• Sonuç bulunamadı

(II) 1. İnsan bedeninde göğüsle karın, sırtla kalçalar arasında daralmış bölüm: “Kolum, boynundan beline doğru kayıyor.” -Y. Z. Ortaç. 2. anat. Bu bölümün, sırtın altına rastlayan bölgesi: Bel ağrısı. 3. anat. Hayvanlarda omuz başı ile sağrı arası. 4. Dağ sırtlarında geçit veren çukur yer: “Çıksam yüksek bellere gün eylesem / Acep nazlı yâr duyar mı ola?” -Halk türküsü. 5. Geminin orta bölümü. 6. Bardak, şişe, vazo vb.nin ortasındaki dar bölüm.

(GTS)

Arn. bel-i (Diz.91; Bor.24; Mey.31; Lat.141; Kara.97) Boş. beluk (Škal.96)

Bul. bel (DTB.28; Mey.31; Diz.91; Kara.97) Srp. beluk, benluk (Škal.135; Diz.91; Kara.97) BELA

1. İçinden çıkılması güç, sakıncalı durum: Kumar, toplum için büyük bir beladır. 2. Büyük

zarar ve sıkıntıya yol açan olay veya kimse: “Hayatta dipdiri yanmak belasından da kurtulmuştum.” -Y. K. Beyatlı. 3. Hak edilen ceza: Allah belasını verdi.

(GTS)

Arn. bela-ja (Diz.91,92; Bor.24; Mik.25; Mey.31; Lat.141; Kara.98) Boş. belaj, belajisati, belajli, djuzbelajle (Škal.95)

Bul. bela, beljalia (DTB.29; Mik.25; Diz.92; Kara.98) Hrv. belaj (Es.25)

Mak. bela, belalija (Nas.34; Kara.98)

Rom. bela (Mik.25; Lok.194; Diz.92; Kara.98)

Srp. belaj, belajisati, belaisati, belajli, belaversun (Škal.134; Diz.92; Vuk.22; Kara.98) Yun. belas (Georg.93; Kuk.66; Gia.115; Mik.25; Diz.92; Kara.98)

BELEDİYE

1. İl, ilçe, kasaba, belde vb. yerleşim merkezlerinde temizlik, aydınlatma, su, toplu taşıma ve esnafın denetimi gibi kamu hizmetlerine bakan, başkanı ve üyeleri halk tarafından seçilen, tüzel kişiliği olan örgüt, şehremaneti. 2. Bu örgütün bulunduğu bina: “Daha belediyeyi dönmüş dönmemiştim ki beynimden vurulmuşa döndüm.” -T. Dursun K.

(GTS)

Arn. beledije-a, azatë e beledijes, çaush beledijet (Diz.92; Bor.24; Lat.141; Kara.98) Boş. beledija (Škal.96)

Bul. beledie (DTB.28; Gab.90; Diz.92; Kara.98) Hrv. beledija (Es.25)

Srp. beledija (Škal.134; Diz.92; Kara.98)

Yun. beledije (Kuk.66; Gia.115; Diz.92; Kara.98) BELGE

Bir gerçeğe tanıklık eden yazı, fotoğraf, resim, film vb. vesika, doküman: “Mahkemenin elinde bu iddiaları yalanlayacak bir belge yoktu.” -T. Buğra.

(GTS)

Boş. belegija (Škal.96)

Bul. beleg (DTB.28; Mik.28; Diz.92; Kara.99) Hrv. belegija (Es.25)

Mak. beleg (Nas.20; Kara.99)

Srp. belegija (Škal.134; Diz.92; Vuk.22; Mik.28; Kara.99) BELİ

Evet. (GTS)

Arn. beli, beli vallahi (Diz.93; Bor.24; Mik.25; Mey.32; Lat.141; Kara.99) Boş. beli, belivala, bezbeli (Škal.96)

Hrv. beli (Es.25)

Srp. beli, beli vala (Škal.135; Diz.93; Mik.25; Kara.99)

BELKİ

1. Olabilir ki, muhtemel olarak: “İşte en basit bir sebep. Belki sadeliğinden tuhaf geliyor insana.” -N. F. Kısakürek. 2. bağ. Olsa olsa, ya ... ya ..., ihtimal: “Belki bir sabah vakti, belki bir gece yarısı / Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz” -Z. O. Saba.

(GTS)

Arn. belqim, belqida, belda, bejta, bejqë (Diz.93; Bor.25; Mik.25; Mey.32; Kara.99) Boş. belćim, belkim, belći, belki (Škal.96)

Bul. belki, belkim (DTB.28; Gab.90; Mik.25; Mey.32; Diz.93; Kara.99) Hrv. belći, belćim, belkim (Es.25)

Mak. belkim (Nas.213; Kara.99)

Srp. belćim, belkim, belći, belki (Škal.134; Diz.93; Vuk.23; Mik.25; Kara.99) Yun. belkin, belkim (Georg.176; Kuk.66; Mik.25; Diz.93; Kara.99)

BELLİ

(II) 1. Bilinmedik bir yanı olmayan, malum: “Hâlimiz, vaktimiz sizce belli.” -H. R. Gürpınar. 2. Gizli olmayan, ortada olan, anlaşılan, bedihi, zahir, aşikâr: “Bu azade insanlarda her türlü adiliklerden uzak bir efendilik olduğu ne kadar da bellidir.” -A. H. Çelebi. 3. Belirli, muayyen: “Bu oyun çok kısa, belli bir temsil süresi doldurmuyor.” -A. Ağaoğlu.

(GTS)

Arn. beli (Diz.93; Bor.24; Mey.32; Lat.141; Kara.99) Boş. beli, belli (Škal.96)

Bul. belli (DTB.27; Diz.93; Kara.99) Hrv. beli (Es.25)

Mak. beli (Nas.217; Kara.99)

Srp. beli, belli (Škal.135; Diz.93; Kara.99)

Yun. belli (Georg.61; Kuk.65; Gia.89; Diz.93; Kara.99) BEN

(I) 1. Çoğu doğuştan, tende bulunan ufak, koyu renkli leke veya kabartı: “Dedim tane tane olmuş benlerin / Dedi zülfüm değdi tel yarasıdır” -Âşık Ömer. 2. En çok üzümde görülen olgunlaşma belirtisi. 3. hlk. Saçta, sakalda beliren beyazlık.

(III) 1. Teklik birinci kişiyi gösteren söz: “Bütün sevgileri atıp içimden / Varlığımı yalnız ona verdim ben” -A. K. Tecer. 2. a. ruh b. Kişiyi öbür varlıklardan ayıran bilinç. 3. a. fel. Bir kimsenin kişiliğini oluşturan temel öge, ego.

(GTS)

Boş. ben (Škal.97)

Bul. benka (DTB.29; Gab.91; Kara.100) Hrv. ben (Es.25)

Mak. ben, benka (Nas.86; Kara.100)

Rom. benliu, bengui (Mik.25; Lok.288; Kara.100) Srp. ben (Škal.136; Mik.25; Kara.100)

BENDE

Kul, köle: “Aynı zamanda, bu has ve vefakâr bendesine mim koymuştu.” -Y. K. Karaosmanoğlu.

(GTS)

Arn. bende-ja (Diz.94) Boş. bendati (Škal.97)

Bul. bende (DTB.29; Diz.94; Kara.100) Hrv. benta, bena (Es.25,26)

Srp. bendati (Škal.135; Diz.94; Kara.100) BENT

,-

1. Bağ, rabıt. 2. Kitaplarda kendi içinde bütünlük oluşturan bölüm. 3. Su biriktirmek için akan suyun önüne yapılan set, büğet: “Bentler, hakikaten Osmanlı medeniyeti eserlerinden örnek verecek heybetli tesislerden imiş.” -A. Rasim. 4. Gazete yazısı. 5. ed. Bir şiirdeki dörtlüklerin her biri, bağlam. 6. huk. Kanun maddesi.

(GTS)

Arn. bent (Diz.93; Lat.142) Boş. bent, bend (Škal.99)

Bul. bent (DTB.29; Gab.91; Mik.25; Diz.93; Kara.100) Hrv. benat, benta, bentu (Es.26)

Rom. bind (Mik.25; Diz.93; Kara.100)

Srp. bent, bend, benat, bentu, zabenditi (Škal.137; Diz.93; Vuk.23; Mik.25; Kara.100) Yun. benti (Kuk.66; Diz.93; Kara.100)

BENZEMEK

1. İki kişi veya nesne arasında birbirini andıracak kadar ortak nitelikler bulunmak, andırmak: “Ona göre işlemeyen, kurulmuş, bozulmuş bir saat hastalanmış bir insana benzerdi.” - A. H. Tanpınar. 2. Sanısını uyandırmak, gibi görünmek: “Bu zavallı çokça içmişe benziyor, gözleri buğulanmış, biraz da kaymış.” -M. Ş. Esendal.

(GTS)

Boş. benzeisati, benzejisati (Škal.99) Bul. benzetisvam (DTB.29; Kara.101)

BERABER

1. Birlikte, bir arada: “Hayata beraber başladığımız / Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir” -C. S. Tarancı. 2. -e rağmen, -e karşın: “O günkü birdirbirler, köşe kapmacalar, esir almacalar çocukça olmakla beraber herhâlde daha erkekçeydi.” -A. N. Asya. 3. sf. Aynı düzeyde: “Bina taş, merdiveni yok, toprakla beraber.” -A. Rasim.

(GTS)

Arn. barabar (Diz.67; Bor.21; Mik.25; Mey.26; Lat.142; Kara.101) Boş. barabar (Škal.77)

Bul. barabar, baraber (DTB.22; Gab.83; Mik.25; Diz.67; Kara.101) Hrv. barabar (Es.23)

Mak. barabar (Nas.35; Kara.101)

Srp. barabar (Škal.120; Diz.67; Bak.41; Vuk.16; Mik.25; Kara.101) BERAT

1. Bir buluştan, bir haktan yararlanmak için devletçe verilen belge, patent. 2. tar. Osmanlı Devleti'nde bir göreve atanan, aylık bağlanan, san, nişan veya ayrıcalık verilen kimseler için çıkarılan padişah buyruğu.

(GTS)

Arn. berat-i, nata e beratit (Diz.95; Bor.25; Mik.6; Mey.32; Kak.68; Kara.101) Boş. berat, beratlija, berat-spahiluci (Škal.99)

Bul. berat, beratlija, barat (DTB.29; Gab.91; Mik.26; Kak.68; Diz.95; Kara.101) Hrv. berat, beratlija (Es.26)

Mak. berat (Nas.34; Kara.101)

Rom. berat (Mik.26; Kak.68; Sai.17; Lok.226; Diz.95; Kara.101)

Srp. berat, beratlija, berat-spahiluk (Škal.137; Diz.95; Vuk.23; Mik.26; Kak.68; Kara.101) Yun. berat, barati, beratilis (Georg.68,148; Kuk.66; Mik.26; Diz.95; Kak.68; Kara.101) BERBAT

1. Kötü: “Eskisinden daha berbat, iyileşmek ne gezer.” -M. A. Ersoy. 2. Bozuk: “Yol berbat, toz toprak üstümüze savruluyor.” -S. M. Alus. 3. Çirkin, beğenilmeyen: “Sanatta politika ne kadar berbatsa politikada sanat da o kadar iğrenç olur.” -B. Felek. 4. Darmadağın, bakımsız, perişan, viran: “Berbat bir han odası.” -Y. Z. Ortaç.

(GTS)

Arn. berbat, beribat, berbatçi, berbatçeshë, berbatllëku (Diz.95; Bor.25; Lat.143; Kara.101) Boş. berbat, berabat, uberbatiti (Škal.100)

Bul. berbat, berbatlik (DTB.29; Gab.91; Diz.95; Kara.101) Mak. berbat (Nas.35; Kara.101)

Rom. berbant, berbantlik (Mik.26; Diz.95; Kara.101) Srp. berbat, berebat (Škal.138; Diz.95; Kara.101) Yun. berbatis, berbadiso (Kuk.66; Diz.95; Kara.101) BERBER

1. Saç ve sakalın kesilmesi, taranması ve yapılması işiyle uğraşan veya bunu meslek edinen kimse, erkek berberi, perukar. 2. Bu işin yapıldığı dükkân, erkek berberi, perukar:“Çarşıya yakın büyük caddedeki berberlerden birine gidecekti.” -Y. Atılgan.

Arn. berber-i, berberhane-ja (Diz.95, 96; Bor.25; Mik.26; Mey.32; Kak.69; Lat.144; Kara.102) Boş. berber, berberin, berbenica (Škal.100)

Bul. berber, berbenica, berberhana (DTB.29; Gab.91; Mik.26; Kak.69; Diz.96; Kara.102) Hrv. berber, berberbaša (Es.26)

Mak. berber, berbertnisa (Nas.38; Kara.102)

Rom. berber, berbelic (Mik.26; Kak.69; Sai.18; Lok.291; Diz.96; Kara.102)

Srp. berber, berberin, berbernica, berberiti, berberluk (Škal.138; Diz.96; Mik.26; Kak.69; Vuk.23; Kara.102)

Yun. berberis, berberaki (Kuk.62; Mik.26; Diz.96; Kak.69; Kara.102) BEREKET

1. Bolluk, gürlük, ongunluk, feyiz, feyezan: “Çocuk gönlüm kaygılardan azade / Yüzlerde nur, ekinlerde bereket” -O. V. Kanık. 2. hlk. Yağmur: Bereket yağıyor. 3. zf. İyi ki, neyse ki, iyi bir rastlantı sonucunda: “Bereket, o sıralarda henüz bu sözü bilmiyordum.” -E. Bener.

(GTS)

Arn. bereqet-i, bereqetli, tokë bereqetlije (Diz.96,97; Bor.25; Mik.26; Mey.33; Lat.143; Kara.102) Boş. bereket, bereketli, bereketsuz, berekatverisi, bereketsuzluk (Škal.100)

Bul. bereket, bereketlija (DTB.30; Gab.92; Mik.26; Diz.97; Lok.220; Kara.102) Hrv. bereket (Es.26)

Mak. beriket, beriketlija (Nas.21; Kara.102)

Rom. berechet, berechetliu (Mik.26; Lok.222; Diz.97; Kara.102)

Srp. bereket, berekatverisi, bereketli, berekatversun, bericet, beričet, berićetan, berećet (Škal.138; Diz.97; Vuk.23; Mik.26; Lok.222; Kara.102)

Yun. bereketi, bereketia, bereketlis (Georg.187; Kuk.66; Gia.116; Mik.26; Diz.97; Kara.102) BESLEMEK

1. Yiyecek ve içeceğini sağlamak: “Okulun artıklarıyla otuz kişiden fazla insan besliyorduk.” - H. E. Adıvar. 2. Yedirmek: “Pembe ekmekler kızartacak, üstlerine tereyağı, reçel, havyar sürecek, onu eliyle besleyecekti.” -H. E. Adıvar. 3. Semirtmek. 4. Eklemek, katmak, çoğaltmak: “Ateş zayıfladıkça besliyor, ateşe gömdükleri mısırlar piştikçe misafirin eline tutuşturuyorlardı.” -N. Cumalı. 5. Bir şeyi korumak veya sağlamca durmasını sağlamak için çevresini veya altını desteklemek, doldurmak, pekiştirmek: “Bacaklarımızın altını iki sabun çuvalı ve atların yem torbalarıyla besleyerek sırtüstü yattık.” -R. N. Güntekin. 6. Yetiştirmek: “Herkes kanarya, kedi, köpek beslemez ya!” -H. Taner. 7. mec. Bir duyguyu gönülde yaşatmak: “Uzun müddetten beri şiddetle beslediği bir histi.” -Y. K. Beyatlı. 8. mec. Maddi yardım yapmak, desteklemek.

(GTS)

Arn. besledisem, beshletisem, peshletisem (Diz.98; Bor.25; Kara.103) Boş. besleisati, beslejisati (Škal.101)

Bul. besledisvam (DTB.30; Diz.98; Kara.103) Hrv. beslema (Es.26)

Srp. besleisati, beslejisati (Škal.139; Diz.98; Mik.26; Kara.103)

Yun. besledizo, pesledizo (Kuk.66; Gia.117; Mik.26; Diz.98; Kara.103) BESLEME

1. Beslemek işi: “Gerçekten tenimiz kendisini beslemeye mecbur olduğumuz için binlerce güçlüklere sebep olur.” -N. F. Kısakürek. 2. Evlatlık olarak alınarak ev işlerinde çalıştırılan kız, besleme kız, beslemelik, beslek: “Evin içinde yaşlı bir kalfa ve bir besleme ile kalmıştı.” -S. M.

Alus. 3. sf. Herhangi bir kuruluşu, onun maddi yardımları dolayısıyla körü körüne destekleyen: Besleme gazete. 4. fiz. Akım voltajı.

(GTS)

Boş. beslema (Škal.101)

Bul. besleme (DTB.30; Kara.103) Hrv. besleme (Es.26)

Srp. beslema (Škal.139; Kara.103)

Yun. beslemes (Georg.41; Kuk.67; Gia.117; Kara.103) BEŞ

1. Dörtten sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 5 ve V rakamlarının adı. 3. sf. Dörtten bir artık. 4. esk. İlkokul: “Biz okumadık. Beşi bitirdik; gazete, mektup okumasını söküp meramımızı anlatacak kadar...” -T. Dursun K.

(GTS)

Arn. beshllëk-u, beshdort, beshdarah (Diz.98; Bor.25; Mik.26; Mey.33; Kara.104) Boş. beš, bešdort, bešlija, bešluk, bešvekat (Škal.102)

Bul. bešlik, bešbir, šešbeš (DTB.30,294; Gab.93; Mik.26; Diz.98; Kara.103) Hrv. bešlija, bešluk (Es.26)

Mak. beš, bešlik, bešlak (Nas.75; Kara.104)

Rom. bešliu, bešlik (Kak.70; Sai.48; Diz.98; Kara.103) Srp. bešlija, bešluk (Škal.139,140; Diz.98; Kak.70; Kara.103) Yun. besiliki, beziliki (Georg.249; Kuk.65,67; Diz.98; Kara.103) BEŞİK

,-

Ğİ

1. Bebekleri yatırmaya ve sallayarak uyutmaya yarayan, tahta veya demirden yapılmış sallanır bir çeşit küçük karyola: “Ayaklarının ucuna basarak beşiğin yanına geldi.” -H. E. Adıvar. 2. Ambalajlanacak malın biçimine uygun olarak alta konulan parça veya parçaların tümü. 3. mec. Bir şeyin doğup geliştiği yer: “Sırbistan'ın beşiği ve kaynağı burasıdır.” -F. R. Atay. 4. sp. Yüzüstü yatışta, geriye bükülü ayak bileklerini ellerle kavrayarak karın üzerinde baş ve ayak yönünde sallanma.

(GTS)

Boş. bešika (Škal.102)

Bul. bešik (DTB.30; Mik.26; Lok.234; Kara.104) Hrv. bešika (Es.26)

Mak. bešika (Nas.207; Kara.104)

Srp. bešika, besa (Škal.139; Mik.26; Lok.294; Kara.104) Yun. besiki (Kuk.67; Kara.104)

BET

1. (GTS)

Arn. bet, më vjen bet, lopë bet (Diz.98,99; Bor.25; Kara.104) Boş. bet, bed (Škal.103)

Bul. bet (DTB.30; Diz.99; Kara.104) Hrv. bet (Es.26)

BETER

Daha kötü, çok kötü: “Çöller, Yemen ellerinden beter imiş.” -A. Gündüz. (GTS)

Arn. beter, betere (Diz.99; Bor.25; Kara.104) Boş. beter, beterun (Škal.103)

Bul. beter (DTB.30; Gab.92; Mik.23; Diz.99; Kara.104) Hrv. beter (Es.26)

Mak. beter (Nas.35; Kara.104)

Srp. beter, dabiter (Škal.140; Diz.99; Mik.23; Kara.104) BEY

(I) 1. Erkek adlarından sonra kullanılan saygı sözü: “Eniştem Neyyir Bey'i kimin vurduğunu ben biliyorum.” -R. N. Güntekin. 2. Erkek özel adları yerine kullanılan bir söz: Bir bey sizi aradı. 3. Eş, koca: “İki yol var önünde: ya beyinin dilini öğrenirsin, ya beyin senin dilini.” -T. Dursun K. 4. İskambil kâğıtlarında birli, as: “Gerçekten de doktora bir bey ile iki yedili gelmişti.” -T. Buğra. 5. Erkek sıfatlarının hemen arkasına eklenir: Doktor bey. Damat bey. 6. Aşığın çukur yüzünün arkasındaki yumru bölge. 7. tar. Küçük bir toplumun veya küçük bir devletin başkanı: Karaman beyi. Menteşe beyi. 8. ask. Komutan: Alay beyi. Uç beyi. 9. esk. Zengin, ileri gelen kimse, bay (I).

(GTS)

Arn. bej, beu, bejlerë, begu, begi, bejlerçinë, bejlereshë (Diz.86, 87; Bor.24; Mik.24; Mey.31; Kak.63; Lat.138; Kara.105)

Boş. beg, alajbeg, begefendija, begćehaja, begana, beglerbeg, beglerbeglug, begija, beglug, begovac, begovica, begovina beglučkinja, begzada (Škal.89)

Bul. beg, bej, beglik, bejlik, begovika (DTB.27; Gab.88; Mik.24; Lok.282; Kak.64; Diz.87; Kara.105)

Hrv. beg (Es.25)

Mak. beg, begovina, beglik, beglerbeg (Nas.20, 31; Kara.105)

Rom. beiu, beilic, beiliciu (Kak.65; Sai.43; Lok.282; Diz.87; Wendt.89; Kara.105)

Srp. beg, beg-ćehaja, begefendija, beglerbeg, beglerbegluk, beginja, begov, begovac, begovica, begovina (Škal.129, 130; Diz.87; Vuk.20; Mik.24; Kak.65; Lok.282; Kara.105)

Yun. beis, begis, beiliki (Georg.136, 141; Kuk.65; Gia.115; Mik.24; Kak.65; Diz.87; Kara.105) BEYAN

1. Bildirme. 2. ed. Bir eserde, düşüncelerin, duyguların, hayallerin doğuş ve değerlerini, bunların anlatımında tutulacak yolları konu edinen bir edebiyat bilgisi dalı.

(GTS)

Arn. bejan, me qitë në bejan, me dalë në bejan (Diz.87) Boş. bejan, bejanile (Škal.93)

Bul. bejan (DTB.30; Diz.87; Kara.106) Hrv. bejan (Es.25)

Mak. bejaname (Nas.83; Kara.106)

Srp. bejan, bean (Škal.132; Diz.87; Kara.106) BEYAZ

1. Ak, kara, siyah karşıtı. 2. sf. Bu renkte olan: “Ellerini, omuzlarını silkeledikten sonra cebinden çekip aldığı beyaz mendile sildi.” -L. Tekin. 3. Beyaz ırktan olan kimse:“Agni'nin iki kızı

var, biri beyaz, biri siyah.” -H. R. Gürpınar. 4. Baskıda normal karalıkta görünen harf çeşidi. 5. Beyaz zehir.

(GTS)

Arn. bejaze-ja (Diz.87)

Boş. bejaz, beaz, behaz, bejazi (Škal.93)

Srp. bejaz, bejas, beaz, bahas (Škal.132; Diz.87; Kara.106) Yun. bigazlandi (Georg.90; Kara.106)

BEYGİR

1. At. 2. Sadece yük taşımakta veya araba çekmekte kullanılan at. 3. sp. Atlama beygiri. (GTS)

Boş. bejgir, bengir (Škal.94)

Rom. beighir (Mik.12; Lok.244; Kara.106) Srp. bejgir, bengir (Škal.133; Kara.106) Yun. begiri (Georg.21; Kuk.65; Kara.106) BEYHUDE

1. Yararsız, anlamsız: “Beyhude münakaşalar olacağını anladı.” -P. Safa.

2. zf. Boşuna: “Beyhude kendini öldürteceksin.” -R. N. Güntekin. (GTS)

Boş. bevut (Škal.103)

Bul. bejhutin (DTB.28; Kara.106) Hrv. bevut (Es.26)

Srp. bevut (Škal.140; Mik.27; Kara.106) BEYİT

,-

YTİ

1. Anlam bakımından birbirine bağlı iki dizeden oluşmuş şiir parçası: “Bazen bir beyit üzerinde günlerce uğraştığı olurdu.” -A. Kabaklı. 2. esk. Ev.

(GTS)

Arn. bejte-ja, bejtë, bejtar, bejtareshë, bejtaxhiu (Diz.89,90; Bor.24; Mik.31; Kak.70; Lat.140; Kara.106)

Boş. bejtul-mal (Škal.94) Hrv. bejt-ul-mal (Es.25)

Srp. bejtul-mal (Škal.133; Diz.90; Kak.71; Kara.106) Yun. begit (Kuk.65; Kak.70; Diz.90; Kara.106) BEYLİK

,-

Ğİ

1. Bey olma durumu. 2. Bir çeşit küçük ve ince asker battaniyesi. 3. sf. Devletle ilgili, devlete özgü olan, devlet malı olan, mirî. 4. sf. Herkesin kullandığı, herkesin bildiği:“Çaresiz yine güneyde beylik bir tatil köyüne gideceğiz.” -H. Taner. 5. sf. Basmakalıp: “Aramızdaki konuşmalar, beylik konuşmalar sınırını aşmamıştı.” -Y. K. Karaosmanoğlu. 6.mec. Rahat yaşama. 7. tar. Merkeze tam bağlı olmayarak bir beyin yönetimi altındaki ülke, emîrlik, emaret, mirlik: “Sonunda bütün bu

beylikler Osmanlı İmparatorluğu'nun bayrağı altında toplandı.” -C. Uçuk.

8. esk. Hükûmet: Beylikten alacaklı olmak. (GTS)

Boş. begluk (Škal.90) Bul. beleg (Diz.89) Hrv. begluk (Es.25)

Srp. begluk (Škal.130; Diz.89) BEZ

(I) 1. Pamuk veya keten ipliğinden yapılan dokuma, çaput: “Arkamıza kefenimsi bezler geçirip kuşakla bağladılar.” -F. R. Atay. 2. Pamuktan, düz dokuma: Amerikan bezi. Kaput bezi. 3. Herhangi bir cins kumaş: Çadır bezi. Yelken bezi. 4. Herhangi bir iş için kullanılan dokuma. 5. sf. Kumaş veya dokumadan yapılmış: “Botlarımı çıkartırken yatağın altında Mine'nin bez terliklerini görüyorum.” -A. Ümit.

(GTS)

Arn. beze, sofrabe, namazbez (Diz.100; Bor.25; Mik.27; Mey.34; Lat.143; Kara.107) Boş. bez, bezli (Škal.103)

Hrv. bez (Es.26)

Mak. bezçija (Nas.73; Kara.107)

Rom. bazea, basea (Lok.280; Diz.100; Kara.107)

Srp. bez, bezli, bez-melez, bezšarka (Škal.140,141; Diz.100; Kara.107) BEZİR

,-

ZRİ

1. Keten tohumu. 2. Bezir yağı. (GTS)

Arn. bezer (Diz.100)

Bul. bezir (DTB.27; Gab.89; Diz.100; Kara.107) Rom. bizire (Lok.295; Kara.107)

Yun. beziri (Kuk.65; Diz.100; Kara.107) BEZİRGÂN

1. Tüccar. 2. Alışverişte çok kâr amacı güden kimse: “O hiç oralı olmaz ve bütün bezirgânlar gibi hâlinden yakınır.” -S. Birsel. 3. Yahudi. 4. mec. Mesleğini sadece kazanç için kullanan kimse.

(GTS)

Arn. bazërgjan-i, bazërjan, bazërjanllëk-u (Diz.79; Bor.23, 26; Mik.23; Mey.29; Kak.63; Kara.108)

Boş. bazerdjan, bazrdjan (Škal.85)

Bul.bazergjan, bazerganlik (DTB.19; Gab.76; Mik.22; Diz.79; Kak.63; Kara.108) Hrv. bazrdan (Es.24)

Mak. bazdrigan, bazirgan (Nas.35; Kara.108)

Rom. bazarghian (Mik.23; Kak.63; Sai.16; Diz.79; Kara.108)

Srp.bazdrdan, bazerdan, bazardan, bazerdijanbaša, bazidanbaša, bazardanbaša, bazerdanluk, bazardanluk, bazrdanluk (Škal.126; Diz.79; Kak.63; Kara.108)

Yun. bezergenis (Georg.87; Kuk.65; Gia.116; Kak.63; Diz.79; Kara.108) BIÇAK

,-

ĞI

1. Bir sap ve çelik bölümden oluşan kesici araç: “Bıçağı sürte sürte ipin uzunca bir parçasını kesti.” -Y. Atılgan. 2. Çeşitli kesme işlerinde kullanılan keskin ağızlı araç: Basımevi bıçağı.

Arn. biçak-u, biçeqe, byçeqe (Diz.101; Bor.26; Mey.35; Kak.72; Lat.144; Kara.108) Boş. bičak, bičaklija (Škal.104,105)

Bul. biçak, biçaklija (DTB.33; Mik.27; Diz.101; Kara.108) Hrv. bičakčija (Es.27)

Mak. biçak, biçakçija (Nas.73; Kara.108)

Rom. briçag, briceag (Mik.27; Diz.101; Kara.108)

Srp. bičak, bičakčija (Škal.141; Diz.101; Kak.71; Kara.108) Yun. biçazis (Georg.245; Gia.119; Mik.27; Diz.101; Kara.108) BIKÇI

Testere. (GTS)

Arn. byshki-ja (Diz.133; Bor.30; Kara.109) Boş. bičkija (Škal.105)

Bul. bičkija (DTB.33; Gab.98; Mik.27; Diz.133; Lok.377; Kara.109) Hrv. bičkija (Es.27)

Mak. bičkija, bičkicija (Nas.74; Kara.109)

Rom. beschigiu, beschie (Mik.27; Diz.133; Kara.109)

Srp. bičkija (Škal.141; Diz.133; Bak.58; Vuk.29; Mik.27; Lok.377; Kara.109) BIKMAK

,-

AR

1. Tekrarlanması, sürüp gitmesi yüzünden bir şeyden doygunluk veya yorgunluk duyarak onu istemez duruma gelmek, usanmak. 2. mec. Dayanamaz duruma gelmek.

(GTS)

Arn. biktisem (Diz.103; Bor.26; Kara.109) Boş. buktisati (Škal.119)

Bul. biktisam, biktisvam (DTB.21; Diz.103; Kara.109) Srp. buktisati (Škal.153; Diz.103; Kara.109)

Yun. buhtizo (Georg.52; Kuk.70; Gia.131; Diz.103; Kara.109) BIRAKMAK

1. Elde bulunan bir şeyi tutmaz olmak. 2. (nsz) Koymak: “Mermer masaya bir yirmi beşlik bıraktı.” -T. Buğra. 3. Bir işi başka bir zamana ertelemek: Gezmeyi haftaya bıraktık. 4. Unutmak: Acaba eldivenlerimi nerede bıraktım? 5. Bulunduğu yeri veya durumu değiştirmemek. 6. Saklamak, artırmak: Paranın bir kısmını bırakırsan rahat edersin.7. Bir işin sorumluluğunu, yükümlülüğünü başkasına vermek, görevlendirmek: “Cemal Paşa'da anlamadığı işi ehline bırakmak meziyeti vardı.” -F. R. Atay. 8. (nsz) Engel olmamak: “Bırak, burasını benim defterimden okuyayım.” -Ö. Seyfettin. 9. Sarkıtmak: Saçlarını omzuna bırakmış. 10. (nsz) Ölen, ayrılan birinden iş, kişi, nesne vb. şeyler kalmak: “Hayata gözlerini kaparken ardında yedi yaşında bir oğul, on iki yaşında bir kız bırakıyordu.” -C. Uçuk. 11. Bir alışkanlıktan veya bir işten vazgeçmek: “Gerçekten sigarayı bıraktı, bıraktı ama huzuru da sükûnu da kalmadı.” -H. E. Adıvar. 12. (nsz) Uğraşmaz olmak, artık uğraşmamak: “Bu yazarın bir de Fransızca kitabını almıştım ama sıkılmış bırakıvermiştim.” -R. H. Karay. 13. (nsz) Bıyık veya sakal uzatmak. 14. (nsz) Özgürlük vermek, hürriyetine kavuşmasını sağlamak: “Bıraksam acaba beyaz bir çift güvercin gibi uçarlar mı?” -R. H. Karay. 15. Boşamak: “Bıraktıkları zevcelerini yine canları isterse tekrar alabilirler.” -Ö. Seyfettin. 16. Kötü bir durumda terk etmek. 17. Ayrılmak, terk etmek: “Mahalle arasındaki küçük dükkânını bırakarak karısını, şehrin başka bir tarafında bir eve yerleştirdi.” -P. Safa. 18. Sınıf geçirmemek, döndürmek:Öğretmen üç tembel çocuğu bıraktı. 19. (-

e) Bir pazarlıkta, belli bir fiyata vermeyi kabul etmek: “Başkalarına on ikiye veriyoruz ama sana onar kuruştan bırakayım.” -M. Ş. Esendal. 20. (-i, -e) Bakılmak, korunmak için vermek: Eşyamı size bırakacağım. 21. (nsz) Yanına almamak, yanında götürmemek: “Telgrafhanede bir zabit bırakarak işinin başına gitmesini rica ettim.” -Atatürk. 22. (-i, -e) Sahiplik hakkını başkasına vermek: Bizim komşu bütün malını Kızılay'a bırakmış. 23. (nsz) Yapışık olan bir şey yapışıklıktan kurtulmak. 24. (nsz) Bulunduğu veya dokunduğu yerde bir şey oluşturmak, meydana getirmek: İz bırakmak. Leke bırakmak.

(GTS)

Arn. braktis, braktisja (Diz.116, 117; Bor.29; Mik.27; Mey.44; Kara.109) Boş. brak (Škal.115)

Bul. brak, brakma (DTB.37; Gab.106; Mik.27; Diz.116; Kara.109) Mak. brak (Nas.112; Kara.109)

Srp. brak (Škal.150; Diz.116; Mik.27; Kara.109) BİBER

1. Patlıcangillerden, yurdumuzda çok yetişen ve çeşitli türleri bulunan bir bitki (Capsicum annuum): Türk biberi, Hint biberi, Macar biberi. 2. Bu bitkinin tazeyken sebze olarak yenilen ürünü. 3. Bu bitkinin kurutulup baharat olarak yararlanılan ürünü.

(GTS)

Arn. byber-i, biber, piper, arnavut biberi (Diz.127; Bor.26; Mik.27; Mey.35; Kak.72; Lat.145; Kara.110)

Boş. biber, pobiberiti, zabiberiti, biberli (Škal.104) Bul. biber (DTB.30; Mik.27; Diz.127; Kara.110) Rom. piper (Mik.27; Diz.127; Kara.110)

Srp. biber, biberli, bibernjača, biberiti, zabiberiti (Škal.141; Diz.127; Vuk.171; Mik.27; Kak.72; Kara.110)

BİÇMEK

,-

ER

1. Belli bir biçim vererek kesmek: Tahta biçmek. 2. Dikilecek kumaşı belli bir ölçüye ve modele uygun olarak makasla kesmek: “Entari biçmek istiyorum. Prova yapmak istiyorum. Makine öğrenmek istiyorum.” -A. Kutlu. 3. Ekin, ot vb.ni orakla, tırpanla, makine ile kesmek. 4. mec. Yaylım ateşiyle öldürmek. 5. mec. Değer, paha, fiyat belirlemek. 6. mec. Tahmin etmek, kestirmek: “Her denizci gibi onun da yol yol kırışmış yüzüne bir yaş biçmek zordu.” -A. Erhat.

(GTS)

Bul. biça (DTB.33; Kara.110) Mak. biçi (Nas.74; Kara. 110) Yun. biçdizo (Georg.80; Kara.110) BİÇİM

(I) Biçme işi: “Ekim biçim işlerini tamamıyla kadınlara bırakmışlardı.” -Ö. Seyfettin.

(II) 1. Bir nesnenin dış çizgileri bakımından niteliği, dıştan görünüşü, şekil, eşkal: “İtalya elçiliği bugüne değin ilk biçimini korumuştur.” -S. Birsel. 2. Yakışık alan şekil, uygun şekil: “Söylediklerimden çok, söyleyiş biçimi etkili oluyor kalabalığın üstünde.” -A. İlhan. 3. Herhangi bir şeyin benzeri. 4. Sanat ve edebiyat eserlerinde dış görünüş, form. 5. Tarz:“İngiliz biçimi ceketler, sıcak iklimler için yapılmış kısa pantolonlar.” -F. R. Atay. 6. bl. Yazı ve simgelerin bilgisayarda kullanılmaya elverişli çerçevesi, düzeni, format. 7. bl.Disket vb.nin bilgisayarda kullanılabilir durumu. 8. ed. Şiirlerin kuruluş ve uyak düzenlerine göre olan dış görünüşü, şekil: Gazel, mesnevi, rubai, sone birer şiir biçimidir.

(GTS)

Arn. biçim-i (Diz.101; Bor.26; Lat.144; Kara.111) Boş. bičum, bičumli (Škal.105)

Bul. bičim (Diz.101)

Mak. biçim (Nas.160; Kara.111)

Srp. bičum (Škal.141; Diz.101; Kara.111)

Yun. biçimi (Georg.47; Kuk.64; Gia.120; Kara.111) BİDAT

,-

1. İslam dininde Hz. Muhammed zamanından sonra ortaya çıkan değişik yargılar ve ilkeler. 2. Sonradan türeyen şey.

(GTS)

Arn. bidat-i (Diz.101,102; Bor.76; Kara.111) Boş. bid’at (Škal.105)

Bul. bidat (Gab.94; Diz.101; Kara.111)

Srp. bid’at, bidat, bidaht (Škal.141; Diz.101; Mik.27; Kara.111) BİLE

1. Da, de, dahi: “Dayak yemedim, azar bile işitmedim.” -A. Kutlu. 2. zf. esk. Birlikte: “Yarın olsun, hayrı bile gelsin.” -O. Kemal. 3. zf. Üstelik: “Türkü çağırmak şöyle dursun, konuşamıyorduk bile.” -A. Erhat.

(GTS)

Arn. bile, bilez (Diz.103; Bor.26; Mey.36; Lat.145; Kara.112) Boş. bile (Škal.106)

Bul. bile (DTB.31; Mik.27; Diz.103; Kara.112) Hrv. bilesi (Es.27)

Mak. bile (Nas.231; Kara.112)

Srp. bile, bilesi (Škal.143; Diz.103; Mik.27; Kara.112) Yun. bile (Georg.163; Kuk.67; Diz.103; Kara.112) BİLEĞİ TAŞI

Bıçak, çakı, makas vb. kesici araçları bilemekte kullanılan ince taneli sarı şist. (GTS)

Boş. belegija (Škal.96)

Bul. bilegija (DTB.31; Mik.27; Kara.112) Mak. bilgija (Nas.74; Kara.112)

Srp. belegija (Škal.134; Mik.27; Kara.112) BİLEK

,-

Ğİ

1. Elle kolun, ayakla bacağın birleştiği bölüm: “Kadın, ağır takılarla yüklü sol bileğini yeşil abajurun altına doğru uzatmış.” -A. Ağaoğlu. 2. mec. Güç, kuvvet.

(GTS)

Arn. bilek-u (Diz.103; Bor.26; Kara.112) Bul. bilek (DTB.28; Diz.103; Kara.112)

BİLEZİK

,-

Ğİ

1. Genellikle altın, gümüş vb. elementlerden yapılan ve bileğe süs için takılan halka: “Ocağın yanına bir tabure çekip bileziklerini şıngırdata şıngırdata çorbayı karıştırmaya devam etti.” -E. Şafak. 2. İki borunun ucunu birleştirmeye yarayan halkaya benzer parça: “Sonra ayağını yandaki su borusunun bileziğine koydu.” -Ç. Altan. 3. Motor pistonlarına, yağlama, soğutma, özellikle sızıntıyı önleme vb. amaçlarla yerleştirilmiş, genel olarak dökme demirden yapılmış, uçları açık ve esnek halka. 4. Mobilyaların ayak altlarına takılan kare, dikdörtgen, silindir, kesik koni vb. şekilli, pirinç veya nikel kaplı demirden yapılmış, iki ucu delik gereç. 5. argo Kelepçe.

(GTS)

Arn. bylezik, byzylyk-u, belezik (Diz.128, 129, 130; Bor.24; Mik.27; Mey.32; Lat.158; Kara.112) Boş. belenzuka, belenzuke, belenzici (Škal.96)

Bul. bilezik (Gab.90; Mik.27; Lok.306; Diz.130; Kara.112) Hrv. belenzuka, belezik (Es.25)

Mak. bezelik (Nas.198; Kara.112)

Rom. belezic (Mik.27; Lok.306; Diz.130; Kara.112)

Srp. belenzuka, belenzuke, belenzuci, belezik, belendjuk (Škal.134; Diz.130; Vuk.22; Mik.27; Lok.306; Kara.112)

Yun. biletziki, beledzikia (Georg.61; Gia.115; Diz.130; Kara.112) BİLGİ

1. İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat. 2. Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf: “Babası, önce ona, Mazlume ve ailesi hakkında birçok bilgi vermişti.” -H. E. Adıvar. 3. İnsan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat, vukuf. 4. fel. Genel olarak ve ilk sezi durumunda zihnin kavradığı