• Sonuç bulunamadı

(GTS)

Arn. çatra-patra (Diz. 156; Bor. 33; Kara. 180)

Bul. çat, çat-pat, çatra-patra (DTB. 281, 282; Kara. 180) Mak. çat pat (Nas. 121; Kara. 180)

Rom. ceac-pac (Lok. 403; Diz. 156; Kara. 180) Yun. çat-pat (Kuk. 104; Kara. 180)

ÇAVUŞ

1. Bir işin veya işçilerin başında bulunan ve onları yöneten sorumlu kimse. 2. tar. Osmanlı Devleti teşkilatında çeşitli hizmetler yapan görevli. 3. tar. Osmanlı ordusunda üst komutanların buyruklarını ast komutanlara ulaştıran görevli. 4. ask. Onbaşıdan sonra gelen ve görevi manga komutanlığı olan erbaş: “Katanaların birinin üstünde bir topçu çavuşu oturuyor.” -R. H. Karay. 5. ask. Askerî okullarda sınıf başkanı: “İki ay içinde üstünlüğünü tanıtarak sınıfının çavuşu olmuştur.” -F. R. Atay.

(GTS)

Arn. çaush-i (Diz. 156, 157; Bor. 33; Kak. 101; Lat. 169; Kara. 183) Boş. čauš, čaušbaša (Škal. 134, 135)

Bul. çaus (DTB. 282; Gab. 908; Mik. 38; Kak. 101; Lok. 404; Diz. 157; Kara. 183) Hrv. čauš (Es. 32)

Mak. çaus (Nas. 44; Kara. 183)

Rom. ceaus, ciaus, ciaus-basa (Mik. 38; Kak. 101; Sai. 25; Lok. 404; Diz. 157; Kara. 183)

Srp. čauš, čaušbaša (Škal. 166, 167; Diz. 157; Bak. 1353; Vuk. 848; Kak. 101; Lok. 404; Kara. 183)

Yun. çausis (Georg. 149; Kuk. 103; Gia. 114; Diz. 157; Kara. 183) ÇAY

(I) 1. Çaygillerden, nemli iklimlerde yetişen bir ağaççık (Thea chinensis). 2. bit. b. Bu ağaççığın özel işlemlerle kurutulan yaprağı. 3. Bu yaprağın demlenmesiyle elde edilen güzel kokulu ve sarımtırak kırmızı renkli içecek: “Bize çay ikram ettiler.” -A. Kabaklı. 4. Çeşitli bitkilerin yaprak

veya çiçeklerinin demlenmesiyle elde edilen bir tür içecek. 5. Konukların içecek ve börek, pasta vb. yiyeceklerle ağırlandığı toplantı: “Sana bir şey söyleyeyim mi, artık çay davetlerinden bıktım.” -P. Safa. 6. Müzikli toplantı: “Gittiği zengin arkadaşlarının çayından allak bullak gelir.” -H. Taner.

(GTS)

Arn. çaj-i (Diz. 141; Bor. 31; Lat. 160; Kara. 184) Boş. čaj (Škal. 125)

Bul. çaj (Gab. 906; Mik. 35; Diz. 141; Kara. 184) Rom. cai (Mik. 35; Lok. 415; Diz. 141; Kara. 184)

Srp. čaj, čajnik (Škal. 159; Diz. 141; Bak. 1349; Kara. 184)

Yun. çai (Georg. 136; Kuk. 102; Gia. 168; Mik. 35; Diz. 141; Kara. 184) ÇAYIR

1. Üzerinde gür ot biten düz ve nemli yer: “O zaman güneşe bakan bu güzelim çayırlara oturup kurumayı bekliyorduk.” -A. Kutlu. 2. Böyle yerde biten ot.

(GTS)

Arn. çair-i (Diz. 141; Bor. 31; Mik. 35; Mey. 443; Lat. 160; Kara. 184) Boş. čajir (Škal. 125)

Bul. çair (DTB. 278; Gab. 906; Mik. 35; Diz. 141; Kara. 184) Hrv. čair (Es. 31)

Rom. ceair (Mik. 35; Lok. 383; Diz. 141; Kara. 184)

Srp. čajir, čaira, čairište (Škal. 159; Diz. 141; Mik. 35; Kara. 184) Yun. çair (Georg. 64; Kuk. 102; Gia. 168; Diz. 141; Kara. 184) ÇEHRE

1. Yüz (II): “Ben şimdi o güzel çehreden başka / Ne bir yüz düşünür ne hatırlarım” -N. H. Onan. 2. mec. Görünüş. 3. mec. Kimlik: “Şehrin etnik çehresi de bizim için az çok meçhuldür.” -A. H. Tanpınar.

(GTS)

Arn. çehre-ja (Diz. 158, 159; Bor. 33; Lat. 169; Kara. 185) Boş. čehra, čehreli, čehresuz (Škal. 135)

Bul. çeire (DTB. 282; Kara. 184) Hrv. čehra (Es. 32)

Mak. çehre (Nas. 86; Kara. 185)

Rom. cehre (Mik. 38; Diz. 159; Kara. 184)

Srp. čehra, čehreli, čehresuz (Škal. 167; Diz. 159; Mik. 38; Kara. 184) ÇEKMEK

,-

ER

1. Bir şeyi tutup kendine veya başka bir yöne doğru yürütmek: “Hepsi iskemleleri çekerek masanın etrafında bir halka yapmaya hazırlanıyorlardı.” -R. N. Güntekin. 2. Taşıtı bir yere bırakmak, koymak. 3. Germek: İpi çekmek. 4. İçine almak, emmek. 5. Bir yerden başka bir yere taşımak: Ekini tarladan çekmek. 6. Bir amaçla ortadan kaldırmak:Piyasadaki parayı çekmek. 7. Solukla içine almak: “Beş defa yutkunup üç defa burnunu çektikten sonra anlattı.” -B. R. Eyuboğlu. 8. Üzerinde bulunan bir silahla saldırmak için davranmak: “Elindeki tabancayı tetiğine basmak için yeni çekivermiş gibiydi.” -T. Buğra. 9. Atmak, vurmak: Dayak çekmek. Şut çekmek. 10. Bir kimseyi veya bir şeyi geri almak. 11. Güç durumlara dayanmak, katlanmak: “Yalnız bende meçhul bir hastalık vardı. Sekiz yaşından beri çekiyordum.” -P. Safa. 12. Tartıda ağırlığı olmak: “Tartsaydınız kırk, kırk beş kilodan fazla çekmezdi.” -P. Safa. 13.

Döşemek: Kablo çekmek. 14. Herhangi bir engel kurmak: “Derenin kış yaz kurumayan suları böğürtlen fidanlarını yükseltmiş, iki tarafa yemiş dolu bir koyu çit çekmiş.” -R. H. Karay. 15. Şans denemek amacıyla hazırlanmış kâğıtlardan birini almak: “Birisi niyet çeksin de biz de bir lokma bir şey yiyelim diye bekleşiyorlar.” -S. F. Abasıyanık. 16. İmbik yardımı ile elde etmek: İspirto çekmek. Gül yağı çekmek. 17. Çizgi durumunda uzatmak: “Kirpiğine sürme çek / Kına yak parmağına” -F. N. Çamlıbel. 18. Aynısını yazmak veya çizmek: Yazıyı temize çekmek. Kopya çekmek. 19. Tedavi amacıyla şişe, vantuz, sülük vb.ni uygulamak: Bardak çekmek. 20. Bir yerden bir şeyi yukarı doğru almak. 21. Görüntüyü bir aletle özel bir nesne üzerine kaydetmek: Fotoğraf çekmek. Film çekmek. 22. Taşıma gücü olmak: Bu araba 500 kilodan çok yük çekmez. 23. Öğütmek: Kahve çekmek. 24. Protesto, poliçe, çek vb. düzenleyip yürürlüğe koymak. 25. Dikkat, ilgi vb.ni üzerine toplamak: “Bu kadın iyi terzi elinden çıkmış koyu renk elbiseleri içinde biçimli vücuduyla az sonra dikkati çeker.” -R. H. Karay. 26. Hoşa gitmek, sarmak. 27. Kaçan ilmeği örmek: Çorap çekmek. 28. Masrafını karşılamak, ikramda bulunmak: “Beni lokantasına götürdü, âlâ bir öğle yemeği çekti.” -H. E. Adıvar. 29. Bir duyguyu içinde yaşatmak: “Ona yanıyorum, onun hasretini çekiyorum.” -R. H. Karay. 30. Yürütmek, sürmek: “Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın.” -Y. K. Beyatlı. 31. (-e) Bir kimse ailesinden birine herhangi bir bakımdan benzemek: “Yeğeninin ona çeken tek yanı yoktur.” -T. Buğra. 32. Bir şeyin içyüzünü anlamak amacıyla bir kimseyi sıkıştırmak: Sorguya çekmek. 33. (-i, -e) Herhangi bir anlama almak: Bak, sözümü nereye çekti! 34. (-i, -e) Örtmek, giymek: “Yorganınızı başınıza çeker ve uykunuza devam edersiniz.” -R. H. Karay. 35. (-i, -e) Dişi hayvanı çiftleşmek için erkeğin yanına götürmek. 36. Yol, ay sürmek: “Sevmediğim ayların çoğu otuz bir çeker, uzundur.” -B. Felek. 37. (nsz) Daralıp kısalmak: Kumaşı yıkayınca çekti. 38. Söylemek: “Bir nutuk çekmeye başlarken birdenbire yutkunmuş susmuştu.” -Y. K. Beyatlı. 39. Asmak: “Açıkta durduk. Demir attık. Kayığa tehlike bayrakları çektik.” -Halikarnas Balıkçısı. 40. Boya, badana vb. sürmek. 41. Yollamak: “Çektikleri telgrafı babasıyla annesi, bakalım, alabilecekler mi?” -A. İlhan. 42. Bir şeyi emip dışarıya çıkarmak: Tulumba, suyu iyi çekiyor. Baca iyi çekiyor. 43. Hamur vb. iyice pişmiş duruma gelmek. 44. fiz. Bir cisim, belli bir yakınlıktaki başka bir cismi kendisine yaklaşmaya zorlamak, itmek karşıtı. 45. tek. Vericiden gelen dalgaları algılayarak televizyon, radyo, telefon vb. aygıtlarla bağlantı kurmak. 46. argo İçki içmek: “Çok kimse rakısını bağında çekiyordu.” -F. R. Atay.

(GTS)

Boş. čektisati (Škal. 137)

Bul. çekeldi (DTB. 282; Kara. 185)

Rom. carabani (Mik. 12; Kak. 41; Lok. 90; Kara. 185) Srp. čektisati (Škal. 169; Kara. 185)

Yun. çekero (Gia. 169; Kara. 185) ÇEKİ

1. Tartı. 2. Odun, kireç vb. ağır ve kaba şeyleri tartmakta kullanılan, 225,978 kilogram olan ağırlık ölçü birimi. 3. mec. Üzüntü, sıkıntı. 4. hlk. Kadınların başlarına bağladıkları örtü: “Başı ağrıdığı zamanlar bağladığı beyaz çekiyi çözüp var gücüyle yeniden düğümledi.” -M. İlhan.

(GTS)

Arn. çeki-ja (Diz. 159, 160; Bor. 33; Mik. 38; Mey. 446; Kak. 102; Lat. 170; Kara. 186) Bul. çekija (DTB. 282; Gab. 909; Kara. 186)

ÇEKİÇ

,-

1. Çivi çakma, madenleri dövme vb. işlerde kullanılan saplı bir el aleti: “Saldırmak onun içgüdülerinden biridir ve yöntemi çekiçle felsefe yapmaktır.” -S. Birsel. 2. sp. Yaklaşık 1,20 metre uzunluğundaki madenî tele bağlı ve ağırlığı 7,257 kilogram olan gülle.

(GTS)

Arn. çekiç-i (Diz. 160; Bor. 33; Mik. 38; Mey. 445; Lat. 170; Kara.186) Boş. čekić, čekićati, čekićovati (Škal. 136)

Bul. çekiç (DTB. 282; Gab. 909; Mik. 38; Diz. 160; Kara. 186) Hrv. čekić (Es. 33)

Mak. çekiç (Nas. 25; Kara. 186)

Rom. ciokan (Mik. 38; Diz. 160; Kara. 186)

Srp. čekič, čekić (Škal. 168; Diz. 160; Bak. 1355; Vuk. 849; Mik. 38; Kara. 186) Yun. çekiçi (Georg. 47; Kuk. 104; Gia. 169; Mik. 38; Diz. 160; Kara. 186) ÇEKİRDEK

,-

Ğİ

1. Etli meyvelerin içinde bir veya birden çok bulunan, çoğu sert bir kabukla kaplı tohum: Kayısı çekirdeği. Zeytin çekirdeği. Karpuz çekirdeği. 2. Yenmek için satılan ayçiçeği tohumu. 3. Ağaçlarda soyulmayan bölüm. 4. biy. Bir hücrenin merkezini oluşturan cisimcik: İnsan kanındaki alyuvarlar, çekirdeği olmayan hücrelerdir. 5. fiz. Atom çekirdeği. 6.esk. Kuyumculukta kullanılan ve 5 cgr'a eşit olan ağırlık ölçüsü. 7. sf. mec. Bir şeyin temelini oluşturan: Çekirdek kadro.

(GTS)

Arn. çekërdhek (Bor. 33; Kara. 186) Boş. čekrdak (Škal. 137)

Bul. çekerdek (DTB. 262; Kara. 186) Srp. čekrdak (Škal. 168; Kara. 186) ÇEKMECE

1. Masa, dolap vb. şeylerin dışarıya çekilen bölümü, göz, çekme: “Çekmecesinden utana utana bir şişe gazoz çıkardı.” -T. Buğra. 2. İçinde mücevher vb. değerli şeyler saklanan küçük, süslü sandık: “Minderin köşesine annemden kalan ceviz boyalı çekmeceyi yerleştirdim.” -Y. K. Beyatlı. 3. Gemilerin barınabilecekleri koy.

(GTS)

Arn. çekmexhe-ja (Diz. 160; Bor. 34; Lat. 170; Kara. 187) Boş. čekmedža, čekmedže (Škal. 136)

Bul. çekmece (DTB. 282; Gab. 909; Diz. 160; Kara. 187) Hrv. čekmedža, čekmeli (Es. 33)

Mak. čekmece (Nas. 66; Kara. 187)

Rom. cecmegea (Mik. 39; Lok. 405; Diz. 160; Kara. 187)

Srp. čekmedža, čekmedže, čekmece, čekmeli (Škal. 168; Diz. 160; Vuk. 849; Mik. 39; Kara. 187) Yun. cekmeces (Kuk. 104; Diz. 160; Kara. 187)

ÇELEBİ

1.Bektaşi ve Mevlevi pirlerinin en büyüklerine verilen unvan. 2. esk. Hristiyan tüccar: Çelebi, tütün mü alacaksınız? 3. sf. Görgülü, terbiyeli, olgun (kimse): “Yeleği gümüş köstekli, fesi kalıpsız, orta yaşlı bir adamdı. Son derece Osmanlı ve çelebi.” -A. İlhan.

(GTS)

Arn. çelepi-ja (Diz. 161; Bor. 34; Kara. 188) Boş. čelebi, čelebija, čelebi-pazar (Škal. 137)

Bul. çelebi, çelebija, çelebilik (DTB. 283; Gab. 909; Mik. 39; Kak. 103; Diz. 161; Kara. 188) Hrv. čelebi, čelebija, čelebijanje, čelebijati (Es. 33)

Mak. çelebija (Nas. 176; Kara. 188)

Srp. čelebija, čelebijati (Škal. 169; Diz. 161; Bak. 1355; Mik. 39; Kak. 103; Kara. 188) Yun. çelebi, çelebis (Georg. 171; Kuk. 105; Gia. 161; Mik. 39; Diz. 161; Kara. 188) ÇELENK

,-

1. Çiçek, dal ve yapraklarla yapılmış halka: “Duvara dayalı çelenkleri görür.” -N. Hikmet. 2. esk. Kadınların başlarına taktıkları mücevher veya madenden yapılmış sorguç.

(GTS)

Arn. çeleng-u, çelengje (Diz. 160, 161; Bor. 34; Mik. 39; Mey. 446; Kara. 188) Boş. čelenka (Škal. 138)

Bul. çelenk (DTB. 283; Gab. 909; Mik. 39; Kara. 188) Hrv. čelenka (Es. 33)

Mak. çelenka (Nas. 58; Kara. 188)

Srp. čelenka (Škal. 170; Diz. 160; Bak. 1355; Mik. 39; Kara. 188) Yun. çelengi (Georg. 197; Kuk. 105; Diz. 160; Kara. 188)

ÇELİK

,-

Ğİ

(I) 1. Su verilerek çok sert ve esnek bir duruma getirilebilen, birleşiminde az miktarda karbon bulunan demir ve karbon alaşımı, polat: “Süngülerini çelikten birer parmak gibi göğe kaldırmışlar.” -R. E. Ünaydın. 2. sf. Bu alaşımdan yapılmış: “Karşı tarafa uzanan bir çelik köprü hayal ediyordu suyun üzerinde.” -A. Kulin. 3. sf. Zayıf fakat güçlü (vücut): “Çelik ve demir vücuduyla hassas bir sporcuya benziyordu.” -S. F. Abasıyanık.

(GTS)

Arn. çelik-u (Diz. 161, 162; Bor. 34; Mik. 39; Mey. 446; Lat. 171; Kara. 188) Boş. čelik, čelikli (Škal. 138)

Bul. çelik, çeliklija, çelikana (DTB. 283; Gab. 909; Mik. 39; Lok. 408; Diz. 162; Kara. 188) Hrv. čelik, čelikli (Es. 33)

Mak. çelik (Nas. 56; Kara. 188)

Rom. cilic (Mik. 39; Lok. 408; Diz. 162; Kara. 188)

Srp. čelik, čelikli, čelikast, čeličan, čeličenje, čeličiti, očeličiti (Škal. 170; Diz. 162; Bak. 1356; Vuk. 849; Mik. 39; Kara. 188)

Yun. çeliki (Georg. 87; Kuk. 105; Mik. 39; Diz. 162; Kara. 189) ÇELTİK

,-

Ğİ

Kabuğu ayıklanmamış pirinç: “Pamuk tutarsa ne âlâ! Ama bu yıl bir de çeltiği deneyelim, demişler.” -B. R. Eyuboğlu.

(GTS)

Arn. çeltik (Bor. 34; Kara. 189)

Bul. caltik (DTB. 279; Gab. 907; Kara. 189) Hrv. čaltak (Es. 31)

Srp. čaltak (Škal. 161; Kara. 189) ÇEMBER

1. Merkez denilen sabit bir noktadan aynı uzaklık ve düzlemdeki noktalar kümesinin oluşturduğu kapalı eğri. 2. mat. Bu biçime getirilmiş katı cisimlerin çevresi: Kalbur çemberi. 3. Çocukların çevirip arkasından koştukları tekerlek biçiminde oyuncak. 4. Sandık, denk, fıçı vb.nin dağılmaması için üzerlerine geçirilen dayanıklı bir cisimden kuşak. 5. Yazma, yemeni, baş

örtüsü: “Çemberimde gül oya / Gülmedim doya doya” -Halk türküsü. 6. mec. Aşılması, çözümü güç durum. 7. sp. Basketbolda içinden topun geçmesiyle sayı kazanılan ağlı demir halka.

(GTS)

Arn. çember-i (Diz. 162; Bor. 34; Mey. 446; Kak. 103; Lat. 171; Kara. 189) Boş. čember, čenber (Škal. 139)

Bul. çember (DTB. 71; Gab. 156; Diz. 163; Kara. 189) Hrv. čember (Es. 33)

Mak. çember (Nas. 36; Kara. 189)

Rom. cimbir, cimbiriu (Kak. 103; Sai. 27; Lok. 1930; Diz. 163; Kara. 189)

Srp. čember (Škal. 170; Diz. 163; Bak. 1356; Vuk. 850; Mik. 39; Kak. 103; Kara. 189) Yun. çemberaki (Georg. 85; Kuk. 105; Gia. 169; Mik. 39; Diz. 163; Kara. 189)

ÇENE

1. Canlılarda baş bölümünde yer alan, kemik veya kıkırdak ile desteklenen, altlı üstlü dişleri taşıyan ve ağzın kapanıp açılmasını sağlayan kasları üzerinde barındıran iki parçaya verilen ad: “Çenesinin, başının bütün iskeleti peksimeti çiğnedikçe daha açık olarak meydana çıkıyordu.” -H. E. Adıvar. 2. Mengene, kerpeten vb. araçların eşyayı sıkıştıran karşılıklı iki parçasından her biri. 3. den. Baş bodoslamasının omurga ile birleştiği yer, çarık. 4. mec. Çok konuşma huyu, gevezelik: Sende de çene var ha! 5. hlk. Köşe.

(GTS)

Arn. çene-ja (Diz. 163; Bor. 34; Kara. 190) Bul. çene (DTB. 283; Gab. 909; Kara. 190)

Srp. čene, čehne, čeneta, čehneta (Škal. 171; Kara. 190) Yun. çenies (Georg. 143; Kuk. 105; Kara. 190)

ÇENGEL

Bir yere takılmaya, geçirilmeye yarayan eğri ve ucu sivri demir: “Alaturka, eski tahta kapısının dışarıdan da içeriden de çengelleri var.” -A. Kutlu.

(GTS)

Arn. çengel-i (Diz. 163, 164; Bor. 34; Mik. 39; Mey. 441; Lat. 172; Kara. 190) Boş. čengel (Škal. 139)

Bul. çengel (DTB. 283; Gab. 909; Mik. 39; Diz. 164; Kara. 190) Hrv. čengel, čengele (Es. 33)

Mak. çengel (Nas. 36; Kara. 190)

Rom. cinghiel (Mik. 39; Lok. 392; Diz. 164; Kara. 190)

Srp. čengel, čendel, čengele, čendele (Škal. 171; Diz. 164; Bak. 1356; Vuk. 850; Mik. 39; Kara. 190)

Yun. çigeli (Georg. 84; Kuk. 105; Gia. 169; Mik. 39; Diz. 164; Kara. 190) ÇENGİ

Çalgı eşliğinde oynamayı meslek edinmiş kadın: “Eski Galata'dan artakalmış çengiler zilzurna dağılıyorlar.” -A. İlhan.

(GTS)

Arn. çengi-ja (Diz. 164; Bor. 34; Lat. 172; Kara. 190) Boş. čengija (Škal. 139)

Bul. çengija (DTB. 283; Gab. 909; Diz. 164; Kara. 190) Hrv. čengija (Es. 33)

Rom. cinghie (Kak. 104; Sai. 41; Wendt. 159; Diz. 164; Kara. 190)

Srp. čengija (Škal. 171; Diz. 164; Bak. 1356; Vuk. 850; Mik. 39; Kak. 104; Kara. 190) ÇERÇEVE

1. Resim, yazı, ayna vb.ni süslemek veya bir yere asılabilecek duruma getirmek için bunlara geçirilen kenarlık: “Duvarda bir çerçeve asılıdır ki çarpıktır, düzeltemezsiniz.” -R. H. Karay. 2. Kapı, pencere ile bunların cam veya tablalarının yerleştirilmiş olduğu kenarlık: “Pencerenin geniş çerçevesi yıldız salkımlarıyla dolu.” -Y. Z. Ortaç. 3. mec. Bir konunun, bir düşünce alanının sınırları veya bu sınırlar içindeki alan: “Boğaziçi'nin böyle bir medeniyet çerçevesi içinde geçen hayatı ne güzel ve mükemmeldir.” -A. Ş. Hisar. 4. Beden eğitiminde asılma ve tırmanmalar için kullanılan araç.

(GTS)

Arn. çerçive-ja (Diz. 164; Bor. 34; Mik. 39; Mey. 446; Lat. 172; Kara. 191) Boş. čerčivo (Škal. 139)

Bul. çerçeve (DTB. 284; Gab. 910; Mik. 39; Diz. 164; Kara. 191) Rom. cercevea (Mik. 39; Lok. 411; Diz. 164; Kara. 191)

Srp. čerčivo (Škal. 189; Diz. 164; Bak. 1235; Vuk. 784 Mik. 39; Kara. 191) Yun. çerçeves (Kuk. 105; Mik. 39; Diz. 164; Kara. 191)

ÇERÇİ

1. Köy, pazar vb. yerlerde dolaşarak ufak tefek tuhafiye eşyası satan kimse: “Çerçiler bağıra bağıra bilezik, kurdele, sakız, kına vesaire satıyorlardı.” -S. Ali. 2. Bazı bölgelerde tuhafiyeci.

(GTS)

Arn. çertexhi-u (Diz. 165) Boş. čerčija (Škal. 139)

Bul. çerçija (DTB. 284; Kara. 191) Hrv. čerčija (Es. 33)

Rom. cercel, cercelar, cercedar (Lok. 410; Diz. 165; Kara. 191) Srp. čerčija, čerčinka (Škal. 171; Diz. 165; Kara. 191)

ÇEREZ

1. Asıl yemekten sayılmayan, peynir, zeytin vb. yiyecekler. 2. Yemek dışında yenilen yaş veya kuru yemiş vb. şeyler, atıştırmalık: “Çorba, file, keklik, balık, biraz çerez, bir iki biradan sonra hesabımı sordum.” -A. Rasim.

(GTS)

Boş. čerez, čereznjak (Škal. 140) Bul. çerez (DTB. 284; Kara. 191) Hrv. čerez, čereznjak (Es. 33)

Srp. čerez, čereznjak (Škal. 171, 172; Mik. 40; Kara. 191) ÇERGE

1. Derme çatma çadır, göçebe çadırı: “Belki on aile keçelerden, kilimlerden çergelerini meyve ağaçlarının altlarına kurdular.” -Ö. Seyfettin. 2. Çingene çadırı. 3. tar. Otağ.

(GTS)

Arn. cergë-a (Diz. 136, 137; Bor. 34; Mik. 40; Mey. 440; Kara. 191) Boş. čerga, čergaš (Škal. 140)

Bul. çerga (Mik. 40; Lok. 412; Diz. 137; Kara. 191) Hrv. čerga (Es. 33)

Mak. çerga (Nas. 67; Kara. 191)

Rom. cerga (Mik. 40; Lok. 412; Diz. 137; Kara. 191)

Srp. čerga (Škal. 171; Diz. 137; Bak. 1357; Vuk. 851; Mik. 40; Lok. 412; Kara. 191) Yun. çerga (Georg. 260; Diz. 137; Kara. 191)

ÇERİBAŞI

1.Alay beyi. 2. Çingene topluluklarının başı: “Çok iyi giyinmiş ve süslenmiş bir çeribaşının yanında, yalın ayak, pis gömlekli bir baldırı çıplak gidiyor ve çeribaşı ile senli benli görüşüyordu.” - Y. K. Beyatlı.

(GTS)

Arn. çetebash-i (Diz. 166, 167; Kak. 104; Kara. 192) Boş. čeribaša (Škal. 140)

Bul. çeribasija (DTB. 284; Kara. 192) Hrv. čeribašija (Es. 33)

Rom. ciribas (Kak. 104; Sai. 42; Kara. 192)

Srp. čeribaša (Škal. 172; Diz. 167; Kak. 104; Kara. 192) Yun. çiribasis (Kak. 104; Kara. 192)

ÇERVİŞ

1. Kasaplık hayvanlardan elde edilen çeşitli yağların eritilmişi. 2. Yemeğin sulu kısmı. (GTS)

Arn. çervish-i, qerevish (Diz. 165, 800; Bor. 35; Lat. 172; Kara. 192) Boş. červish (Škal. 140)

Bul. çerviš (DTB. 70; Diz. 166; Kara. 192) Mak. çervis (Nas. 89; Kara. 192)

Rom. cervis, cerevis (Mik. 40; Lok. 413; Diz. 166; Kara. 192) Srp. červiš (Škal. 172; Diz. 166; Bak. 1357; Kara. 192) ÇEŞİT

,-

1. Aynı türden olan şeylerin bazı özelliklerle ayrılan öbeklerinden her biri, tür, nev: “Güçlüğün hiçbir çeşidinden yılmamak, dil arıtıcısı olmanın vazgeçilmez bir koşuludur.” -N. Uygur. 2. Canlıların bölümlenmesinde, bireylerden oluşan, türden daha küçük birlik. 3. sf. Türlü: “Bu camilerin her biri başka planda başka çeşittir.” -Y. K. Beyatlı.

(GTS)

Arn. çeshit-i (Diz. 166; Bor. 35; Kara. 192) Boş. češit (Škal. 141)

Bul. çesit, çesitlija (DTB. 284; Gab. 910; Kara. 192) Mak. çesit (Nas. 239; Kara. 192)

Rom. cisit (Mik. 40; Kara. 192) Srp. češit (Škal. 172; Kara. 192)

Yun. çesitin (Georg. 49; Kuk. 98; Gia. 169; Kara. 192) ÇEŞME

oluktan veya musluktan aktığı, yalaklı su hazinesi veya yapısı, pınar. (GTS)

Arn. çeshme-ja, çezmë (Diz. 166; Bor. 35; Mik. 40; Kak. 105; Lat. 174; Kara. 193) Boş. česma, češma (Škal. 141)

Bul. çesma, çesme (DTB. 284; Gab. 910; Mik. 40; Kak. 105; Diz. 166; Kara. 193) Hrv. česma (Es. 33)

Mak. çesma (Nas. 21, 36; Kara. 193)

Rom. cesmea (Mik. 40; Kak. 105; Sai. 135; Lok. 402; Diz. 167; Kara. 192)

Srp. česma, češma, češmetaš, češmeni, češmica (Škal. 172; Diz. 166; Bak. 1358; Vuk. 851; Mik. 40; Kak. 105; Kara. 193)

Yun. çesme (Georg. 239; Kuk. 105; Gia. 169; Diz. 166; Kara. 193) ÇETELE

1. Çizilerek veya oyularak açılan kertik. 2. esk. Ekmekçi, sütçü vb. esnafın, uzunlamasına ikiye bölüp üzerine kertikler çenterek hesap tuttukları ağaç dalı.

(GTS)

Arn. çetele- ja (Diz. 167; Bor. 35; Mey. 447; Lat. 173; Kara. 193) Bul. çetelja (DTB. 284; Kara. 193)

ÇEVGEN