çatalkaram, Çingene'm / Nar tanem, nur tanem bir tanem” -B. R. Eyuboğlu. 2. Bu topluluktan olan kimse, Çingen, Kıpti.

(GTS)

Arn. çengi-ja (Diz. 164; Bor. 36; Mey. 447; Kara. 204) Boş. čengija, čengijati (Škal. 139)

Bul. çengene, çiganka (DTB. 283, 286; Gab. 909; Mik. 41; Diz. 164; Kara. 204) Hrv. čengija (Es. 33)

Mak. çingenelak (Nas. 223; Kara. 206)

Srp. čengija, čengijati, čengijanje (Škal. 171; Diz. 164; Bak. 1356; Mik. 41; Kara. 204) Yun. çegkenes (Georg. 78; Kuk. 104; Gia. 161; Mik. 41; Diz. 164; Kara. 204)

ÇİNİ

1. Duvarları kaplayıp süslemek için kullanılan, bir yüzü sırlı ve genellikle çiçek resimleriyle bezeli, pişmiş, balçık levha, fayans: “Bizi sarar bir sülüs yazı görsek duvarda / Bize heyecan verir bir parça yeşil çini” -F. N. Çamlıbel. 2. sf. Sırlı ve süslü, pişmiş balçıktan yapılan: “Çini sobayı gürültü etmemeye çalışarak yakardı.” -R. H. Karay.

(GTS)

Arn. çini-ja (Diz. 173; Bor. 36; Mik. 41; Mey. 447; Lat. 178; Kara. 204) Boş. činija, čineli, činelija (Škal. 147)

Hrv. činija (Es. 34)

Mak. çinija (Nas. 68; Kara. 204)

Srp. činija, činijca (Škal. 177; Diz. 173; Bak. 1362; Vuk. 853; Mik. 41; Kara. 204) Yun. çini (Mik. 41; Diz. 173; Kara. 204)

ÇİNTİYAN

İçi astarlı, uzun kadın donu, kadın şalvarı. (GTS)

Arn. çitjane-t (Diz. 175, 176; Bor. 36; Lat. 179; Kara. 204) Boş. čivtijane (Škal. 149)

Bul. çinteni (DTB. 286; Diz. 176; Kara. 204) Hrv. čiftijani (Es. 34)

Srp. čiftijane, čintijane, čivtijane (Škal. 175; Diz. 176; Kara. 204) ÇİRİŞ

Çiriş otunun kökünün öğütülmesiyle yapılan ve su ile karılarak tutkal gibi kullanılan esmer, sarı bir toz.

(GTS)

Arn. qirish-i (Diz. 810, 811; Bor. 36; Kak. 109; Kara. 204) Boş. ćiriš, ćirišli (Škal. 168)

Bul. çires, çiris, çirislija (DTB. 286; Kak. 109; Diz. 811; Kara. 204) Hrv. ćiriš (Es. 37)

Mak. çiris (Nas. 56; Kara. 205)

Rom. chiris, ciriz (Mik. 41; Kak. 109; Sai. 134; Lok. 427; Diz. 811; Kara. 204) Srp. ćiriš, ćiriz (Škal. 194; Diz. 811; Vuk. 785; Mik. 41; Kak. 109; Kara. 204) Yun. çirisi (Kuk. 106; Gia. 170; Diz. 811; Kara. 205)

ÇİT

(II) 1. Pamuktan dokunmuş basma. 2. Baş örtüsü, yazma, yemeni. (GTS)

Boş. čit (Škal. 148)

Bul. çit (DTB. 286; Gab. 911; Kara. 205)

Rom. cit (Mik. 42; Kak. 109; Sai. 136; Lok. 428; Kara. 205) Srp. čit (Škal. 177; Mik. 42; Kak. 109; Kara. 205)

Yun. çiti (Mik. 42; Kara. 205) ÇİTARİ

1. İzmaritgillerden, üzerinde sarı çizgiler bulunan, en büyüğü yarım kiloyu aşmayan, kılçıklı bir balık (Boxsalpa). 2. İpek ve pamukla dokunan bir tür çizgili kumaş:“Pencerelerdeki çitari perdelerden, köşedeki aynalı konsola kadar her şey, Hikmet'i çocukluğunun en samimi aşinaları gibi karşıladı.” -Y. K. Karaosmanoğlu.

(GTS)

Arn. çitar (Bor. 36; Kara. 205)

Bul. çitarlik (DTB. 286; Gab. 911; Kara. 205) Yun. çitari (Gia. 162; Kara. 205)

ÇİVİ

1. İki şeyi birbirine tutturmak, bir nesneyi bir yere sabitlemek için çakılan, ucu sivri, başlı, metal veya ağaçtan yapılmış ufak çubuk, mıh. 2. Kalkan balığının üzerindeki düğmeye benzer kemiksi oluşum.

(GTS)

Arn. çivi-ja (Diz. 176; Bor. 36; Mik. 42; Mey. 448; Lat. 179; Kara. 206) Boş. čivija, čivijati, čiviluk (Škal. 148)

Bul. çivija (DTB. 285; Gab. 910; Mik. 42; Diz. 176; Kara. 206) Hrv. čivija (Es. 34)

Mak. çivija (Nas. 73, 74; Kara. 206)

Srp. čivija, čivijati, čiviluk, čivitar, čivitnjak (Škal. 178; Diz. 176; Bak. 1360; Vuk. 853; Mik. 42; Kara. 206)

Yun. çivi (Georg. 90; Kuk. 105; Diz. 176; Kara. 206) ÇİVİT

,-

Eskiden çivit otundan, bugün yapay yollarla elde edilen, mavi renkli, sarılığını gidermek için çamaşırın son suyuna karıştırılan toz boya: “Gömleğime yine çivit koymuş annem.” -Y. Z. Ortaç.

(GTS)

Arn. çivit-i (Diz. 176; Bor. 36; Lat. 179; Kara. 206) Boş. čivit, čivitar, čivitnjak, čivitli (Škal. 148)

Bul. çivit, çivitlija (DTB. 285; Gab. 910; Diz. 176; Kara. 206) Hrv. čivit, čivitar, čivitnjak (Es. 34, 35)

Mak. çivit (Nas. 57; MTS. 623; Kara. 206)

Rom. civit (Mik. 42; Lok. 429; Diz. 176; Kara. 206)

Srp. čivit, čivitar, čivitnjak (Škal. 178; Diz. 176; Bak. 1361; Vuk. 853; Mik. 42; Kara. 206) Yun. çivitçis (Georg. 152; Diz. 176; Kara. 206)

ÇİZGİ

1. Çizilerek veya çeşitli yollarla oluşmuş iz, çizi, hat, tahril: “Bu kâğıda üç çizgi çekti.” -Ö. Seyfettin. 2. Yüz ve vücut hatlarının her biri: “Gözlerinin rengi, yüzünün çizgileri, boyu bosu bile değişmiyordu.” -O. Rifat. 3. mat. Bir noktanın yürütülmesiyle oluşan biçim: Çizginin yalnız uzunluk boyutu vardır. 4. mec. Temel: “Ben hayatımı yeniden ve bambaşka çizgiler üzerinde kuracağım.” -A. İlhan. 5. mec. Bir durumdan başka bir duruma atlanan, geçilen yer, sınır: “Bu topluluklar arasında amatör ve profesyonel çizgisini de tam olarak çizebilmek kolay değildir.” -M. And.

(GTS)

Arn. çizgi-ja (Diz. 176; Bor. 36; Kara. 206) Boş. čiza, čizija (Škal. 149)

Bul. çizgija (DTB. 285; Kara. 206) Hrv. čiza (Es. 35)

Srp. čiza (Škal. 178; Kara. 206)

Yun. cizi (Georg. 240; Kuk. 105; Kara. 206) ÇİZME

(II) Koncu diz kapaklarına kadar çıkan bir çeşit ayakkabı: “Bununla birlikte adamlara kürkler, postlar, kepenekler ve keçe çizmeler dağıtılarak gönülsüzlükleri giderilmeye çalışıldı.” -İ. O. Anar.

(GTS)

Arn. çizme-ja (Diz. 176; Bor. 36; Mik. 42; Mey. 448; Kak. 110; Lat. 179; Kara. 207) Boş. čizma, čizmedžija, čizmedžiluk (Škal. 149)

Bul. çizme, çizma (DTB. 227, 285; Gab. 910; Kak. 110; Lok. 431; Diz. 176; Kara. 207) Hrv. čizma, čizmedžija, čizmarluk (Es. 35)

Mak. çizma (Nas. 95; Kara. 207)

Srp. čizma, čizmedžija, čizmedžiluk, čizmar, čizmarluk, čizmarski, čizmast, čizmica (Škal. 178; Diz. 176; Vuk. 853; Bak. 1362; Mik. 42; Kak. 110; Kara. 207)

Yun. çizmebes (Kuk. 99; Diz. 176; Kara. 207) ÇOBAN

Koyun ve keçi sürülerini otlatan kimse: “Çoban kaval çaldı sordu bülbüle / Sürülerim hani, ovam nerede?” -Z. Gökalp.

(GTS)

Arn. çoban-i, çobenjë, çobenër (Diz. 177, 178; Bor. 37; Mik. 41; Mey. 448; Kak. 110; Lat. 180; Kara. 207)

Boş. čoban, čobanluk, čobanija (Škal. 149, 150)

Bul. çoban, çobanlik (DTB. 287; Gab. 912; Mik. 42; Kak. 110; Lok. 433; Diz. 178; Kara. 207) Hrv. čoban (Es. 35)

Mak. çoban, çobançe (Nas. 174, 177; Kara. 207)

Rom. cioban (Mik. 42; Kak. 110; Sai. 128; Lok. 433; Diz. 178; Kara. 207)

Srp. čoban, čobanin, čoban-baša, čobanija, čobanluk, čobanica, çobanka, čobanski, čobančad, čobanče (Škal. 178; Diz. 178; Bak. 1365; Mik. 42; Kak. 110; Lok. 433; Kara. 207)

Yun. çobanis, çopanis (Georg. 164, 167; Kuk. 107; Gia. 170; Mik. 42; Diz. 178; Kara. 207) ÇOCUK

,-

ĞU

1. Küçük yaştaki oğlan veya kız: “Çocuğun bir sütninesi vardı.” -R. H. Karay. 2. Soy bakımından oğul veya kız, evlat: “Anası olacak bir kadın çocuğu omuzundan yakalamış.” -B. R. Eyuboğlu. 3. Bebeklik ile erginlik arasındaki gelişme döneminde bulunan oğlan veya kız, uşak: “Çocuk köşeyi dönerken ana arkasından su içmeye gitti.” -B. R. Eyuboğlu. 4. Genç erkek. 5. mec. Büyükler arasında daha az yaşlı olan kişi. 6. mec. Büyüklere yakışmayacak daha çok küçüklerin yapabileceği gibi davranan kimse: Otuz yaşında ama hâlâ çocuk.7. mec. Belli bir işte yeteri kadar deneyimi ve yeteneği olmayan kimse.

(GTS)

Bul. çocuk, çocukluk (DTB. 287; Gab. 912; Kara. 207) Yun. çocuk (Gia. 170; Kara. 207)

ÇOK

1. Sayı, nicelik, değer, güç, derece vb. bakımından büyük ve aşırı olan, az karşıtı: “Bana matematik çok kolay geldi.” -F. R. Atay. 2. zf. Aşırı bir biçimde: “Biz çocuklar evimizi çok beğendik.” -A. Kutlu.

(GTS)

Boş. čok, čokjaša, čokšej (Škal. 151)

Bul. çok, çokselam (DTB. 287; Gab. 912; Kara. 208) Hrv. čok (Es. 35)

Srp. čok, čok jaša, čokluk (Škal. 179, 180; Mik. 42; Kara. 208) Yun. çopir (Georg. 247; Kara. 208)

ÇOLAK

Eli veya kolu sakat olan (kimse): “Hırsızları yakalayan genç, mavi gözlü, çolak bir polisti.” -S. F. Abasıyanık.

(GTS)

Arn. çollak-e (Diz. 178; Bor. 37; Mik. 42; Kara. 209) Boş. čolak (Škal. 151)

Bul. çolak (DTB. 287; Gab. 912; Lok. 42; Diz. 178; Kara. 208) Hrv. čolak (Es. 35)

Mak. çolak (Nas. 53; Kara. 209)

Rom. ciolac (Mik. 42; Kak. 112; Lok. 437; Diz. 178; Kara. 208) Srp. čolak (Škal. 180; Diz. 178; Mik. 42; Kak. 112; Kara. 209) Yun. çolakos (Georg. 205; Kuk. 106; Gia. 170; Diz. 178; Kara. 209) ÇOMAK

,-

ĞI

Ucu topuzlu değnek. (GTS)

Arn. çomak-u (Diz. 178, 179; Bor. 37; Mik. 42; Mey. 448; Kara. 209) Boş. čomaga (Škal. 151)

Bul. çomak, çomaga (DTB. 288; Gab. 912; Diz. 179; Kara. 209)

Rom. ciomag, ciomagas, ciomageala (Mik. 42; Lok. 438; Diz. 179; Kara. 209) Srp. čomaga (Škal. 180; Diz. 179; Kara. 209)

Yun. çomaki (Kuk. 107; Kara. 209) ÇORAP

,-

BI

Pamuk, yün vb.nden örülen, ayağa giyilen giyecek: “Varlıklı kadın ve erkekler naylon çorap giyiyorlardı.” -A. Kutlu.

(GTS)

Arn. çorap-i, çurape, çerap, çarap (Diz. 179; Bor. 37; Mik. 43; Mey. 450; Lat. 180; Kara. 210) Boş. čarapa, čorapa (Škal. 131)

Bul. çorap, çorapija (DTB. 288; Gab. 912; Mik. 43; Diz. 179; Lok. 439; Kara. 210) Hrv. čarapa, čorapa (Es. 32)

Mak. çorapi (Nas. 77; Kara. 210)

Rom. ciorap, ciorapior, ciorapel (Mik. 43; Lok. 439; Mey. 450; Diz. 179; Kara. 210)

Srp. čarapa, čorapa, čerapa, čarapak, čarapar, čarapice, čarapnica, čaraparski, čarapast, čarapni (Škal. 164; Diz. 179; Bak. 1351; Vuk. 847; Mik. 43; Kara. 210)

Yun. çurapis (Georg. 127; Kuk. 107; Mik. 43; Diz. 179; Kara. 210) ÇORBA

1. Sebze, tahıl, et vb. ile hazırlanan sıcak, sulu içecek. 2. mec. İçinden çıkılmaz durum. (GTS)

Arn. çorbë-a (Diz. 179, 180; Bor. 37; Mik. 43; Mey. 448; Kak. 113; Lat. 181; Kara. 210) Boş. čorba, čorbadžija, čorbaluk (Škal. 152)

Bul. çorba, çorbacija, çorbalik, çorbacilik (DTB. 288; Gab. 912; Mik. 43; Kak. 112; Lok. 439; Diz. 180; Kara. 210)

Hrv. čorba, čorbadžija, čorbadžijnica (Es. 35)

Rom. ciorba, ciorbalic, ciorbulista, ciorbagiu (Mik. 43; Kak. 113; Sai. 132; Lok. 439; Diz. 180; Wendt. 139; Kara. 180)

Srp. čorba, čorbadžija, čorbadži, čorbaluk, čorbalica, čorbadžinica, čorbica, čorbuljak, čorbetina, čorbolok (Škal. 180; Diz. 180; Vuk. 857; Bak. 1366; Mik. 43; Kak. 113; Lok. 440; Kara. 210)

Yun. çorbas (Georg. 180; Kuk. 107; Gia. 170; Diz. 180; Kara. 210) ÇORBACI

1. Çorba pişirip satan kimse. 2. den. Tayfaların gemi sahibine verdikleri ad. 3. tar. Taşrada halkın Hristiyan ileri gelenlerine verdiği unvan: “İstasyonda bir çorbacı ve köylü kalabalığı kaynaşıyor.” -Y. K. Beyatlı. 4. tar. Yeniçerilerde bir birlik komutanı.