• Sonuç bulunamadı

(TS)

Arn. bilmez-e, bilmemne (Diz.104; Bor.26) Boş. bilmez, bilmezluk (Škal.107)

Hrv. biljmez (Es.27)

Mak. bilmez (Nas.107; Kara.113)

Srp. bilmez, biljmez, bilmezluk, biljmezluk (Škal.143; Diz.104; Mik.28; Kara.113) Yun. bilmezis (Gia.118; Diz.104; Kara.113)

BİN

1. Dokuz yüz doksan dokuzdan sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 1000 ve M rakamlarının adı. 3. sf. On kere yüz, dokuz yüz doksan dokuzdan bir artık. 4. sf. mec. Pek çok, çok sayıda: “En nihayet bin güçlükle ancak küçük parçalar hâlinde imha edilebilmiş.” -A. Kabaklı.

(GTS)

Arn. binllëk-u, binlluk (Diz.106; Bor.26; Kara.114) Boş. bin, binluk (Škal.107)

Bul. binlik (DTB.31; Gab.96; Diz.106; Kara.113) Hrv. bin (Es.27)

Mak. binlik, binlak (Nas.114; Kara.114)

Srp. bin, ibn, ibni, bin ašče, binjašče (Škal.143; Diz.106; Kara.113) Yun. binlika (Kuk.67; Diz.106; Kara.114)

BİNA

1. Yapı: “Yalı, çok pencereli, iki katlı, yayvan bir binadır.” -B. Felek. 2. db. esk. Arapça fiil çatısını konu edinen bilim veya kitap: Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur. 3. db. esk. Çatı.

(GTS)

Arn. bina-ja (Diz.104; Bor.26; Mik.28; Mey.36; Lat.146; Kara.114) Boş. bina (Škal.107)

Bul. bina (DTB.31; Gab.139; Mik.28; Diz.104; Kara.114) Hrv. bina (Es.27)

Mak. bina (Nas.34; Kara.114)

Rom. bina, binagiu (Mik.28; Lok.309; Diz.104; Kara.114) Srp. bina (Škal.143; Diz.104; Vuk.27; Mik.28; Kara.114) Yun. binas (Kuk.67; Diz.104; Kara.114)

BİNBAŞI

,-

YI

Orduda rütbesi yüzbaşı ile yarbay arasında bulunan ve asıl görevi tabur komutanlığı olan subay. (GTS)

Arn. bimbash-i, bimbashllarë (Diz.104; Bor.26; Lat.146; Kara.114) Boş. bimbaša, binbaša (Škal.107)

Bul. binbašija (DTB.31; Gab.97; Mik.28; Diz.104; Kara.114) Hrv. bimbaša, bimbašin (Es.27)

Mak. binbaša, binbašija (Nas.81; Kara.114)

Rom. binbaša (Mik.28; Lok.307; Diz.104; Wendt.127; Kara.114) Srp. bimbaša, binbaša (Škal.143; Diz.104; Vuk.27; Mik.28; Kara.114) Yun. bimbasis (Kuk.67; Gia.118; Mik.28; Diz.104; Kara.114)

BİNEK

1. Binmeye yarayan. 2. a. Binmeye yarayan otomobil, at vb: “Tavlanın önünde seyisi bineğini tımar ederken başında dururdu.” -N. Cumalı.

(GTS)

Arn. binek-u, bineqe (Diz.105; Bor.26; Kara.114) Boş. binjek, binjektaš (Škal.108)

Bul. binek, binekçija (DTB.31; Gab.95; Mik.28; Diz.105; Kara.114) Hrv. binjek, binjektaš (Es.27)

Mak. binektaš (Nas.49; Kara.114)

Srp. binjek, binjak, binjektaš, binjekteš, binjakdžija, binjek kamën (Škal.144; Diz.105; Vuk.27; Mik.28; Kara.114)

Yun. binek-tasi (Kuk.67; Gia.119; Diz.105; Kara.114) BİNİCİ

Ata binen kimse. (GTS)

Arn. binxhi-u (Diz.106; Bor.27; Kara.115) Boş. binjedžija, binjadžija (Škal.108) Bul. binecia (DTB.31; Diz.106; Kara.115) Hrv. binjedžija (Es.27)

Rom. binigiu (Lok.308; Diz.106; Kara.115)

Srp. binjedžija, binjadžija (Škal.144; Diz.106; Kara.115) Yun. binicis (Gia.119; Diz.106; Kara.115)

BİNİŞ

1. Binme işi: “Bütün kabahat vapura biletsiz olarak binişimde ise bunun sebebini herkes çoktan öğrenmiş olmak lazım gelir.” -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Üniversite öğretim üyelerinin giydikleri cübbe. 3. tar. Yüksek aşamalı bilginlerin ve yeniçeri subaylarının giydikleri cübbe. 4. esk. Atlı alay. 5. esk. Atlı alayda giyilen giysi.

(GTS)

Arn. binish-i (Diz.105, 106; Bor.26; Mik.28; Mey.36; Lat.146; Kara.115) Boş. binjiš, biniš (Škal.108)

Bul. biniš (DTB.31; Mik.28; Diz.106; Kara.115) Hrv. binjiš (Es.27)

Mak. biniš (Nas.93; Kara.115)

Rom. biniš (Mik.28; Lok.308; Diz.106; Kara.115)

Srp. binjiš, biniš (Škal.144; Diz.106; Vuk.27; Mik.28; Kara.115) Yun. benisi (Gia.119; Mik.28; Diz.106; Kara.115)

BİR

1. Sayıların ilki. 2. Bu sayıyı gösteren 1 ve I rakamlarının adı. 3. sf. Aynı, benzer: Beni daim şen gören safdiller öyle sansın / Ne bilsinler ki onlar bence birdir elem, haz 4. sf.Beraber: Hep biriz, ayrılmayız. 5. sf. Bu sayı kadar olan: Bir kalem. 6. sf. Herhangi bir varlığı belirsiz olarak gösteren (sayı): “Aydınlık bir odada, iki duvarın kesiştiği köşede zayıf, yaşlı bir adam yatıyordu.” -A. Kutlu. 7. sf. Tek: “Allah tektir ve birdir, amenna!” -A. Kabaklı. 8. sf. Eş, aynı, bir boyda: Bu kalemlerin ikisi birdir, hangisini isterseniz alınız. 9.sf. Ortaklaşa olan, birleşik, müşterek: Bizim kesemiz birdir. 10. sf. Değer, önem bakımlarından birbirinden farksız, birbirine eşit, birbirine benzer. 11. zf. Bir kez: Bir ona, bir sana, bir de bana baktı. 12. zf. Sadece: Her şey bitti, bir bu kaldı. 13. zf. Ancak, yalnız: Bunu bir sen yapabilirsin.

(GTS)

Arn. birli-ja, birllëk (Diz.107; Bor.27; Kara.116)

Boş. bir, birden, birim, birindži, birkatica, birluk, birmiktar, bir tahta eksik, bir-uglija, birturlu, birvaktile, birzemanile, zbiriti (Škal.108, 109)

Bul. bir, birlik, birlija (DTB.32; Diz.107; Kara.115) Hrv. bir (Es.27)

Mak. birincija, birkaç (Nas.113; Kara.116)

Rom. berlic, birlic (Mik.29; Lok.311; Diz.107; Wendt.68; Kara.115) Srp. bir, birlija, birlik (Škal.144; Diz.107; Mik.29; Kara.116) Yun. birden (Kuk.67; Gia.119; Diz.107; Kara.116)

BİRADER

1. Erkek kardeş. 2. Masonların birbirlerine verdikleri ad. 3. ünl. “Ey dost, arkadaş” anlamında kullanılan bir seslenme sözü: “Aman birader! Üç sene önce bu bende idi.” -A. Rasim.

(GTS)

Arn. birazer-i, byrazer, bilazer (Diz.106; Bor.27; Mey.54; Lat.158; Kara.116) Boş. burazer, birader (Škal.121)

Hrv. burazer, birader (Es.30)

Srp. burazer, birader (Škal.154; Diz.106; Vuk.51; Mik.29; Kara.116) BİTMEK

,-

ER

(I) 1. Tükenmek: “Dün akşam param bitmişti.” -S. F. Abasıyanık. 2. Sona ermek: “Kıran kırana bir güreş bitmiş, Büyük Millet Meclisi, Başkumandanlık yetkilerini Mustafa Kemal Paşa'ya devretmiştir.” -T. Buğra. 3. mec. Çok yorulmak. 4. mec. Güçsüz kalmak, çok zayıflamak: “Biçare adam on günde limon sarısına dönmüş, incelmiş, bitmiş.” -E. İ. Benice. 5. (-e) argo Çok sevmek, bayılmak, beğenmek: “Buğulu bir sesi var. Ben böyle sese biterim.” -H. Taner.

(GTS)

Arn. bitis (Diz.108; Bor.27; Mik.29; Mey.38; Lat.147; Kara.117) Boş. bitirisati, bitisati (Škal.110, 111)

Bul. bitim, bitisvam (DTB.33; Mik.24; Diz.108; Kara.117) Hrv. bitisati (Es.28)

Mak. bitisa (Nas.111; Kara. 117)

Srp. bitirisati, bitisati (Škal.146; Diz.108; Vuk.29; Mik.29; Kara.117) BİTEVİ

1. Tamamen, hepsi, tümden. 2. Tam, kesiksiz. (TTAS)

Arn. bytevi (Diz.133; Bor.27; Kara.117) Boş. bitevija (Škal.110)

Bul. butjuvija (DTB.33; Mik.34; Diz.134; Kara.117) Srp. bitevija (Škal.146; Diz.134; Mik.34; Kara.117) BİZ

(II) 1. Katı bir şeyi dikerken iğne geçirecek yeri delmek için kullanılan, çelikten yapılmış, sivri uçlu ve ağaç saplı araç, tığ: Kunduracı bizi. 2. Maraş işinde kalın karton parçalarının iğneyi kırmamasını sağlamak ve delik delmek işleminde kullanılmak üzere hazırlanmış tahta saplı, ince sivri uçlu bir tür çuvaldız.

(GTS)

Arn. biz-i (Diz.109; Kara.118)

Bul. bizinglic (DTB.30; Diz.109; Kara.118) BODRUM

Bir yapının yol düzeyinden aşağıda kalan bölümü: “Ev, bodrumu, tavan arası ve iki katıyla tam bir konak yavrusudur.” -T. Buğra.

(GTS)

Arn. bodrum, budrum-i, podrum (Diz.109, 774; Bor.27; Lat.148; Kara.118) Mak. podrum (Nas.64; Kara.118)

Srp. bodrum, podrum, podrumdžija (Škal.520; Diz.109; Kara.118) Yun. budrumi (Georg.126; Gia.130; Diz.109; Kara.118)

BODUR

Enine göre boyu kısa ve tıknaz: “Bir av arıyormuş gibi tereddütlü adımlarla bodur böğürtlen dallarını hışırdatarak şoseye indi.” -Ö. Seyfettin.

(GTS)

Boş. butrast (Škal.123)

Bul. butur (DTB.40; Kara.118) Hrv. butrast, budur (Es.30) Srp. butrast (Škal.156; Kara.118)

Yun. buduris (Georg.45; Kuk.70; Kara.118) BOĞMAK

,-

AR

(II) 1. Bir canlıyı, soluk almasına engel olarak öldürmek: “Zavallıyı az kalsın gırtlağından yakalayıp boğacaktı.” -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. El, ip vb. ile bir şeyi çepeçevre sıkmak. 3. Motorlu taşıtlarda fazla yakıt, motoru çalışmaz duruma getirmek. 4. Renkler uygun düşmemek: Koyu yeşil renk odayı boğdu. Bu renk seni boğmuş. 5. mec. Silik bir duruma getirmek, bastırmak: “Galiba bunları dinlememek, duymamak için konuşuyorum; seslerini boğmak,

bastırmak için durmamacasına gevezelik ediyorum.” -R. H. Karay. 6.(-e) mec. Tamamıyla kaplamak, sarmak: “Ampulün kör ışığı, dükkânı alaca bir loşluğa boğmuştu.” -M. Yesari. 7. (-i, -e) mec. Peş peşe yapmak, bir kimseyi bir şeyin fazlasına eriştirmek veya uğratmak: “Güllü'nün boynuna sarılan Cemile, kadının hafif çilli, tombul yanaklarını öpücüklere boğdu.” -O. Kemal. 8. (-i, -e) mec. Bir durumu başka bir durum yaratarak örtmeye çalışmak: “Zatendurumun vahametini sezen müdürle hoca, işi gürültüye boğmak için Atatürk'e müfredat programına dair bir şeyler anlatmaya başladılar.” -H. Taner. 9. mec. Gelişmesine engel olmak. 10. (nsz) mec. Bunaltmak: “Daha sıcak basmamıştı; güneş henüz yakmıyor, hava daha boğmuyordu.” -R. H. Karay.

(GTS)

Bul. buanak (DTB.37; Kara.118) Yun. bogdu (Georg.53; Kara.118) BOĞASI

İnce bez. (GTS)

Arn. bugasi-ja (Diz.118; Bor.27; Kak.74; Kara.119) Bul. bogasija (DTB.34; Kak.74; Diz.118; Kara.119)

Rom. bogasiu, bogasierie (Mik.32; Kak.74; Sai.55; Lok.324; Diz.118; Kara.119) Srp. bogasija (Mik.32; Kak.74; Kara.119)

Yun. bohasi, bugasi (Gia.121; Mik.32; Diz.118; Kara.119) BOĞAZ

1. Boynun ön bölümü ve bu bölümü oluşturan organlar, imik, kursak: “Ses, ciğerlerde biriken havanın boğaza çarpması demektir.” -Ö. Seyfettin. 2. Şişe, güğüm vb. kaplarda ağza yakın dar bölüm: Şişenin boğazı. Testinin boğazı. 3. İki dağ arasında dar geçit: “Yol üzerindeki derbentleri ve boğazları işgal ederek ordunun başında bunları takip ediyordu.” -F. F. Tülbentçi. 4. Yedirip içirme yükümü, iaşe: İşçilerin boğazı bizden olacak. 5. mec. Yiyeceği içeceği sağlanan kimse: “Hayat zor anne, kaç boğazız evde, ağabeyim hangi birimize yetişsin.” -A. Kulin. 6. mec. Yeme içme: Boğazına düşkün. 7. coğ. İki kara arasındaki dar deniz.

(GTS)

Arn. bugaz-i (Diz.118; Bor.27; Mey.50; Kak.74; Lat.154; Kara.119) Boş. bogaz, bogazluk (Škal.111)

Bul. boaz, boazlija (DTB.33; Gab.100; Kak.74; Mik.29; Diz.118; Kara.119) Hrv. bogaz, bogazluk (Es.28)

Mak. bogaz (Nas.58; Kara.119)

Srp. bagaz, bogazluk (Škal.146; Diz.118; Mik.29; Kak.74; Kara.119)

Yun. bogazi, bugazi (Georg.115; Kuk.68; Gia.121; Mik.29; Diz.118; Kara.119) BOĞMACA

Genellikle çocuklarda öksürük nöbetleriyle kendisini gösteren bulaşıcı bir hastalık. (GTS)

Bul. bokmaca (DTB.35; Kara.120)

BOHÇA

1. İçine çamaşır, elbise vb. koyup sarılan dört köşe kumaş: “Hemen hemen her giyim eşyası bohçada ve sandıkta saklanırdı.” -R. H. Karay. 2. Ufak ve seçme tütün dengi.

(GTS)

Arn. bohçe-ja, boksha, bohçallëk-u, bohçallëqe (Diz.109, 110; Bor.27; Mey.40; Kak.75; Kara.120)

Boş. bošča, boščaluk, bohčaluk, bokčaluk (Škal.114)

Bul. bohça (DTB.36; Gab.105; Mik.29; Kak.75; Diz.110; Kara.120) Hrv. bošča, bogča, boščaluk (Es.28)

Mak. bovça (Nas.35; Kara.120)

Rom. bogcea, boccea, bohcea (Mik.28; Kak.75; Sai.54; Lok.325; Diz.110; Mey.40;Kara.120) Srp. bošča, bohča, bokča, boščaluk, bohčaluk, bokčaluk (Škal.149; Diz.110; Vuk.39; Mik.28; Kak.75; Kara.120)

Yun. buhças, bohças (Georg.241; Kuk.70; Gia.125; Kak.75; Diz.110; Kara.120) BOK

1. Dışkı. 2. kaba Güç durum: Boka batmak. Boka düşmek. 3. sf. kaba Hor görülen, tiksinilen: Bırak şu bok herifi.

(GTS)

Arn. bok-u, bokllëk (Diz.112; Bor.28) Boş. bok, bokluk (Škal.112)

Bul. bokluk (DTB.35; Gab.102; Diz.112; Kara.120) Hrv. bokluk (Es.28)

Rom. bociuc, cucluc, buclucgiu (Diz.112; Kara.120) Srp. bok (Škal.147; Diz.112; Kara.121)

BOKLAMAK

Bir yeri veya bir işi kötü bir duruma getirmek. (GTS)

Bul. boklatmis (DTB.34; Gab.101; Kara.121) Yun. bokladizo (Kuk.68; Kara.121)

BOKLUK

,-

ĞU

1. Pislik. 2. mec. Kötü durum: Bu işin sonunda bokluk çıkacak. (GTS)

Boş. bokluk (Škal.112)

Bul. bokluk (DTB.35, 38; Gab.101; Mik.30; Kara.121) Hrv. bokluk (Es.28)

Rom. bocluc (Lok.329; Kara.121) Srp. bokluk (Škal.147; Kara.121) Yun. bokluki (Kuk.68; Kara.121) BOL

yetişti de ben onu böyle şımarık büyüttüm.” -P. Safa. 2. Nicelik bakımından olağandan veya alışılandan çok, kıt karşıtı: “Demek ki zeytinin bol ve ucuz olduğu bir yerdeymiş.” -B. Felek.

(GTS)

Arn. boll (Diz.112; Bor.27; Mik.30; Mey.41; Lat.149; Kara.121) Boş. bol (Škal.112)

Bul. bol, bolluk (DTB.35; Gab.102; Mik.30; Diz.113; Kara.121) Hrv. bol, bokluk (Es.28)

Mak. bol (Nas.109; Kara.121)

Rom. bol, buluc, bol-bol (Mik.30; Lok.330; Diz.113; Kara.121) Srp. bol, bol-bol, boluk (Škal.147; Diz.113; Mik.30; Kara.121) Yun. bolu-bolu (Georg.124; Kuk.68; Gia.125; Diz.113; Kara.121) BONCUK

,-

ĞU

Cam, taş, sedef, tahta, plastik vb. maddelerden yapılan, ortası delik, çoğu yuvarlak ve renkli süs tanesi.

(GTS)

Arn. bunxhuk-u (Diz.123; Bor.28; Kara.122) Boş. bondžuci (Škal.112,113)

Bul. boncuk, buncuk, mançuk (DTB.35, 177; Gab.112; Kak.76; Lok.354; Diz.123; Kara.122) Mak. boncuk (Nas.56; Kara.122)

Rom. buciuc (Kak.76; Sai.158; Lok.354; Diz.123; Kara.122) Srp. bondžuci, bondžuk (Škal.147; Diz.123; Kak.76; Kara.122) Yun. muncuh (Georg.22; Diz.123; Kara.122)

BORANİ

Pirinçli, yumurtalı, yoğurtlu ıspanak vb. sebze yemeği. (GTS)

Arn. burani-ja, borroni, baranija (Diz.123; Bor.29; Lat.155; Kara.122) Boş. boranija, buranija (Škal.113)

Bul. burenija (DTB.39; Diz.123; Kara.122) Mak. boranija (Nas.34,45; Kara.122)

Srp. boranija, buranija (Škal.148; Diz.123; Vuk.38) BORAZAN

1. Üfleyerek çalınan, perdesiz çalgı, boru. 2. Bu boruyu çalan kimse: “Borazanları alayın önünde topluyorlar.” -Ö. Seyfettin.

(GTS)

Arn. borizan, burizan-i, buruzan, buruzonxhi, burixhi (Diz.113; Bor.28; Lat.150; Kara.123) Boş. borizan, boruzen, borizen (Škal.113)

Bul. borazan (DTB.35; Kak.77; Diz.113; Kara.123) Hrv. borija (Es.28)

Mak. borozan (Nas.81; Kara.123)

Rom. bolozan, borizan, burazan (Kak.77; Sai.57; Diz.113; Kara.123) Srp. borozan (Škal.148; Diz.113; Kak.77; Kara.123)

BORÇ

,-

CU

1. Geri verilmek üzere alınan veya ödenmesi gerekli para veya başka bir şey: “Vaktim yok, bana para bul, şu borcu ödeyeyim, söz verdim.” -P. Safa. 2. mec. Birine karşı bir şeyi yerine getirme yükümlülüğü, vecibe: “Mektubunda diyorsun ki gel gayri / Vatan borcu biter bitmez ordayım” -B. S. Erdoğan.

(GTS)

Arn. borxh-i , borxhliu (Diz.114; Bor.28; Mey.42; Lat.150; Kara.123) Boş. borxhlija (Škal.113)

Bul. borç, borçlia (DTB.36; Gab.104; Mik.30; Diz.114; Kara.123) Mak. borç, borçlija (Nas.105; Kara.123)

Rom. bordze (Mik.30; Diz.114; Kara.123) Srp. borčlija (Škal.148; Diz.114; Kara.123)

Yun. borç (Georg.149; Kuk.68; Gia.126; Diz.114; Kara.123) BORNOZ

1. Banyodan çıkarken kurulanmak için kullanılan, önden açık, havludan yapılmış giyecek: “Ilık bir duş alarak bornozla odasına döndü.” -H. E. Adıvar. 2. Kuzey Afrika'da Berberilerin giydikleri başlıklı, geniş, kısa kollu bir üstlük.

(GTS)

Arn. burnus-i (Diz.124; Bor.29; Kara.123) Boş. burnus (Škal.122)

Bul. burnus, burnuz (DTB.39; Gab.112; Kara.123) Hrv. burnus (Es.30)

Rom. burnuz (Diz.124; Kara.123)

Srp. burnus (Škal.155; Diz.124; Kara.123) Yun. burnuzi (Kuk.70; Kara.123)

BORU

a. 1. Bir yerden başka bir yere sıvı, gaz vb. aktarmaya yarayan, içi boş, uçları açık, uzun ve dar silindir: “Soba borusu kazanın içinden geçerdi.” -N. Cumalı. 2. Borazan:“Ankara'da ilk sabah boru sesinden uyandım.” -R. E. Ünaydın.

(GTS)

Arn. bori-ja (Diz.113; Bor.28; Mey.54; Lat.150; Kara.124) Boş. borija (Škal.113)

Bul. burija (DTB.39; Kak.77; Diz.113; Kara.124) Hrv. borija (Es.28)

Mak. borija (Nas.67; Kara.124)

Rom. buriu, burluiu (Mey.38; Diz.113; Kara.124) Srp. borija (Škal.148; Diz.113; Vuk.38; Kara.124)

Yun. buru (Georg.47; Kuk.70; Gia.130; Diz.113; Kara.124) BOSTAN

1. Sebze bahçesi: “Babası küçük bostanda yere eğilmiş, salatalıkları koparıyor.” -P. Safa. 2. Kavun, karpuz tarlası. 3. Kavun ve karpuza verilen ortak ad.

(GTS)

Boş. bostan, bostandžija, bostandžiluk, bostanluk (Škal.113)

Bul. bostan, bostancija, bostançe (DTB.36; Gab.105; Mik.30; Kak.77; Diz.114; Lok.332; Kara.124)

Hrv. bostan, bostančič, bostanov (Es.28) Mak. bostan, bostancija (Nas.35, 45; Kara.124)

Rom. bostan, bostangiu, bostanerie (Mik.30; Kak.78; Sai.20; Lok.332; Diz.114; Wendt.156; Kara.124)

Srp. bostan, bostandžibaša, bostandžić, bostandžija, bostandžije, bostandžiluk, bostanluk (Škal.148; Diz.115; Vuk.39; Mik.30; Kak.77; Lok.332; Kara.124)

Yun. bostani (Georg.214; Kuk.68; Gia.127; Mik.30; Diz.115; Kak.78; Kara.124) BOŞ

1.İçinde, üstünde hiç kimse veya hiçbir şey bulunmayan, dolu karşıtı: “Yaralı kaymakamla iki emir eri de boş kalan kompartımana rahatça yerleştiler.” -A. Gündüz. 2. Görevlisi olmayan (iş, görev), münhal: Boş kadro. 3. Yapılacak işi olmayan, işsiz: Bugün sabah boşum, gelebilirsin. 4. mec. Anlamsız: “Bütün bunlar güneşli ve rüzgârlı bir günün boş vaatleri miydi?” - N. Hikmet. 5. mec. Bilgisiz: “Daha meselesiz, daha cahil, daha boş, daha yakışıklıydılar.” -S. F. Abasıyanık. 6. mec. Bir işe yaramayan, yararsız: “Yaşlı başlı insanlarız, dedi. Birbirimizi boş tesellilerle aldatacak değiliz.” -R. N. Güntekin. 7. zf. mec. Habersiz, hazırlıksız bir biçimde: “Tatar dilencinin küfürlerine işte böyle boş yakalandım.” -O. Pamuk.

(GTS)

Arn. bosh-e (Diz.115; Bor.28; Mik.30; Mey.42; Lat.152; Kara.125) Boş. boš (Škal.114)

Bul. boš (DTB.35; Mik.30; Diz.115; Kara.125) Hrv. boš, bošlaf (Es.28)

Rom. bos (Mik.30; Diz.115; Kara.125) Srp. boš (Škal.149; Diz.115; Kara.125)

Yun. bosikos (Georg.176; Kuk.68; Gia.126; Diz.115; Kara.125) BOŞLUK

,-

ĞU

1. Oyuk, çukur, kapanmamış yer. 2. Boş olan yer: “Utanmadan bıraktığı sakalında güve yeniği gibi boşluklar vardı.” -İ. O. Anar. 3. Kesinti, kopukluk. 4. Boş geçen süre: Bu boşluktan sıkılıyorum. 5. Eksiklik, yoksunluk duygusu: “Bağlama telleri, tef zilleri ses verdikçe duvarlarda moda dergilerinin boşlukta kalan orta sayfalan süs fenerleri gibi bir o yana, bir bu yana döndü.” - L. Tekin. 6. mec. Boş olma durumu: “O günden bugüne olanları hatırladıkça insan ister istemez bu türlü çabaların hiçliğini, boşluğunu düşünmek zorunda kalıyor.” -R. H. Karay.

(GTS)

Arn. boshllëk-u, boshllëqe (Diz.116; Lat.152) Boş. bošluk (Škal.115)

Hrv. bošluk (Es.28)

Srp. bošluk (Škal.149; Diz.116; Vuk.39; Kara.126) BOY

(I)1. Bir şeyin tabanı ile en yüksek noktası arasındaki uzaklık: “Boyu uzundu, yalnız biraz fazla semizdi.” -Ö. Seyfettin. 2. Bir yüzeyde, en sayılan iki kenar arasındaki uzaklık,en, genişlik karşıtı: Kitabın boyu. Tablonun boyu. 3. Uzunluk: Yılanın boyu. 4. Kumaş için ölçü: Bu elbiseye iki boy yeter.

Arn. bojë (Diz.111; Mik.29; Mey.41; Lat.153; Kara.126) Boş. boj, bojlija (Škal.111)

Bul. boj, bojlija (DTB.34, 36; Gab.101; Mik.29; Diz.111; Lok.327; Kara.126) Hrv. boj (Es.28)

Mak. boj (Nas.53; Kara. 26)

Rom. boj, boiu (Lok. 327; Diz. 111; Kara. 126)

Srp. boj, bojlija (Škal. 146; Diz. 111; Mik. 29; Lok. 327; Kara. 126)

Yun. boj, bojlis (Georg. 141, 167; Kuk. 68; Gia. 121; Mik. 29; Diz. 111; Kara. 126) BOYA

1. Renk vermek, dış etkilerden korumak için eşyanın üzerine sürülen veya içine katılan renkli madde: “Tırnaklarının boyasını beğenmiyorum.” -F. R. Atay. 2. Resim yapmak için kullanılan kuru, sulu veya yağlı boya. 3. mec. Aldatıcı görünüş. 4. hlk. Yazmak için kullanılan mürekkep.

(GTS)

Arn. bojë-a (Diz. 111; Bor. 27; Mik. 30; Mey. 40; Lat. 152; Kara. 127) Boş. boja, bojadžija (Škal. 111)

Bul. boja, bojacija, bojacilik (DTB. 36, 37; Gab. 105, 106; Mik. 29; Diz. 112; Kara. 127) Hrv. boja, bojadžija (Es. 28)

Mak. boja, bojacija (Nas. 25; Kara. 127)

Rom. boia, boiagiu (Mik. 30; Lok. 328; Diz. 112; Wendt. 15; Kara. 127)

Srp. boja, bojadžija, bojaluk (Škal. 146, 147; Diz. 112; Mik. 29; Lok. 328; Kara. 127) Yun. bogia, bogiaçis (Georg. 110; Kuk. 68; Gia. 121; Mik. 30; Diz. 112; Kara.127) BOYAMAK

1. Boya sürerek veya boyaya batırarak renk vermek: Rastıkla, yanağındaki beni de boyadı. 2. mec. Ağır söz söylemek, aşağılamak. 3. mec. Azarlamak.

(GTS)

Arn. bojadis, bojatis, i bojatisun, e bojatisun (Diz. 110; Bor. 27; Lat. 149; Kara. 127) Boş. bojama (Škal. 112)

Bul. bojama, bojadisvam (DTB. 36; Gab. 105; Mik. 29; Diz. 110; Lok. 328; Kara. 127) Mak. bojadisuva, boja udira (Nas. 96; Kara. 127)

Srp. bojama (Škal. 147; Diz. 110; Mik. 29; Lok. 328; Kara. 127) Yun. bogiadizo (Georg. 52; Kuk. 68; Diz. 110; Kara. 127) BOYACİ

Boyacı (TTAS)

Arn. bojaxhi-u, bojnaxhi (Diz. 110, 111; Bor. 27; Lat. 149) Boş. bojadžija (Škal. 111)

Hrv. bojadžija (Es. 28)

Srp. bojadžija (Škal. 147; Diz. 111) BOYUN BAĞI

Gömlek yakasının altından geçirilip süs olarak bağlanan uzun, enlice kumaş parçası, kravat: “Arkadaşım boyun bağı ve yakasını çözdü, göğsünü açtı.” -P. Safa.

Arn. bujumba-ja, bujumbag, bujumbak-u, berumbak-u (Diz. 119; Bor. 29; Kara. 128) Boş. bujunbak, bujunbag (Škal. 118)

Bul. bojamba (DTB. 37; Diz. 119; Kara. 128)

Srp. bujunbag, bujunbak, bojunbag, bojunbak (Škal. 152; Diz.119; Vuk. 688; Kara. 128) BOYUNDURUK

,-

ĞU

1. Çift süren veya arabaya koşulan hayvanların birlikte yürümelerini sağlamak için boyunlarına geçirilen bir tür ağaç çember. 2. mim. Kapı veya pencere vb. açıklıkların üzerine konulan ağaç, taş veya beton kiriş, lento. 3. Mengenenin üst yanındaki kemer biçimli bölüm. 4. mec. Zulüm ve zorbalık baskısı, esaret: “Şark milletleri, zalimlerin boyunduruğu altında, uzun zamandan beri cehaletin karanlığına çömelerek yaşadılar.” -P. Safa. 5. sp. Güreşte hasmın başını koltuk altına alıp boynuna kol dolama oyunu.

(GTS)

Bul. bojundruk (DTB. 36; Kara.128) Mak. bojndiruk (Nas. 86; Kara. 128) Yun. buzdraki (Kuk. 69; Kara. 128) BOZ

1. Açık toprak rengi. 2. Kül rengi, gri. 3. sf. Bu renklerde olan. 4. sf. Açılmamış, sürülmemiş (toprak).

(GTS)

Bul. boz, bozalik (DTB. 34; Kara. 128) Yun. boz (Georg. 238; Kara. 128) BOZMAK

,-

AR

1. Bir şeyi kendisinden beklenilen işi yapamayacak duruma getirmek: Bu iki radyo istasyonu birbirini bozuyor. 2. Bir yerin, bir şeyin düzenini karıştırmak: “Bir insanın aklını bozabilmesi için evvelce bu aklın mevcut olması lazım gelir.” -A. Ş. Hisar. 3. Dokunmak, zarar vermek: Bu yemek midemi bozdu. 4. Geçersiz bir duruma getirmek: “Eğer nişanını bozduysa yazıklar olsun.” -M. Ş. Esendal. 5. Büyük parayı küçük birimlere ayırmak: Bir milyon lira bozar mısın? 6. Bozguna uğratmak, yenmek, mağlup etmek: Düşman ordusunu bozmak. 7. Altını paraya çevirmek, bozdurmak. 8. Yabancı ülke parasını Türk parasına çevirmek. 9. Bağ veya bostanın son ürününü toplamak: Bostanı bozduk. 10. Kızlığına zarar vermek. 11. Biçimini ve kullanılışını değiştirmek: “Eskileri bozuyor, beni, çocuğu giydiriyor.” -Ö. Seyfettin. 12. Bırakmak, dağıtmak: “Tam biraz rahat edeceğim, işimi bozuyorsun.” -S. F. Abasıyanık. 13. mec. Bir kimseyi beklemediği bir davranış karşısında bırakarak veya sözünü yalana çıkararak küçük düşürmek: Adamcağızı fena bozdunuz. 14. (-le) mec. Aklını yitirecek derecede bir şeye düşkün olmak: Adamcağız politika ile bozmuş. 15. mec. Kötü duruma getirmek.

(GTS)

Boş. bozdisati (Škal. 115)

Bul. bozmasi (DTB. 34; Gab. 101; Mik. 31; Kara. 128) Hrv. bozdisati (Es. 29)

Srp. bozdisati (Škal. 150; Kara. 129) BOZA

mayhoş içecek. (GTS)

Arn. bozë-a, bozje (Diz. 116; Bor. 28; Mik. 33; Mey. 43; Kak. 78; Lat. 153; Kara. 129) Boş. boza (Škal. 115)

Bul. boza, bozacilik, bozalik (DTB. 34; Gab. 100; Mik. 33; Lok. 376; Diz. 116; Kara. 129) Hrv. boza (Es. 29)

Mak. boza (Nas. 25; Kara. 129)

Rom. bozan, boza (Mik. 33; Kak. 78; Sai. 59; Lok. 376; Diz. 116; Kara. 129) Srp. boza, buza (Škal. 149; Diz. 116; Lok. 376; Mik. 33; Kak. 78; Kara. 129) Yun. bozas (Kuk. 68; Mik. 33; Diz. 116; Kara. 129)

BOZACI

Boza yapan veya satan kimse. (GTS)

Arn. bozaxhi-u, bozaxhijasi, bozaxhillëk-u (Diz. 116; Bor. 28; Lat. 153) Boş. bozadžija (Škal. 115)

Bul. bozadži, bozadžilik (Diz. 116) Rom. bozan (Diz. 116)

Srp. bozadžija, buzadžija (Škal. 149; Diz. 116; Vuk. 48; Lok. 376) BOZDOĞAN

1. Bir doğan türü (Falco aesalon). 2. tar. Yeniçeriler tarafından kullanılan ve atların eyerlerinde asılı duran altı toplu gürz.

(GTS)

Arn. pustovan (Bor. 106; Kara. 129)

Boş. buzdohan, buzdovan, buzdohanlija (Škal. 124)

Bul. buzdugan (DTB. 34; Gab. 101; Mik. 30; Lok. 333; Kak. 79; Kara. 129) Hrv. buzdovan, buzdohan (Es. 30)

Mak. bozgovan, buzdovan (Nas. 80; MTS. 42; Kara. 130)

Rom. buzdugan (Mik. 30; Kak. 79; Sai. 65; Lok. 333; Wendt. 62; Kara. 129)

Srp. buzdohan, buzdohanlija, buzdovan (Škal. 157; Mik. 30; Kak. 79; Lok. 333; Kara. 129) Yun. buzdugeni (Georg. 83; Kuk. 69; Mik. 30; Kak. 79; Kara. 130)

BOZUK

,-

ĞU

(I)1. Madenî para, bozuk para: “Hiç olmazsa birkaç kuruş bozuk ver!” -M. Ş. Esendal.

2. sf. Bozulmuş olan: “Daracık ve bozuk kaldırımlardan çamurlu sular akıyordu.” -T. Buğra. 3. sf. Görevini yapamaz duruma gelmiş (organ): “Ağzındaki birkaç bozuk dişten şüphe ettim.” -R. N. Güntekin. 4. sf. mec. Kötümser, gergin, huzursuz, karışık: “Bozgun sırasında Ankara'da meclisin havası pek bozuktu.” -F. R. Atay. 5. sf. mec. Kızgın, sıkıntılı: “Süleyman'ı adada yüzü o kadar bozuk ve korkunç buldu ki.” -H. E. Adıvar.

(II) Türk halk müziğinde, bağlamadan biraz büyük ve meydan sazından küçük dokuz telli bir saz.

(GTS)

Boş. bozuk (Škal. 115)

Bul. bozuk, bozukluk (DTB. 34; Gab. 101; Mik. 31; Kara. 130) Srp. bozuk (Škal. 150; Kara. 130)

BÖBREK

,-

Ğİ

Kandaki zararlı maddeleri süzüp idrar olarak salan, omurganın sağ ve sol yanında bulunan çift organdan her biri.

(GTS)

Arn. bubrek-u, bumbrekët (Diz. 117; Bor. 30; Mik. 34; Mey. 50; Lat. 153; Kara. 130) Boş. bubreg (Škal. 116)

Bul. bubreg (Mik. 34; Lok. 337; Diz. 117; Kara. 130) Mak. bubreg (Nas. 86; Kara. 130)

Srp. bubreg (Škal. 150; Diz. 117; Bak. 563; Mik. 34; Lok. 337; Kara. 130) Yun. bobreki (Kuk. 68; Mik. 34; Diz. 117; Kara. 130)

BÖLME

1. Bölmek işi, ayırma, parçalama, taksim. 2. Salon, oda, sofa vb. büyük bir yerden ayrılmış daha küçük yer: “Sedirin olduğu bölmeyi basma bir perdeyle odadan ayırdı.” -L. Tekin. 3. Büyük bir yeri, alanı küçük oda veya kısımlara ayıran ince duvar veya tahta perde: “Ortadan ayrılan bir bölmeyle de diğer nısfında Bora Reis yatıyordu.” -N. Hikmet. 4.hlk. Kalın ağaç gövdesinden odun veya tekne yapmak için ayrılan tomruk. 5. den. Gemilerin içinde, su baskını, yangın vb. durumlarda, ara kapılar kapandığında arızanın veya hasarın yayılmasını önlemek için kullanılan birbirlerinden ayrılmış yerler. 6. man. Cins kavramlarını tür, alt tür kavramlarına ayırma işi. 7. mat. Dört işlemden biri, taksim.

(GTS)

Arn. bylme-ja (Diz. 130; Bor. 30; Lat. 157; Kara. 131) Bul. bolme (DTB. 29; Kara. 131)

Mak. bolme, bulme (Nas. 65; Kara. 131) Yun. bulmes (Georg. 129; Diz. 130; Kara. 131) BÖLÜK

,-

ĞÜ

1. Bir bütünden ayrılmış olan parça, kısım: “Bir kandil günü öteki bölükteki büyük hanımın elini öpmeye gitmiştim.” -B. Felek. 2. Saç örgüsü. 3. Hizip. 4. ask. Takımlardan oluşan, üçü veya dördü bir tabur oluşturan ve öbür birliklerin temeli sayılan birlik: “Şehre giren kuvvetlerimiz iki süvari bölüğünden ibaretmiş.” -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. mat. On kuralına göre yazılan bir tam sayının, sağdan sola doğru üçer üçer ayrılan basamaklarından her bir üçlü takımı: Birler bölüğü, binler bölüğü, milyonlar bölüğü.

(GTS)

Arn. bylyk-u, bylyqe (Diz. 130; Bor. 30; Mik. 31; Kak. 79; Lat. 157; Kara. 132) Boş. buljuk (Škal. 120)

Bul. biljuk, buljuk (DTB. 31, 41; Gab. 95; Mik. 31; Mey. 58; Diz. 130; Kara. 132) Hrv. buljuk (Es. 29)

Mak. buluk (Nas. 49; Kara 132)

Rom. buluc (Mik. 31; Kak. 79; Sai. 61; Lok. 330; Diz. 130; Kara. 132) Srp. buljuk (Škal. 153; Diz. 130; Mik. 31; Kak. 79; Vuk. 50; Kara. 132)

Yun. buluki (Georg. 46; Kuk. 69; Gia. 98; Mik. 31; Diz. 131; Mey. 58; Kak. 80; Kara. 132) BÖLÜKBAŞI

Yeniçeri ordusunda üst rütbeli bir görevli: “Damat, Baltacılar Kethüdası ile bölükbaşılara hilatler giydirmiştir.” -S. Birsel.

(GTS)

Arn. bylykbash-i, bylykbashllarë (Diz. 131; Bor. 30; Lat. 157) Boş. buljukbaša (Škal. 120)

Hrv. buljukbaša, buljukbašin, buljubašinica (Es. 29) Rom. bulubaša (Diz. 131)

Srp. buljukbaša, buljubaša, buljumbaša, buljubašin, buljubašovanje, buljubašati (Škal. 153; Diz. 131)

BÖN

Budala, saf, avanak, ahmak: “Sandığınız kadar bön bir insan değilim ben.” -N. F. Kısakürek. (GTS)

Boş. bena (Škal. 97)

Bul. bon, jon-bon (DTB. 41; Kara. 132) Hrv. bena (Es. 25)

Srp. bena, benak, benac (Škal. 135; Kara. 132) BÖREK

,-

Ğİ

Açılmış hamurun veya yufkanın arasına, peynir, kıyma, ıspanak vb. konularak çeşitli biçimlerde pişirilen hamur işi: “Şerafettin'in hanımı böreği fırına yeni sürmüş, daha bir yarım saati varmış pişmeye.” -A. Kulin.

(GTS)

Arn. byrek-u, byreqe, birek, burek, bërek (Diz. 132; Bor. 30; Mey. 378; Lat. 158; Kara. 132) Boş. burek, burekčija, burekdžinca (Škal. 121)

Bul. burek, burekçija (DTB. 41; Gab. 114; Mik. 54; Diz. 132; Kara. 132) Hrv. burek (Es. 30)

Mak. burek (Nas. 35; Kara. 132)

Srp. burek, burekčija, buregdžija (Škal. 154, 155; Diz. 132; Bak. 80; Kara. 132) Yun. bureki (Georg. 129; Kuk. 70; Gia. 130; Diz. 132; Kara. 132)

BÖYLE

1. Bunun gibi, buna benzer: “Böyle bir teklifi kabul edeceğini sanmıyorum.” -A. Ümit. 2. zf. Bu yolda, bu biçimde, hakeza: “Böyle acıklı şeyleri ne diye yazıyorum bilmem ki?” -A. Gündüz. 3. zf. Bu derece: “Böyle bir sevmek görülmemiştir.” -A. İlhan. 4. zf. İçinde “ne, nasıl” vb. sorular bulunan cümlelerin sonuna geldiğinde o cümlede anlatılan şeyin hoş karşılanmadığını veya ona şaşıldığını anlatan bir söz: “Maşallah, dedi, nereden teşrif böyle?” -P. Safa.

(GTS)

Bul. bojledir (DTB. 34; Kara. 133)

Yun. bojle (Georg. 135; Kuk. 68; Kara. 133) BUCAK

,-

ĞI

1. Kenar, köşe, yer: “Bunlardan sonra köşede, bucakta, kendi âleminde yaSaian Türkler vardı.”