• Sonuç bulunamadı

Burada yazar tarafından boşluk bırakılmıştır (A.N.).

TİMURUN HAYALİ KARŞISINDA KARİLERE

9 Burada yazar tarafından boşluk bırakılmıştır (A.N.).

156 GÖZDE GÜNGÖR Semerkand, Celalettin’in meçhulü değildi. Efrasiyab tarafından payitaht ittihaz edilen, sonra İskender’in fütühatı tarihinde Marakanda namıyla yad olunan ve en büyük şöhret şaşaasını Timur ve haleflerine medyun olan Türkistan’ın bu büyük medinesini genç fazıl pek iyi bilirdi. Celalettin, coğrafya ve tarih kitaplarında Semerkand’a dair birçok malumata tesadüf etmiş ve okuduğu birkaç Türkistan seyahatnamesinde de bu şehrin sima ve hayatını yakından tanımıştı. Fakat şimdiye kadar hiç bir yerde Semer- kand definelerinden bahsedildiğini görmemiş ve duymamıştı.

Semerkand defineleri! Kuvvetli bir projektörün ziyası karanlığa nasıl nüfuz ederse bu iki kelime de Celalettin’in zihnine o suretle girdi. Öğrenmek, muttali olmak hırsı ve (?) verdiği asabi bir tehalükle derhal Semerkand Defaini vasfındaki ba- bı okumaya başladı.

Bu kitap ekseri İran müverrihlerinin telifleri gibi birtakım hayret verici hariku- lade vakalar, muhayyileyi müheyyiç eden rivayetler ve parlak masallarla dolu idi. Tarihîşü’ûnun nakil ve ifadesini beş satır ötede ancak bir şair tarafından ibda olunabilen süslü, müzehhep efsaneler takip ediyordu. Fakat müellifin hikâye ve ifadede gösterdiği harikulade iktidar vukuu, ihtimalden en ziyade baid olan maceralara bile müessir ve canlı bir mahiyet izafe etmişti.

Celalettin şimdi bu hayâl-âmiz sayfaları, meselâ Momsen [Theodor Mommsen]in Roma Tarihi gibi her satırı reddi imkânsız bir vesikaya müstenit ve baştan ayağı vaki şeylerin sahih ve sadık bir ifadesinden ibaret olan bir kitabın ilham ettiği emniyetle okuyordu. Bu itimat hissi gayet şiddetli bir merak ile müterafık idi.

İran müellifi, gençliğinde pek büyük bir nüfuz ve hakimiyete malik değilken sonra bütün Asya’ya hükümran olan en büyük cihangirler zümresine iltihak eden Timur’dan bahsediyor, onun ilk zamanlarında duçar olduğu müşkülatı üzerine uzadıya anlatıyordu. Timur, ilk muvaffakıyetlerini, kendisini büyük muhataralara ilka ederek kazanmıştı. Düşmanları ile çarpışmak için ilk defa olarak Semerkand’dan dışarı çıktığı zaman maiyeti altmış kişiden ibaret idi. Biraz sonra yirmi kişi ile dağa çıktığı zaman hasmının bin kişilik kuvvetine rast gelmiş idi. Üç dört sene bu tarzda muharebe eden Timur, birçok buhranlı dakikalar geçirmişti. Hatta bir kere haydutların eline düşmüş, bir kere de esir olmuştu. Timur’un topallığı bile bu ilk gençlik senelerinin yadigarı idi. Filhakika Sistan hakimi ile muharebesinde Timur pek müşkül bir vaziyette kalmış ve kolundan ve bacağından vurulmuştu...

İşte tabir-i kadimi ile iptidai neşetinde bu kadar müşkülata maruz kalan Timur, biraz sonra bütün Türkistan’a hakim olmuştu. Bu harikulade tealinin sırrı ne idi?

İranlı müellif, Timur’un hayatını bu noktaya kadar oldukça tarihe muvafık bir tarzda tefsir ettiği halde Timur’un her dakika hayatı tehlikeye maruz bir ser-gerdelikten muhteşem bir saltanat erikesine irtifasını izah için makul ve mantıki sebepler değil müzehhep bir efsane irat ediyor idi.

Kitapta Şark tarihnüvislerine mahsus ıtnap ile tasvir edilen bu efsane hakikaten hayali tehyiç edecek bir mahiyette idi. Müellifin ifadesine göre; Timur bütün nüfuz ve saltanatı, bir gün kırlarda rast geldiği bir dervişin irşadı sayesinde kazanmış idi. Bu derviş, cihangirâne arzuları akim kalmasından mütevellit hummalı bir yeis içinde kalan Timur’u yolu üstünde durdurmuş ve ona mühim bir ibare ile talih ve istikbalinin Semerkand’da “Kale-i Efrasiyab” dedikleri yerde toprak altında meknûz olduğunu haber vermiş ve gözden nihan olmuştu. Timur böyle bir hidayete nail olduğu için Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena ederek derhal iki rekat namaz kılmış ve daima kendisiyle beraber bulunan beyaz ata binerek Semerkand’a koşmuş idi. “Kale-i Efrasiyab” sahasında daha ertesi gece yeri kazmaya başlayan genç Timur Bey, sabah ezanı okunurken bir hazine bulmuş ve dervişin sözlerindeki nükteyi anlamış idi.

İşte, İranlı müellifin kavline göre Timur’un sırr-ı muzafferiyeti bundan ibaret idi. Semerkand emiri harikulade zekasına “Kale-i Efrasiyab”ın tükenmez hazinesini ilave edince önündeki bütün müşkülat erimiş, bütün mani ortadan kalkmış ve bütün kapılar açılmıştı...

Evvelce hassasiyetleştirilen bir fotoğraf plağı, güneşli bir manzaradan derin bir surette müteessir olursa, Celalettin’in tecessüs ve teheyyüçle meşbu olan dimağı da “Kale-i Efrasiyab” efsanesini okuyunca o kadar şiddetli bir surette sarsıldı. İranlı müellifin her cümlesi hafızasında zeval bulmaz bir intiba bıraktı.

Şimdi Celâlettin, hayali önünde birdenbire bazı aşina çehrelerin ve bazı meşhudatın o ana kadar haiz olmadıkları bir vuzuh ve sarahatle canlandığını görüyordu: İhtiyar dostu asar-ı âtika alimi Ravlenson, Truva’yı keşfeden Şiliman, bir sonbahar günü müzeyi ziyaret, “Servet-i Hümayun” namındaki defineyi bulan Delagran ve nihayet bu “Kale-i Efrasiyab” efsanesi...

Bütün bunlar şimdi Celalettin’in zihninde, halkaları birbirine sımsıkı merbut bir zincir gibi bir silsile teşkil ediyordu.

“Evlâdım hala çalışıyor musun?”

Eğer yatmadan evvel görmek için gelen validesinin bu müşfik hitabı, kendisini tahlillerinden uzaklaştırmasa idi Celalettin, ihtimal ki daha saatlerce Kale-i Efrasiyab efsanesini düşünüp duracaktı. Biraz validesinin ihtarına riayet için, biraz da yorgun olduğu için kütüphanesini terk ile yatağına girdiği zaman horozlar ötmeye başlamıştı... Bununla beraber yine derhal uyumak kabil olmadı. Şimdi İranlı tarihnüvisin Timur hakkında hikâye ettiği şeyler arasında bir ufak fıkra Celalettin’in dimağına adeta musallat oluyor ve uykuyu kovuyordu...

Genç mütefekkir, müellifin ibaresini ezberden okumaya çalışıyordu:

“Vakta ki Timur hazineye zaferyab oldu, Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena edip onu almak için kıyam ettiğinde nagehan duvar yarılıp bir huri-misal ve likası nurani duh-

158 GÖZDE GÜNGÖR ter zuhur edip suhene ağaz ile dedi ki: Bu bir hazinedir ki ondan her devirde teyid-i Rabbaniye mazhar olan rüesa müstefit olurlar. Ey Timur, Ey civanmert emir, senin de maksatların nezd-i Kibriyada makbul olduğundan bu fena bulmaz defineye malik oldun. Lutf-i Hakk’la amalin husul buldukta unutma ki senden sonra gelip mazhar-ı tevfik olacak ümera da ancak sana münkeşif vasıta ve sebeple matlaplarına ereceklerdir. Huri-misal ve likası nurani mahlûk hitabını ikmal ettikte derakap gözden nihan oldu. Timur bir müddet medhûş ve müstağrık kalıp, hâl-i hayret geçtikte hazineyi müstas- hiben ol mahalden uzaklaştı. Mevsuk rivayettir ki Timur, huri-misal, duhter-i nurani likanın pendine harfiyen riayet etti...”

Eski tarihçeleri tetebbua başladığı zamandan beri bu tarzda çok efsaneye mü- sadif olan ve onları nim müstehzi bir tebessümle telakkiye alışan Celalettin, bilmem neden, bu “Kale-i Efrasiyab” masalından bir türlü dimağını tecrit edemiyordu. Şimdi kendisinde bu gibi hikâyelerin sıhhat ve mevsukiyeti hakkında garip bir itikat hasıl oluyordu. Bütün asr-dide tarih kitapları, hep beyaz sakallı, nurani bir çehreye malik ihtiyar dervişlerle, tenha bir yerde medfun hazinelerle dolu idi. Hayır, müverrihlerin aynı yalanı bu kadar şayan-ı hayret bir ısrar ile tekrar etmesi kabil değildi. Hayır, muhtelif devirlerde yaşamış olan manevi bünyeleri, seciyeleri başka başka müellifle- rin kizb üzerine ittifakına imkan yoktu. Mutlaka bu masalların bir esası olmalıydı...

Dakikalar geçtikçe Celâlettin’in itikadı daha ziyade kuvvet kesp ediyordu. Ni- hayet şüphesinin son gölgeleri de dimağından silindi. Kale-i Efrasiyab hikâyesinin doğruluğuna iman etti. Bu suretle vuzuh ve hakikate vasıl olarak şekk ve tereddütten kurtulan Celalettin’in zihni, büsbütün müsterih olmamıştı. “Mevsuk rivayettir ki, Timur, huri-misal duhter-i nurani likanın pendine harfiyen riayet etti...”. İranlı müellifin bu ibaresindeki telmih genç müdekkikin tecessüs ve hayalini muttasıl iğneliyordu. Kale-i Efrasiyab’daki hazinelerin muhafızı olan güzel kız, Timur’a: “Unutma ki senden sonra gelip mazhar-ı tevfik olacak ümera da taleplerine ancak sana münkeşif vasıtalarla eri- şecekler...” demişti. Bu sözlerin “Hazineden istifade et, fakat senden sonra gelecekler için de bir şey bırak yahut tekrar yerine koy...” emrini tazammun ettiği pek aşikâr değil miydi? Sonra müverrih Timur’un verilmiş nasihate harfiyen riayet ettiğini tasrih ediyordu. Bunun da “Timur hazineyi tekrar yerine koydu...” mefhumundan başka bir mana ifade edebilir miydi?..

Celalettin bu suallere de deruni bir cevab-ı tasdik verdikten sonra göz kapaklarına kurşun kadar ağır bir sıklet veren uykuya daldı.

*

Taammüm ede ede bayağılaşan ve bununla beraber derin bir hakikati ifade eden bir kavle nazaran en küçük sebepler bazen en büyük neticeler doğurur. Celalettin, hayatının en mühim vakalarından birini işte böyle küçük bir sebebin taht-ı tesirinde idrak edecek, sahaf Danişmend Efendi’de görüp satın aldığı kitap onu hiç keşif ve

tahmin etmediği bir karara sevk edecek, kendisi için meçhul ufuklara sürükleyecek idi... Semerkand, defineleri müheyyiç efsaneyi okuduğu geceden beri, genç mütefekkiri kuvvetli ve sihr-engiz bir mıknatıs gibi cezp ediverdi.

Celalettin esasen bununla fikrini hal-i işbaa getirecek her şeyi yapmakta kusur etmi- yordu. Daha bu efsaneye muttali olduğu gecenin ertesi günü, doğruca ihtiyar Ravlenson’un Tünel civarındaki ikametgahına koşmuş ve sevdiği kadın hakkında muhatabına sezdir- meksizin malumat almak isteyen bir genç ve tecrübesiz aşık tavrıyla ihtiyar arkeologdan münasebet getirerek Semerkand’ı sormuştu. Ravlenson her hecesini ayrı ayrı uzatarak: “Semerkand, Semerkand!” demişti. “Asya’nın hakiki metropolü bu şehirdir! Bir arke- olog için orada elli sene tetebbu edilecek mahalleler vardır. Sezar’ın makarr-ı saltanatı olan Roma ne kadar muhteşem hatırat-ı tarihiyyeyi ihtiva ediyorsa Timur’un payitahtı olan Semerkand da o kadar muazzam vakayi’in beşiği olmuştur. Eğer haşin ve itisafkar Rusların husumetinden korkmasaydım bundan çok evvel Semerkand’a gitmiş bulunur ve orada birçok keşifler yaparak İngiliz namına biraz şeref daha izafe ederdim”. Ravlenson bu suretle Semerkand’ı pek hararetli ve meftunane bir tarzda tasvire başlamış ve mutadı olan ıtnab ile yarım saat kadar bu mevzu üzerine tevakkuf etmişti.

Günler geçtikçe Celalettin Semerkand’ı sevmek için yeni sebepler buluyordu. Semerkand bugün bir harabeden, hayır, dümdüz bir tarladan veyahut bir çölden ibaret olsa idi yine Timur’un hatırası ona hasret ve meftuniyetle atf-ı nazar edilmesi için kâfi değil mi idi? Halbuki Semerkand –Celalettin’in okuduklarına ve işittiklerine naza- ran– harabe veyahut çöl değil, birtakım muazzam abideleriyle Hindistan’daki Delhi veya Endülüs’deki Kurtuba gibi zihayat bir belde idi. Semerkand’a kadar bir seyahat, mütefekkir ve arif bir adam için hem kutsiyete mukarin manasıyla bir ziyaret teşkil edecek ve hem de müfit ve güzel bir teferrüç olacak idi. Amerikalıların Bahr-i Muhit’i aşarak ‘Memfis [Memphis] ve Heliopolis’i ziyarete geldikleri bir zamanda bir Türk ve Müslümanın Semerkand’a gitmesi hiç de garip olmazdı.

Bir Semerkand seyahati işte bütün bu mülahazalarla Celalettin’in nazarında makul ve mantıki bir mahiyet iktisap ediyordu, fakat bu teşebbüs aklıselime mugayir, çılgınca bir şey olsa idi, yine Celalettin’e munis görünecekti. Zira ona kıyas kabul etmez bir cazibe veren füsunkar bir şey vardı: Semerkand defineleri!

Semerkand’a gitmek herhalde bir ziyaret ifa etmek ve ehramlar yahut şimdiki Paris abideleri kadar şahane ve parlak abideler görmek demek idi. Orada büyük bir keşifte bulunmak Şiliman kadar lutf-i tali’e mazhar olarak ihtiyar tarihnüvisün nak- lettiği defineleri ele geçirmek... Bunlar da Semerkand seyahati cümlesinin altında gizlenmiş iki müheyyiç vaat idi. Bütün bir mevsimi bu hisler ve düşünceler içinde geçiren Celalettin baharın ilk günlerinden birinde kendi kendine kati ve tağyir kabul etmez bir karar ittihaz etti.

II

SEMERKAND’A DOĞRU

Celalettin’e biraz yek-tarz görünen deniz yolculuğunun dördüncü gecesi kamersiz bir sema altında vapur yol alırken ansızın uzakta binlerce küçük aydınlığın birleşme- sinden husule gelmiş bir nur ve ziya membaı gözüktü. Yemeklerini süratle yiyerek Celalettin gibi sigaralarını içmek için güverteye şitab eden birkaç yolcu gayeye erişmek- ten mütevellit sevinç içinde: “Batum’a geldik!” diye yekdiğerine şehri gösterdiler. Bir saat sonra Celalettin, Semerkand seyahatinin ilk merhalesine ayak atmış bulunuyordu.

“Azizim gözlerime inanayım mı? Siz burada ne yapıyorsunuz?”

“Hiç hayret etmeyiniz, azizim... Ben de sizin gibi meçhul memleketleri görmek arzusuna kapıldım, işte burası seyahatimin mebdei oluyor...”

Bu muhavere Batum’un sahilindeki parkta cereyan ediyordu. Celalettin Şevket ile eski arkadaşlarından Orhan Turgut karşı karşıya gelmişlerdi. Celalettin, yabancı bir memleket toprağına vusulünün daha ikinci günü aşina ve samimi bir dost çehresine rast gelmek bahtiyarlığını idrak ediyordu. Genç seyyah bunu kendisi için fal-ı hayr addetti.

Orhan Turgut, son zamanlarda yetişen milliyetperver ve mefkûreci neslin enmüzeci bir ferdi, en zi-hayat bir timsali idi. Tıbbiyede tahsilini bitirdikten sonra ilk işi “Turan Bayrağı” unvanıyla bir gazete imtiyazı almak olmuş ve fakat mali birtakım müşkülat bunun neşrini tehir ettirdiğinden diğer gazetelere yazmaya başlamıştı. Müteyemmen bir vukufa ve feyzli bir hassasiyete malik olan Turgut Bey, az bir zaman içinde şayan-ı hayret bir şeref ve nüfuz kazanmış ve milliyetperverân zümrelerinin rüesası miyanı- na dahil olmuştu. Cesaret, fikr-i teşebbüs, azim ve metanet gibi ırkının en kıymetli faziletlerini nefsinde cem eden bu Anadolu evladı, İstanbul’da manevi hakimiyetini istimalde devam gibi kolay ve külfetsiz bir vaziyet var iken “Türklük hakkında salim bir fikir edinmek için, Türkleri yakından tanımalıyım” fikir ve mülâhazasına tâbi olarak uzun bir seyahate çıkmış ve ilk evvelce Kazan Türklerini ziyaret ettikten sonra Kırım’a inmiş ve oradan da Batum’a geçmiş idi.

Celalettin ve Turgut ilk hayret ve sevinç dakikası geçtikten sonra Batum’un şayan-ı temaşa yerlerinden biri olan parkın tenha bir cihetine çekilerek büyük bir tehalükle konuşmaya başladılar.

İki arkadaş yekdiğerine seyahatlerinin esbabını izah ettiler. Celalettin, Turgut hak- kında perverde ettiği emniyetkarane muhabbete rağmen Semerkand definelerini gizli tuttu. Yalnız Timur’un payitahtını ve tarih-i İslam’da büyük bir nam bırakan efazılın makamlarını ziyaret için yola çıktığını söyledi. Turgut da esasen Türkistan’a gitmek ve hatta mümkün olursa Çin’de Kaşgar’a ve Şarkî Sibirya’ya kadar seyahatini uzatmak fikrinde idi. Birbirinin refakatini beklenilmeyen bir nimet addederek iki arkadaş artık ayrılmamaya ve birlikte seyahat etmeye karar verdiler. Yalnız Turgut, Batum’dan

Bakü’ye kadar olan mesafenin bir iş adamı isticaliyle çarçabuk kat edilmemesini en mühim Kafkas şehirlerinde birkaç gün kalınarak ahali ve muhitle temas edilmesini şart koydu ve Kafkasya’nın manzaralarındaki halâvet ve ihtişamını ve ahalisinin bedi’ ve nazar-firib kıyafetini çoktan beri işiten Celalettin, bu şartı memnuniyetle kabul etti.

Celalettin ve Turgut, Batum’da üç gün daha kaldılar. Bu müddet zarfında seyahat- lerinin en müsait şeraiti dahilinde cereyanını temin için, bazı tedbir ittihaz ve malumat istihsal ettikten sonra Batum’da İslamlığı ve Osmanlılığı idame eden müessese ve eşhası tanımak istediler. Celalettin’in İstanbul’da bir muteber Kafkasyalıdan aldığı tavsiyeler, iki arkadaşın işine yaradı. Celalettin’in kendisine tavsiye götürdüğü bir zat, iki genç Türk’ü, Osmanlı Şehbenderhanesine ve Büyük Cami’e götürdü. Rıhtımdaki Türk kahvelerinde de biraz oturarak muhtelif Türk ve İslam enmüzeçleriyle görüştü- ler. Acar Türk Beyleri ile Gürcü İslamları, mütecessis Turgut’un pek ziyade nazar-ı dikkatini celp etti.

Mayısın nağmeleri, rayihalarıyla dolu bir akşamı idi. Celalettin ve Turgut kendi- lerini içerilere doğru götürecek trene bindikleri zaman karşılarında vecd-âver bir levha buldular. Güneş, bütün ufka yayılan bir füruzan kırmızılık içinde batmaya başlamış ve uzaklardaki dağlar birer esrarengiz abide şeklini almıştı.

Tren ilerledikçe Celalettin kalbinde derin bir teessür tadıyordu. Bu ihtisas, ulu ve mukaddes mabedin eşiğine ayak atan adama has ra’şe-i hürmetle behiştî bir bahçenin kapısından giren bedia-cu bir ruhun hasıl ettiği mahzuziyyet-i mütehassiraneden mü- rekkep bir şey idi. Genç mütefekkirler için Kafkasya, güzellik ve kahramanlık yurdu idi. Kafkasya, bu kelime onun nazarında melek-çehre bir kadın mevkibe (? ) canlandırır, nuşin ve aşıkane efsaneler ve mühib ve müheyyiç destanlar ihtar eder idi. Dünyanın en güzel ve zeki ırkının beşiği olan Kafkasya, aynı zamanda en cengâver ve alicenap bir halkın vatanıdır.

Biraz sonra gece bütün zulmetiyle hulûl etti. İki arkadaş Gürcistan vadilerinde tuluu, bu behiştî levhayı görebilmek için erkenden yataklarına uzandılar.

Ertesi sabah ilk evvel uyanan Turgut, vagonun penceresinden bakınca gözler için hakiki bir şenlik, emsalsiz bir ziyafet teşkil eden muhitin önünde, bir perestiş hissi duydu ve hemen arkadaşını uyandırdı. On beş dakika devam eden Suram tüneli gece- leyin geçilmişti. Şimdi tren Gürcistan’ın sinesinde uçuyordu. Gök, dilruba ve mesut bir kadının siması gibi gülümsüyordu. İlkbaharın rayihaları ile dolan havada nefis bir rikkat ve halavet vardı. Her taraf nuşin bir yeşillik içinde idi. Zirvelerinde bazen zümrüt bir taç gibi bir ağaçlık taşıyan tepeler, onların arkasında sık ve asr- ormanlarla mestur dağlar ve ta uzaklarda müebbet karlarla süslü bülent şahikalar bu dilber Gürcü yurdunun başlıca hududu idi. Tren ara sıra hep, güzellikte birbirine rekabet eden küçük istasyonlarda tevakkuf ediyordu. Tren mevkiflerde durdukça dışarıda Gürcü lisanıyla birtakım muhavereler işitiliyordu. Gürcülerin meşhur ve tarihi güzelliklerine dair pek

162 GÖZDE GÜNGÖR çok hikâyeler okumuş olan Orhan Turgut, Gürcü lisanını ilk defa işitince bir nida-yı hayreti zapt edemedi.

“Ne garip! Gürcülerin lisanı, simalarının zarafetiyle hiç de mütenasip değilmiş!”. “Evet azizim... Bize Gürcü lehçesi pek garip gelir. Fakat unutmamalıyız ki bu lisan, birçok büyük şairlerin anadilidir. Mesela Gürcistan Melikesi Tamara devrinde yaşamış Rustaveli [Şota Rustaveli]. İşte sana Homer’in, Firdevsi’nin peyrevlerinden bir şair. Kütüphanede Şehname’nin yanına konulabilecek bir destanın sahibi Gürcü- lerin milli şairi...”.

Arkadaşının mülahazasına bu suretle cevap veren Celalettin Gürcü edebiyatı hakkındaki malûmatını tafsile başladı Gürcülerin yeni ideallerini terennüm eden şair Barataşvili [Nikoloz Barataşvili] ile Orbelyani [Grigol Orbeliani]den ve asar-ı edebi- yatıyla bu kavmin terbiye-i içtimaiyesine en ziyade hizmet eden Akaki Sereteli [Akaki Tsereteli]den bahsetti. Ve sonra Gürcülerin istikbalini, nikbinlikle keşif ve tahmin etti: Gürcüler, Kafkasya’nın Fransızlarıdır. Vatandaşları Volter[Voltaire]in halefleri gibi zarif, nüktedan, meclis-ârâ ve munistirler. Ümidinde musırr olan ve otuz-kırk seneden beri devre-i intibaha girerek, say’ında sebat eden bu kavim, mazisiyle mütenasip bir istikbale malik olmak için hukuk-ı siyasisini istihsale ve iktisadi boyunduruklardan kurtulmaya çalışıyordu.

İki arkadaş yolda Fransızca bilen birkaç Gürcü’ye rast geldiler ve onların hepsinde hayırhahâne bir muhabbet nişanesi gördüler.

Şimdi manzaraya yeni bir güzellik inzimam etmişti: Güneşin şuaları altında bi- karar ve dil-nişin akan bir nehir. İki arkadaş bu suyun hangi nehir olduğunu yekdiğe- rinden sorunca biraz evvel vagona binen bir ihtiyar yolcu, söze karışmak fırsatını idrak ettiği için aşikar bir memnuniyetle dedi ki: “Efendi yoldaşlarım, bu gördüğünüz Kür ırmağıdır. Bu bizim Anadolu’dan gelir. Ta uzakta Bakü denizine dökülür.” Bu adam altmış beş yaşlarında olduğu halde dinç kalmış başında sarığa benzer bir başlık taşıyan bir Müslüman idi. Kendisinin Hacı Mahmut namında Batumlu bir Türk olduğunu ve Ahıska’da damadını görmeye gittiğini, İstanbullu yolcular sonraki ifadesinden anladılar.

İki arkadaşla ihtiyar Batumlu arasında derhal bir dostluk teessüs etti. Hatta Orhan Turgut pişirdiği kahveden bir fincan da buna verdi.

Çok seyahat etmiş ve gördüğü şeyleri aynısıyla tatlı anlatma sanatını edinmiş

Benzer Belgeler