• Sonuç bulunamadı

13. SAYININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ.

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "13. SAYININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ."

Copied!
198
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

MODERN TURKISH LITERATURE

A BIANNUAL PEER REVIEWED JOURNAL OF RESEARCH

13

NİSAN 2016

(2)

Yurtiçi öğretim üyesi ve öğrenciler için abonelik bedeli

Yıllık 2 sayı, 26 TL Kurumlar abonelik bedeli

Yıllık 2 sayı, 60 TL Yurtdışı abonelik bedeli Yıllık 2 sayı, 35 ABD Doları Abonelik için hesap numarası Ziraat Bankası (Cağaloğlu Şubesi) IBAN: TR 91 0001 0008 8929 0448 1950 01

Posta Çeki Hesabı: 6115869 Satış, Abone

Ana Basım Yayın Molla Fenari Sokak Yıldız Han No.: 28 - 34110 Cağaloğlu / İstanbul Tel: (212) 526 99 41 (3 hat) Faks: (212) 519 04 21

Baskı

Ana Basın Yayın Gıda İnş. Tic. A. Ş. B.O.S.B. Mermerciler Sanayi Sitesi

10. Cad. No: 15 Beylikdüzü / İstanbul Tel: (212) 422 79 29

Hakem Kurulu

Prof. Dr. YAVUZ AKPINAR Prof. Dr. M. FATİH ANDI Prof. Dr. HÜLYA ARGUNŞAH

Prof. Dr. YUNUS BALCI Dr. SABAHATTİN ÇAĞIN

Doç. Dr. ŞERİFE ÇAĞIN Prof. Dr. NURULLAH ÇETİN

Prof. Dr. RECEP DUYMAZ Prof. Dr. İNCİ ENGİNÜN Prof. Dr. BİLGE ERCİLASUN

Prof. Dr. NÜKET ESEN Prof. Dr. RIZA FİLİZOK Prof. Dr. FAZIL GÖKÇEK Prof. Dr. VİLAYET GULİYEV

Prof. Dr. OSMAN GÜNDÜZ Prof. Dr. ÖMER FARUK HUYUGÜZEL

Prof. Dr. ŞUAYİP KARAKAŞ Prof. Dr. TURAN KARATAŞ Prof. Dr. EMEL KEFELİ Prof. Dr. NAİM KERİMOV Prof. Dr. ZEYNEP KERMAN

Prof. Dr. MURAT KOÇ Prof. Dr. MEHMET NARLI

Prof. Dr. ORHAN OKAY Prof. Dr. NAZIM HİKMET POLAT

Doç. Dr. CAFER ŞEN Prof. Dr. MEHMET TEKİN Prof. Dr. ABDULLAH UÇMAN

Prof. Dr. SEMA UĞURCAN Prof. Dr. ALEV SINAR UĞURLU

Yayın Kurulu

Prof. Dr. İnci Enginün Prof. Dr. Yavuz Akpınar

Prof. Dr. Fazıl Gökçek Prof. Dr. Abdullah Uçman Prof. Dr. Alev Sınar Uğurlu

Dr. Sabahattin Çağın

Yayın Koordinatörü

Mustafa Sökmen

Sahibi ve Yazı İşleri Md.

Dergâh Yayınları A.Ş. adına Asım Onur Erverdi

İngilizce Editörü

Doç. Dr. Atalay Gündüz Doç. Dr. Bahar Dervişcemaloğlu

e-posta

yeniturkedebiyati@dergahyayinlari.com

Yazışma Adresi

Klodfarer Caddesi Altan İş Merkezi No.: 3/20 34112 Sultanahmet / İstanbul

Tel: (212) 518 95 79-80 Faks: (212) 518 95 81

YENİ TÜRK EDEBİYATI

Hakemli Altı Aylık İnceleme Dergisi Modern Turkish Literature

Sayı: 13, Nisan 2016 ISSN: 1309-565X

Yeni Türk Edebiyatı, ULAKBİM Sosyal ve Beşeri Bilimler Veri Tabanı (SBVT)

(3)

SABAHATTİN ÇAĞIN Bir Otosansür Örneği Olarak “Bir Muhtıranın Son Yaprakları”

7 ŞERİFE ÇAĞIN

Halit Ziya’nın Beslendiği Güzel Sanatlar 23

H. HARİKA DURGUN Ahmet Mithat Efendi’ye Göre

Çağdaşı Namık Kemal 39

İNCİ ENGİNÜN “Güzel Elen” Çevirisi

55 ÖZGÜR İLDEŞ

Büyük Şiir mi Cins Şiir mi: Cemal Süreya’nın Özgünlük Bağlamındaki Poetik Görüşleri Üzerine

75

ÖZLEM NEMUTLU

Ahmet Mithat Efendi ve Jean Jacques Rousseau 95

DMITRY PROHOROV-KOMILA TOPAL İsmail Gaspıralı’nın İlk Yayın Faaliyetlerinin Örneği

Neşriyât-ı İsmailiye: Tercüman/Perevodçik 119

OKTAY YİVLİ

İkinci Yeni Şiirinde Tematik Kriz 133

(4)

Hüseyinzade Ali Turan’ın Bilinmeyen Bir Eseri: “Timur’un Hayali Karşısında”

Gözde Güngör 145

Besim Atalay’ın Türk Dil Kurumu Hakkında Bir Raporu Ömer Özcan

171

Fâik Âli’den Müşir Fuat Paşa’ya Bir Taziye Mektubu Selahattin Çitçi

185

Türk Düşünce Tarihine Bir Katkı: Hareket Dergisi

Esra Dinçay 191

Türkçe Edebiyatta Varla Yok Arası Bir Tür Fantastik Roman (1876-1960)

Hatice Aybay 193

YENİ TÜRK EDEBİYATI DERGİSİNİN YAYIN İLKELERİ / 197

KİTAPLAR

(5)
(6)
(7)

Sabahattin Çağın

*

“THE LAST LEAVES OF A DIARY” AS AN EXAMPLE OF SELF-CENSOR

ÖZ: Servet-i Fünun romanının kurucusu Halit Ziya Uşaklıgil, yazı faaliyetine İzmir’de başlamıştır. Bu ilk döneminde yazar, biri yarım olmak üzere beş uzun hikâye yazmıştır. Bunların birincisi olan Bir Muhtıranın Son Yaprakları, önce İzmir’de çıkan Hizmet gazetesinde tefrika edilmiş, sonra da kitap haline getiril-miştir. Kırk Yıl adlı hatırattan öğrendiğimize göre, İstanbul’da bulunan Abdülhalim Memduh bu hikâyenin ülkeyi çok kötü gösterdiğini, bu yüzden başının belaya girebileceğini ihtar eden bir mektup yazar. Bunun üzerine Halit Ziya eseri kitap haline getirirken çeşitli değişiklikler yapar. Bunların bir kısmı estetik gayeyle yapılan değişiklikler ve ilavelerdir. Büyük bir kısmı ise arkadaşının uyarısı üze-rine eserden çıkarılan bölümlerdir ve atılan bu parçalar hikâyenin yaklaşık beşte biri kadardır.

Anahtar Kelimeler: Halit Ziya Uşaklıgil, Bir Muhtıranın Son Yaprakları, uzun

hikâye, sansür, Servet-i Fünun Topluluğu.

ABSTRACT: The founder of Servet-i Fünun (Treasure of Sciences) novel, Halit Ziya Uşaklıgil, started his literary activities in İzmir. During this period he wrote five long stories including an unfinished one. The first story titled Bir Muhtıranın

Son Yaprakları (The Last Leaves of a Diary) was published as a serial in a local

İzmir journal called Hizmet (Service). Later on, it was also published in book form. As mentioned in Halit Ziya’s memoirs Kırk Yıl (Fourty Years),

Abdülha-Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 13, Nisan 2016, s. 7-21. * Yrd. Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Buca Eğitim Fakültesi, Orta Öğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Bölümü.

(8)

8 SABAHATTİN ÇAĞIN lim Memduh, who lives in İstanbul, wrote a letter to the author and expressed his concerns about the negative representation of the country in his story given the possible consequences. After this letter, Halit Ziya changed his story a little, while he was preparing it for publication in book form. Some of these changes and additions were the results of the author’s artistic concerns but most of them were the parts which he removed due to his friend’s warnings in the letter. The removed parts amounted to nearly twenty percent of the initial text.

Keywords: Halit Ziya Uşaklıgil, Bir Muhtıranın Son Yaprakları (The Last Leaves

of a Diary), long story, censorship, Servet-i Fünun Movement ...

Genel olarak II. Abdülhamit, özel olarak da Servet-i Fünun dönemiyle birlikte anı-lan en önemli hususlardan biri sansürdür. Bu devirde yaşamış yazarların ve yayıncıların hatıralarına bakıldığında onların sansürden haylifazla şikâyet ettikleri görülür. Ancak bu dönemdeki sansürü sadece devlet sansürü olarak görmemek gerekir. Bu anlamda Servet-i Fünun döneminde üç çeşit sansürden söz etmek mümkündür:

1. Genel olarak devletin uyguladığı sansür. 2. Dergi yönetiminin eserlere uyguladığı sansür.

3. Yazar ve şairlerin kendi eserlerine uyguladıkları sansür.

Aşağıda vereceğimiz örneklerden de anlaşılacaktır ki bunların ikincisi kısmen, üçüncüsü ise tamamen birinci maddeden, yani devletin uyguladığı sansürden kay-naklanmaktadır.

Genel sansürden en fazla şikâyet eden Servet-i Fünun yazarlarından biri olan Hü-seyin Cahit Yalçın, hatıralarında konuyla ilgili pek çok hadiseye temas eder. Sözgelimi arkadaşları Mehmet Rauf, Hasan ve Cavit’in bir araya gelerek kendi başlarına bir dergi çıkarmaya karar verdiklerini belirten Hüseyin Cahit, Yeni Mecmua adını verecekleri bu derginin çıkmadan önceki hazırlık safhasını uzun uzun anlatır. Hatta dergi çıkmadan iki gün önce Sabah gazetesinde, derginin çıkarılacağı bile duyurulur. Dergi Avrupaî tarzda düzenlenmiştir ve Hüseyin Cahit dergi için, “Bana öyle geliyor ki, o tarihten sonra bugüne değin bu kusursuzlukta bir dergi daha çıkarılmamıştır” der. Ama dergi çıkmaz.1 Saray’dan gelen bir ferman, derginin çıkmaması için yeterlidir. Bir jurnal

yüzünden derginin sadece çıkışının engellenmesi onu çıkaranları sevindirmiştir bile:2

“Şükretmeliyiz ki bu kadarla iktifa etmişlerdi. Bizi tevkif, nefy edebilirlerdi. Besbelli aleyhimizdeki jurnal şiddetli olmayacak ki isticvaba lüzum görmemişlerdi.”

1 Yalçın, “Servetifünun”, Edebî Hatıralar, s. 80. 2 a.g.e., s. 80.

(9)

Hüseyin Cahit’ten öğrendiğimize göre bazı dizgi yanlışları bile bu dönemde ga-zetelerin kapatılmasına sebep olmaktadır. Sözgelimi İkdam gazetesi II. Abdülhamit’in “cülus gününe tesadüf eden 19 Ağustos’ta yapılan şenlikler”den söz ederken “leyle-i mes’ude” ibaresi, “ayın” harfinin düşmesiyle “leyle-i mesude” şeklinde çıkmıştır. Böylece “mesut gece” denilecekken “kara gece” anlamı söz konusu olmuş ve gazete kapatılmıştır. Yine Sabah gazetesinde “Şevketlü Gazi Abdülhamid Han-ı Sani” iba-resindeki “şevketlü” kelimesindeki “l” harfi düşmüş ve “şevketlü” kelimesi “şu kötü” halini almış ve gazete kapatılmıştır.3

Hüseyin Cahit, sansürün kendi sanat hayatına etkilerinden de bahseder. Sözgelimi Maupassant’ın Kalbimiz ve Pierre Loti’nin İzlanda Balıkçısı adlı eserlerini tercüme eden Hüseyin Cahit, sansürün yaptığı düzeltmeler yüzünden birincisinde anlamın değiştiğini, ikincisinin de edebî değerini kaybettiğini söyler ve bu yüzden ikincisine mütercim olarak adını koymadığını, Lamartine’den çevirmeye başladığı Graziella’nın tercümesini ise aynı sebepler yüzünden yarıda bıraktığını belirtir.4

Mehmet Rauf da anılarındaki bir bölümde sansürden şikâyet eder.Kendileri için bir “kâbus” olarak nitelediği sansürü şöyle anlatılır:

Bî-aman, kırmızı mürekkepli kalem hemen daima her sütunda zâlimane hasarat îkâ etmiş, yukarıda söylediğim gibi, en ruhlu noktaları hunhar bir cellatlıkla tahrip etmiş bulunurdu.5 Halit Ziya’nın da gerek İzmir yıllarında gerekse Servet-i Fünun topluluğu men-subuyken, eserlerinin sansüre uğradığı bilinmektedir. Bunlardan İzmir’deki Hizmet gazetesinde yayımlanan ilk romanı Sefile’nin kitap olarak yayımlanması için Encümen-i Teftiş ve Muayene Encümeni’ne yaptığı müracaat sonucunda “Şerair-i İslamiyeye mugayereti hasebiyle bu romanın tab’ı katiyen gayr-ı caiz olduğu” cevabını almış ve, eserin kitap olarak basılması 2000’li yıllara kadar gecikmiştir.6 Diğer taraftan Halit

Ziya’nın Kırık Hayatlar adlı romanının başında yer alan “Bir Hikâyenin Hikâyesi” adlı giriş, eserinin tefrikası esnasında uğradığı sansürü hikâye eder.7

Her üç yazar da hatıralarında Hıfzı Bey adlı bir sansür memurundan söz ederler. Bunlardan Hüseyin Cahit ve Mehmet Rauf, Hıfzı Bey’den tamamen olumsuz şekilde söz ederler:

3 a.g.e., s. 102-103.

4 Yalçın, “Sabah Gazetesinde”, Edebî Hatıralar, s. 107.

5 Mehmet Rauf, “Servet-i Fünun’da Sansür”, Mehmet Rauf’un Anıları, s. 111-117.

6 Uşaklıgil, Kırk Yıl, haz. Nur Özmel Akın, İstanbul, 2008. Halit Ziya bu süreci hem Nemide’nin

önsö-zünde hem de Kırk Yıl’da uzun uzun anlatır. Sefile’nin yeni yazıyla ilk basımı (İstanbul, 2006) Ömer Faruk Huyugüzel tarafından hazırlanmış, Özgür Yayınevi’nce basılmıştır..

(10)

10 SABAHATTİN ÇAĞIN

O devrede sansür, Hıfzı Bey nâmında zahiren tatlı, kara sakallı bir adamdı. Ara sıra matbaaya uğrayıp muharrirlerle beş on satır konuştuğu olurdu. Mübahaselerinde latif bir adam olan Hıfzı Bey vazifesinde bilakis gayet haşindi. Dokunaklı tek bir kelime kaçırmaz, Saray’ın şiddetinden korkuyu hayatına sindirmiş olan kırmızı kalemle cellatlığı yalnız dokunaklı şeylere inhisar etmez, bazen rastgele denilecek şuursuz bir kıtal yapmaktan çekinmezdi. Böyle çıkardığı veya tehir ettiği, yani kuşkulandığı şeyleri tekrar asla kabul ettiremezdik. Sual veya tehir işaretiyle damgaladığı yazılar için ara sıra Ahmet İhsan Bey veya biz rica için kendisine gittiğimiz olurdu. Fakat o, ne söylesek, ne yapsak câmid ve sengîn kalırdı.8 Buna karşılık Halit Ziya’nın Hıfzı Bey’e yaklaşımının biraz daha yumuşak olduğu, bazı yönlerden onu mazur gördüğü anlaşılmaktadır:

...Hıfzı Bey pek alenî itiraf etmezdi, amma her haliyle, hatta bazen matbaaya geldikçe ihtiyat dairesinde sarf edilmekle beraber mütemayil olduğu saklanamayan hissiyatıyla bizlere bir dosttu. Hele vazifesinin icrasında adeta mesuliyeti üzerine alabileceğini gös-teren cesaretleri oldu. Eğer Hıfzı Bey memuriyet icabatını bir de yeni hareket-i edebiyeye karşı muhalif hissiyatla birleştirecek bir tıynette olsaydı Edebiyat-ı Cedide daha kundakta iken defnolunur ve muhalefet için büyük bir bayram günü doğardı. Sonraları matbuat ve alelumum neşriyat üzerinde, belki hassaten Edebiyat-ı Cedide zümresi hakkında vehmin nazarı öyle kesin oldu ve muayene memurları öyle şedit azarlarla vaziferini icrada mü-samaha kabul etmeyen bir şiddete icbar edildi ki, bütün dostane temayüllerine rağmen

bu dost memurda da kırmızı mürekkebin mebzuliyetle akmaya başadığına dikkat ettik.9

Halid Ziya, Servet-i Fünun’un çıkışında, karşısına çıkabilecek olumsuzlukları gö-ğüslemede “her manasıyla şarkın sadık bir üftadesi” olmasına rağmen Veled Çelebi’nin adını da zikreder:10 “Veled Çelebi Edebiyat-ı Cedîde’nin tazyik eden bir pençesi değil,

düşmekten sendelenmekten vikaye eden bir eli oldu.” Veled Çelebi hakkındaki benzer görüşler Hüseyin Cahit’in hatıralarında da görülür.11

Servet-i Fünun döneminde görülen bir sansür tipi de dergi yönetiminin uyguladığı sansürdür ki, burada genel olarak öne çıkan isim Tevfik Fikret’tir. Bilindiği gibi, Recai-8 Mehmet Rauf, Mehmet Rauf’un Anıları, s. 112-113. Benzer ifadeler Ahmet İhsan (Tokgöz) ve Hüseyin

Cahit Yalçın’da da görülür: “Hıfzı Bey, matbuatın en önemli simalarından idi. Gazetecilerin canı onun elinde idi. Son derece şiddeti ve Saray’a mensubiyeti ile tanınmıştı. Belki hususi ahlak itibarile iyi bir adamdı. Belki alelade, pek tabii bir resmî vazife ifa eder gibi bu sansörlük işini görüyordu. Fakat Saray’ın vicdanlar üzerindeki hakimiyetini bizim nazarımızda temsil eden bu zat, bizce dünyanın en nefret edilecek, en kötü adamı idi. Vazifesini hakikaten zalimane, herhalde padişaha karşı gayet sadıkane ifa ederdi. Sütun sütun yazılar çizerdi. En ufak kelimeyi bile gözden kaçırmaz, gece sabahlara kadar bu işle uğraşırdı.” Yalçın, Edebî Hatıralar, s. 105-106.

9 Uşaklıgil, Kırk Yıl, s. 664-665. 10 a.g.e., s. 665-666.

(11)

zade Mahmut Ekrem, öğrencisi Tevfik Fikret’i yanına alarak yine Mekteb-i Mülkiye’den öğrencisi Ahmet İhsan’ın yanına gitmiş, ona, fennî bir dergi olarak yayımlanan Servet-i

Fünun’u yenilikçi edebiyatçıların yayın organı bir dergiye dönüştürmeyi ve başına

da Tevfik Fikret’i geçirmeyi teklif etmiştir. Ahmet İhsan bu teklife olumlu bakar ve Fikret derginin başına geçer.

Bütün arkadaşları Fikret’in titizliğinde hemfikirdirler. Gerek bu titizliği gerekse başka sebepler, bazı yazıların yayımlanmamasına, geç yayımlanmasına bazen de orasından burasından makaslanarak ve değiştirilerek yayımlanmasına yol açmıştır.

Hüseyin Cahit Yalçın, Tevfik Fikret’in dergiye gelen yazıları dikkatli bir şekil-de okuduğunu, özellikle yazıların imlası üzerinşekil-de titizlikle durduğunu ve onlarda tutarlılık aradığını, bunun dışında yazılara fazla karışmadığını söyler. Buna karşılık Mehmet Rauf da onun eserlerini dikkatle tashih ettiğini söyler, ancak derginin ilk dönemlerinde kendilerine karşı tavrının olduğunu, sonradan kendilerinin değerini anladığını belirtir:

Misal olarak benim kendisine ilk günlerde verdiğim halde uzun müddet hazmedemeyerek

Servet-i Fünun’a derc etmeyip nihayet mütevali ve mükerrer müracaatlarım üzerine güya

bade’t-tashih ve’l-ıslah neşre razı olduğu “Uzaktan” hikâyesinin sonradan nasılsa elime geçirip bugün hâlâ hıfzettiğim tashihli müsveddelerini gösterebilirim.

...

Evvela ehemmiyet vermediği bu gençlerin o kadar şâyân-ı ihmal olmadığını tashih mec-buriyetiyle eserlerini okuya okuya nihayette kendisi de tasdik ve takdir etti.12

Bu anlamda Fikret’in bilinen en önemli tasarrufu Ali Ekrem’in (Bolayır) “Şi-irimiz” adlı makalesidir. Bilindiği gibi Ali Ekrem bu yazısında başta Fikret olmak üzere Servet-i Fünun şiirini eleştiren bir yazı kaleme almış,13 Fikret de bu yazının

bazı yerlerini çıkararak, bazı yerlerini değiştirerek yayımlamıştır. Bunun üzerine Ali Ekrem, ağır bir mektup yazarak Ahmet Reşit (H. Nazım) ile birlikte Malumat dergisine geçer. Çok ilginçtir arkadaşlarının Malumat’a geçmelerinden hem Hüseyin Cahit hem de Mehmet Rauf anılarında söz ederler, ancak her ikisi de bu kırgınlığın ve ayrılışın sebebini bilmediklerini söylerler.

Servet-i Fünun’un çıktığı süre zarfında yazar ve şairlerinin yaklaşık haftada bir

toplandıklarını ve eserlerini birbirlerine okuduklarını Hüseyin Cahit’in ve Ahmet İhsan Tokgöz’ün anılarından öğreniyoruz.14 Buradaki anlatımdan eserler üzerinde

karar verici konumda olanların Tevfik Fikret, Halit Ziya ve Cenap Şahabettin olduğu anlaşılmaktadır. Bunların Mehmet Rauf’u beğendikleri, ancak diline ve anlatımına 12 Mehmet Rauf, Mehmet Rauf’un Anıları, s. 73.

13 Bu konuda bkz. Uçman, Edebiyat-ı Cedîde’ye Dair: Ali Ekrem’den Rıza Tevfik’e Bir Mektup, 102 s. 14 Yalçın, Edebî Hatıralar, s. 135; Tokgöz, Matbuat Hatıralarım, s. 100.

(12)

12 SABAHATTİN ÇAĞIN dayanamadıklarını belirten H. Cahit, örnek olarak Rauf’un tombul bir kadın için kullandığı “Calibane nigeran şişman incir” ifadesini örnek olarak verir.

Hüseyin Cahit kendi hikâyelerinden bazılarının da (“Sukut”, “Fifi”) bazı ahlakî endişelerle bu üçlünün müdahalesine uğradığını ve onları değiştirmek zorunda kal-dığını belirtir.

Servet-i Fünun dönemindeki üçüncü sansür türü sanatkârların kendi kendilerine uyguladıkları sansürdür. Halit Ziya’nın henüz İzmir’de Hizmet gazetesini çıkarırken “Deli” adlı eserinin yayınını durdurduğu bilinmektedir.15 Yine “Dayda” adlı eserini

yayımlamaktan vazgeçtiği yazarın Kırk Yıl’ında anlatılmıştır. “Deli”, IV. Murad’ı çağ-rıştıracağı, “Dayda” ise içinde bir suikast eylemi söz konusu olduğu için bu eserlerin yayımından vazgeçilir.

Mehmet Rauf’un “Zehirlerim” adlı mensur şiirinin de ilginç bir hikâyesi vardır. Yazı ilk olarak Fikret tarafından okunur, çok beğenilir, ancak ona göre bu yazıyı sansüre göndermek bile çok risklidir:16 “Çok güzel, dedi. Fakat bunun sansüre vermeye bile

korkmalı. Maazallah bir ufak jurnalle topumuzu havaya uçururlar. Ne Mehmet Rauf kalır ne Tevfik Fikret, hatta ne de Servet-i Fünun.” Bunun üzerine yazının yayımından vazgeçilir. Daha sonra Hüseyin Cahit, yazıyı Encümen-i Teftiş ve Muayene Komisyonu üyesi Abdullah Zühtü’ye göstererek ondan düşüncesini sormuş o da “Eğer Rauf Bey bastırmaya korkmazsa ben izin veririm” der. Mehmet Rauf ve arkadaşları “ilk anda nasılsa bir cesaretle” yazıyı dizdirip bastırırlar, ancak kitabın yayın günü yaklaştıkça bir jurnal yapılacağı korkusunu yaşamaya başlarlar:

İşte bu tehlike bizi ürküterek kitap neşolunacağı zaman “Zehirlerim”in en coşkun tarafları kitaptan kesilerek bin beş yüz nüsha basılmış olan kitabın [bin] nüshası, yani ilk satılacak olan kısmı böyle nakıs tevzi’ olundu. Kalan beş yüz nüsha emin olduğumuz dostlara ve-rildiği gibi belki müsait bir zamana rast gelir ümidiyle saklandı. Ve filhakika Hürriyet’in ilanından sonra satıldı.17

Yazarın kendi kendine sansür uyguladığı eserlerden biri de aynı zamanda bu yazının konusunu oluşturan Bir Muhtıranın Son Yaprakları adlı uzun hikâyedir. Halit Ziya bu eserini önce Hizmet gazetesinde tefrika ettirmiş, daha sonra kitap haline getirmiştir.18

Bir Muhtıranın Son Yaprakları Halit Ziya’nın kitap olarak yayımlanan ilk

eser-lerindendir. Hikâye, adından da anlaşılacağı gibi bir hatıra defteri şeklinde yazılmıştır 15 Halit Ziya hatıralarında bu eseri hiç yayına koymadığını söylemektedir. Ancak bu eser Hizmet’te sekiz

tefrika basıldıktan sonra yarıda kesilmiştir. Geniş bilgi için bkz. Sabahattin Çağın, “Halit Ziya’nın Yarım Kalmış Eseri: Deli”, Yeni Türk Edebiyatı, S. 4, Ekim 2011, s. 31-42.

16 Mehmet Rauf, Mehmet Rauf’un Anıları, s. 114-115. 17 a.g.e., s. 115.

(13)

ki bunun daha gelişmiş bir örneğini Halit Ziya, yine İzmir döneminde kaleme aldığı

Bir Ölünün Defteri’nde verecektir. Eserin başkişisi Necip, içine kapanık bir gençtir.

Kaleme devam etmekten bıkmış, babasının ticarethanesine gidip gelmektedir. Bir yandan annesini ve babasını kaybetmiş olması, bir yandan da kendini işe yaramaz hissetmesi bir süre sonra onu insanlardan uzaklaştırmaya başlamıştır:

İstifaf-ı hayat dedikleri hikmet-i mecnunane beni çoktan zehirlemiş, bende insanları hayata rabt eden emeli çoktan mahvetmişti.

Yekdiğerini takip eden muvaffakiyetsizliklerim bende nefret-i hayatı tezyid ediyordu. Ar-tık (bende) yalnız bir arzum (arzu) vardı. İnsanların arasından kaçmak, bir köye, tenha

bir mahalle gitmek, münzeviyane yaşamak! Her şeyi fena görüyor, insanların her halini

muaheze ediyordum: İşte beni çıldırtan hastalık o zaman başlamıştı.

...

Herkesi gücendirmeye, çocukluğumdan beri tanıdığım dostlarımı kendimden tağyire başladım. Bir taraftan da artık benden firar etmekte olan dostlarımı beni anlayıp mazur görmediklerimden dolayı muaheze ediyordum. Nihayet buraya geldim. Lakin heyhat!.. Hülya ettiğim istirahat benim için en mühlik, en müthiş bir zehir oldu.

Şimdi ne yapacağım? Bu tarz-ı hayat benim için devam edemez. Bu yalnızlık, bu sükûnet, bu meşguliyetsizlik beni berbat ediyor. Lakin şimdi tebdil-i hayat kabil mi? Ben hayattan o kadar uzağa kaçmışım ki avdeti muhal görüyorum.

Ne yapacağım?.. Ne yapmak mümkündür?..19

Görüldüğü gibi yıllar sonra Servet-i Fünun topluluğunun en önemli temalarından birini oluşturacak olan “kaçış teması”, Halit Ziya’nın daha ilk uzun hikâyesinde kendini göstermiştir. Bunun bir tesadüf olmadığı, yazarın daha sonra yine İzmir döneminde kale-me aldığı Heyhat adlı uzun hikâyesiyle Nemide ve Bir Ölünün Defteri adlı romanlarında da işlenmiş olmasından anlaşılmaktadır. Yine “Her şeyi fena görüyor, insanların her

halini muaheze ediyordum: İşte beni çıldırtan hastalık o zaman başlamıştı” cümleleri

de Servet-i Fünuncularda sıklıkla rastladığımız bir ruh halini ifade etmektedir.20 Bu

19 Bir Muhtıranın Son Yaprakları’ındaki alıntılarda bazı ifadelerin normal punto, bazılarının italik, bazılarının

parantez içinde kalın punto, bazılarının da parantez içinde kalın punto ve altı çizili olarak dizildiği görüle-cektir. Bunlardan birincisi gazete ve kitapta ortak olan ve değişmeyen kısımları, ikincisi gazete tefrikasında olan, fakat kitaba geçerken çıkarılan bölümleri, üçüncüsü gazetede olmayan ve yazarın kitaba ilave ettiği kısımları, sonuncusu da gazeteden kitaba geçerken yazarın yaptığı değişiklikleri göstermektedir.

20 Sözgelimi bu ruh hâli Tevfik Fikret’in “Resim Yaparken”, “Süha ve Pervin” gibi birçok şiirinde

görül-mektedir:

a Mutlak o gün beğenmek için hasta, münfa’il, a Bir başka çehre, giryeli bir çehre isterim... a (“Resim Yaparken”)

(14)

14 SABAHATTİN ÇAĞIN onun çevresini “bedbaht” görme arzusudur. Hikâyenin başkişisi Necip, melankolik ruh haliyle Heyhat’taki Heyula’da ve Mai ve Siyah’taki Ahmet Cemil’de geliştirilerek devam edecektir. Necip adlarını saydığımız diğer roman karakterlerinde olduğu gibi, diğer insanlardan farklıdır ve onların eğlenceleri kendisini mutlu edememektedir:

...fakat insanların güzel, hayalperver, bedayi-nüma olmak üzere tahayyül ettikleri bu şeyler beni sıkmaktan başka bir şeye yaramıyor. (...) Velhasıl tabiata ziynet olan bütün eşyayı beğenmek, onların temaşasından mütelezziz olmak üzere saatlerce meşgul oldum, lakin insanların bunlara niçin hayran olduklarını anlayamadım.

Daha önce de belirttiğimiz gibi bu karakter, yıllar sonra eserler verecek diğer Servet-i Fünuncuların eserlerinde de kendini gösterecektir.21

Bir süre sonra aralarında iki yaş fark olan amcasının oğlu Necip’in yanına gelir. Amcasının oğlu onun bu halinden endişe etmekte ve intihar etmesinden korkmakta-dır. Bu yüzden onu ikna ederek İstanbul’a götürmek niyetindedir. Amcasının oğlu iş hayatında hayli başarılı olmuştur. Aslında Necip de kendisini onunla sık sık karşı-laştırmakta, onun gibi iş güç ve şöhret sahibi olamamaktan dolayı da işe yaramazlık duygusuna kapılmaktadır:

Amcazadem arzularının icrası için İstanbul’a gittiği zaman ben kaleme devam ediyordum. Üç ay sonra amcazademden gelen bir mektup kendisinin payitaht evrak-ı havadisinden birine muharrir olduğunu bildiriyordu. Ben o zaman kaleme devamdan bıkmış olduğum halde pederimin ticaretgâhına gidip geliyordum.

Ben (henüz) kendine bir meslek tayininden aciz; daha hayata başlamadan hayattan, ya-şamaktan müteneffirken amcazadem zekâveti, gayreti sayesinde arzularına müteveccihen süratle kat’-ı mürahil ediyor. Cüz’i bir zamanda âlî bir mektepte mühim bir muallimlik, mühim bir ceridede başmuharrirlik mevkilerini ihraz eyliyordu.

Sonunda amcasının oğlu, İstanbul’daki hayatı oradaki güzellikleri anlatarak ku-zenini ikna eder, ancak Necip humma hastalığına yakalanarak ilticagâhı olan bu evden ayrılamadan ölür. Hikâye muhtemelen Necip’in amcasının oğlu tarafından defterin sonuna ilave edilen şu satırlarla biter:

a Menâzırımda hazîn bir hayâl araştırırım. a Denir ki hüzn ile ruhumda bir karâbet var; a (“Süha ve Pervin”)

a Bu benzerlik üslupta da kendini göstermektedir. Bir Muhtıranın Son Yaprakları’nda görülen “tatlı bir hüzün” ifadesi Fikret’te “telhî-i leziz” olarak daha aşırı şekilde görülecektir.

21 Sözgelimi Halit Ziya’yı “ilk ve son üstad” sayan Mehmet Rauf’un meşhur eseri Eylül’ün bezer

(15)

Heyhat!.. Ey zavallı çocuk!.. Yaşamayacakmışsın. Bir vakitler şiddetle arzu ederek hayatının son dakikalarında teb’id etmek istediğin ölüm, seni müthiş pençesine takarak son nazrası bir nigâh-ı tahassür olan gözlerinden sana aguş-ı telezzüzatını açan âlem-i hayatı setr etti!..

*

Halit Ziya ilk olarak Hizmet gazetesinde tefrika ettirdiği bu hikâyesini kitap ha-line getirirken bazı değişikliklere ve kısaltmalara gider.22 Yazar bir “sergüzeşt” olarak

nitelendirdiği bu süreci Kırk Yıl’da şöyle anlatır:

Bir Muhtıranın Son Yaprakları bitmek üzere iken bir gün İstanbul’dan Abdülhalim

Memduh’tan hemen acele ile karalanmış bir mektup aldım. Takriben bana: “Çıldırdın mı” diyordu, “Eğer intihar etmek istiyorsan beynine bir kurşun sıkmak daha kolaydır. Menfalarda mı sürüklenmek istiyorsun? Nedir o yazdıkların? Memleketi batırmışsın, hükûmeti batırmışsın, dünyayı batırmışsın...”

Bir defa da tefrika edilen parçaları tekrar okudum ve titredim. Abdülhalim Memduh’un tamamen hakkı vardı. Nasılsa teheyyücün gafletlerine kapılmış ve öyle şeyler yazmıştım ki eğer nazar-ı dikkate çarpsaydı muhakkak Trablusgarp’a kadar giderdim. Bir müstesna talihin lutfu ile bu satırlar bir dost gözünden başka gözlere tesadüf etmemişti. Bittabii kitap halinde intişar etmek için o parçalar sıkı bir tashihten geçti. Abdülhalim Memduh hakkında bende hasıl olan yüksek fikir bu ihtar-ı dostanesiyle teeyyüt etmiş oldu.23 Böylece yazarın kendisi tarafından uygulanan bu “sıkı bir tashih” sonucu yazarın tefrikadan kitaba geçişte eserinde büyük değişiklikler yaptığı görülmektedir. Bunlar sırasıyla yazarın kelime ve ek bazında yaptığı değişiklikler, kelime ve cümle bazında yapılan bazı ilaveler ve son olarak Abdülhalim Memduh’un uyarıları yüzünden çıka-rılan bölümlerdir.

a. Kelime ve ek bazında yapılan değişiklikler

24

Bazı kaderin müthiş sillelerine, takat-fersa darbelerine hedef olunur, (...) Bazen kaderin müthiş sillelerine, takat-fersa darbelerine hedef olunur, (...)

...zira o şan kazanmak, şöhret olmak istediği halde (...)

22 Halit Ziya sadece bu eserinde değil, diğer üç uzun hikâyesinde de tefrikadan kitaba geçerken bazı

deği-şikliklere gider. Ancak en büyük değişiklikler Bir Muhtıranın Son Yaprakları ve Heyhat’ta görülmektedir.

Heyhat’taki değişmelerin sebepleri ilk eserden farklı olduğu için, ayrı bir çalışmanın konusu olacaktır.

23 Uşaklıgil, Kırk Yıl, s. 326.

24 Bu bölümde değişikleri göstermek için vereceğimiz örneklerin ilki gazete tefrikasına, ikincisi ise kitaba

(16)

16 SABAHATTİN ÇAĞIN

...zira o şan kazanmak, şöhret bulmak istediği halde (...)

Vücudumu o kadar yoruyor ki beynim muattal kalıyor; ben de bunu arzu ediyorum. Vücudum ol kadar yoruluyor ki beynim muattal kalıyor; ben de bunu arzu ediyorum.

Artık yalnız bir arzum vardı. Artık bende yalnız bir arzu vardı. ... bir meclubiyet hissettim. ... bir meclubiyet duydum.

Hayatın bazı çirkinlikleri, bazı sırları vardır ki gençleri tedhiş eder. Hayatın bazı çirkinlikleri, bazı sırları vardır ki şebabı tedhiş eder.

Buradaki örneklere bakıldığında ilk üçünde sözü daha güzel söyleme arzusunun öne çıktığı görülürken, dördüncü örnekte yalnızlık duygusunun okuyucuya daha şid-detli şekilde hissettirilmesi gayreti görülmektedir. Beşinci örnekte sanki sadeleştirme amacı varmış gibi görülmekle birlikte altıncı örnekte yazarın gençler yerine şebab kelimesini kullanması onun sadeleştirmeye gitmek gibi bir endişesinin olmadığını göstermektedir. Bu yüzden, bu son örneği bağlamı içinde değerlendirmenin daha doğru olacağı kanaatine vardık:

Sahrada yaşayan genç çobanların dudaklarını tezyin eden tebessüm, medeniyetin lü-zumundan ziyade malumat verdiği gençlerde zehirler, giryeler saçıyor: Hayatın bazı

çirkinlikleri, bazı sırları vardır ki gençleri (şebabı) tedhiş eder. Bunların erbab-ı şebabdan ihfası lazım gelir. Fakat heyhat. Gençler o kadar süratle ihtiyarlıyor ki. Şebab medeniyete kurban olmuş diyeceğim geliyor. (...)

Ardarda gelen cümlelere bakıldığında gazete tefrikasında ilk üç cümlede “genç-ler” kelimesinin üç defa tekrarlandığı görülüyor. Yazarın muhtemelen bu ardı ardına gelen üç cümlede aynı kelimenin (gençler) kullanılmasından rahatsızlık duyarak ikinci cümledeki “gençler”i, “şebab” şekline dönüştürdüğü ve böylece bu kelimelerin art arda kullanılmasından doğacak kakafoniden kurtulma yoluna gittiği düşünülebilir.

Bunların dışında iki değiştirme örneği var ki bunları yorumlamak hayli güç gö-rünmektedir. Bunların dizgi hatasından kaynaklanan örnekler olduğunu düşünüyoruz: Kendimi bütün bu bedayi’e, denize karışan sahralara, sahraların aguşuna atılan denizlere, suların içinde raks (aks) eden,

(17)

b. Kelime ve ek bazındaki ilaveler

Bu başlık altında göstereceğimiz örnekler gazete tefrikasında bulunmayan, buna karşılık kitaba ilave edilen kelime ve eklerdir. Bu örneklere bakıldığında yazarın amacının söyleyeceklerini pekiştirmek ve daha güzel söylemek olduğu anlaşılacaktır. Başka bir ifadeyle yazar bu örneklerde estetik endişeyle hareket etmektedir:

Burada(ki) hayatımın yegâne eğlenceleri bundan ibaret.

Fikirler, kelimeler dudakları(nın) arasından bir telatum-ı fevkaladeyle çıkıyordu. En evvel geçen bir (fakir) yazıcıydı.

... çiçeklerden kalkan rayihalarla memlû, (bâtî) bir hava istila etti. ... yeşilliğin içinde köyler arz-ı letafet eder.

... yeşilliğin içinde köyler ne kadar arz-ı hüsn ve letafet eder. Lakin, sen neden müştekisin

Lakin, sen Necip, sen neden müştekisin Biz, bu bir avuç toprağın biçare misafirleri, ... Biz, bu bir avuç toprağın bu biçare misafirleri,

c. Çıkarılan Bölümler

Bu kısımda yer alan değişiklikler anlaşılacağı gibi Abdülhalim Memduh’un uyarısı üzerine Halit Ziya tarafından bizzat çıkarılan bölümlerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Abdülhalim Memduh mektubunda yaklaşık olarak, “Eğer intihar etmek istiyorsan beynine bir kurşun sıkmak daha kolaydır. Menfalarda mı sürüklenmek istiyorsun? Nedir o yazdıkların? Memleketi batırmışsın, hükûmeti batırmışsın, dünyayı batırmışsın...” şeklinde bir uyarıda bulunmuş, Halit Ziya da tefrikayı yeniden okumuş, arkadaşını haklı bularak hikâyenin büyük bir kısmını otosansüre uğratmıştır.

Yazarı tarafından çıkarılan bölümlerin önemli bir kısmı eserin başkişisi Necip’in karamsarlığını, hayattan nefretini belirleyen cümlelerdir. Bu cümleler, Necip’in kendi-sini insanlara bağlayan emeli kaybeden, her şeyi kötü gören, insanların her durumunu eleştiren, hayattaki her şeyin boş olduğunu dile getiren bir ruh hali içinde olduğunu göstermektedir. Aşağıdaki parça çok sayıdaki benzer ifadelerin bir örneğidir:

Hayatın her şeyini çirkin, herkesi bedbaht görmek bende fena bir hastalık olmuş. Eğer insanların melali de saadetleri kadar vâhîyse hayatın zannettiğimden ziyade boş olduğuna kanaat edeceğim. Şüphesiz bütün bu melal-âmîz haller, bu manevi hastalıklar; yalnızlıktan, işsizlikten kuva-yı fikriye ve maddiyemin adem-i masrufiyetinden geliyor.

(18)

18 SABAHATTİN ÇAĞIN Bu ruh hâli Necip’i intihara meyilli bir duruma getirmiştir.25 Kendisi hayal

kırıklık-larından, karamsarlıklarından söz etmekle birlikte intihardan hiç söz etmez. Hikâyede intiharla ilgili sözlerin tamamı Necip’in amcasının oğluna aittir. Çünkü o Necip’in intihar etmesinden korkmakta ve intiharın aleyhinde birtakım sözler etmektedir:

Cemiyet-i beşeriye heyet-i umumiyesiyle fena ise siz iyi olamaz mısınız? İyi olduğunuz halde başkalarının fenalıklarını sizin çekmekliğinize ne mecburiyet var? Bir millet mah-volmuş! Teessüf ediniz, mersiyeler yazınız, ağlayınız? Fakat intihar etmek ne demek?.. Bu millet heyet-i umumiyesiyle fesad-ı ahlaka uğramış, idaresi mahvolmuş, sukut ediyor... Islah edebilir misin? Ederseniz durmayınız; fakat edemezseniz kendinizi intihara neden mecbur göresiniz?

Nefret-i hayat!.. İntihar!.. Ahenkli,mutantan kelimeler!..

İnsanlar arasında öteden beri başkalarının fenalıkları, kendilerinin felaketleri için hayattan nefret edenler bulunuyor. Bunlardan pek çoğu intihar edecek kadar hikmet-i müzminenin mağlubu oluyorlar. Bunların arasında büyük adamlar, büyük hakîmler var. Onlar hayatı tedkik etmişler, bütün çirkinliklerini reyü’l-ayn görmüşler, hayattan nefret etmişler. Hak-lıdırlar.

Fakat bu nefrete mağlup olmak, hayat fenadır diye yaşamaktan istinkaf etmek, bu en büyük cinnettir.

Hayat, fikrimce bir rüyadır. Eğer o rüya tatlı, ruhperver hayalatın semeresi olarak hasıl olmuşsa sürur-engîz , neşat-âver olur. Fakat fikriniz mahuf, yeis-âmîz hatıralarla meşgul, hissiyatınız melaller, hüzünler altında girye-rîz ise göreceğiniz rüyalar haşyet-nâk olur.

Görüldüğü gibi hikâyede intiharın aleyhinde olsa bile bu kavramın kullanılıyor olması sansür tarafından cezalandırılma korkusu uyandırmakta ve bu bölümler çıka-rılmaktadır. Bugünden bakıldığında bunun gibi, çok sayıda ifade var ki Halit Ziya’nın neden korkup bunları çıkardığına bir anlam verilememektedir. Bu durum devrin san-sürünün insanlar üzerinde uyandırmış olduğu endişeyle yakından ilgili olmalıdır. Sözgelimi şöhretin aleyhinde söylenmiş şu cümlelerin neden çıkarıldığı konusunda bir hüküm vermek oldukça zordur:

Mâhâzâ düşündüm ki böyle birkaç mecmua-yı eş’ar ile insanlar içinde temeyyüz etmek için hayatlarını zehirleyenler birkaç günlük iştihar için insanlarla pençeleşenler çoktur.

25 Nitekim yine kitabın atılan kısımlarından olan şu parça da Necip’in hayat hakkındaki düşüncelerini

göstermektedir: “Yaşamak! Yaşamak!.. Ne vâhî kelime!.. Bu insanlar niçin yaşıyor; bu hayattan maksat nedir? Harpler, terakkiler, keşifler, bütün bu esbab-ı medeniyet, bütün bu keşmekeş-i hayat nedir? Ne olacak? Niçin çalışılıyor? Bu adamlar niçin koşuyor?

a Yaşamak için!.. a Lakin yaşamak nedir?”

(19)

Bütün bu şairler, muharrirler, musikişinaslar, ressamlar, heykeltıraşlar, bütün bu büyük adamlar yalnız bir şeye vakf-ı hayat ediyorlar: Şan!

Zavallı mecnunlar!

Bilmiyorlar ki bu şan pek mahdut, pek fani bir hayalden ibaret kalacaktır. Hayır biliyorlar. Fakat harikulade bir his var ki onları hayatla uğraşmaya, insanların vermemek istediği şöhreti istihsal edebilmek için can-siperane pençeleşmeye sevk ediyor.

Kitaptan atılan şu bölüm ise hayli dikkat çekicidir: Hikâyenin hemen başında Necip, eğlenmek için penceresinin önünden geçen insanları izler ve onlarla ilgili yorumlar yapar:

Bunların ekserisinin kim olduklarını bildiğim için günlerinin ne yolda geçtiğini tahayyül edebileceğimi düşündüm, penceremin önünde bunlardan birine muntazıran oturdum. En evvel geçen bir (fakir) yazıcıydı.

Bu adam her sabah güneşin tulu’unu müteakip penceremin önünden geçer, akşam guruptan sonra avdet ederdi.

Bu adam altmış yaşlarında vardı, kırk beş senedir yazıcılık ediyordu. Bu adamın defterinin önünde geçirdiği hayatının boşluğunu düşündüm de kalbimde biraz merhamet duydum. Bu adam için hayat neydi? Akşamları yemekten sonra bir saat kadar gezmek, sonra derin bir uykuyla sabaha kadar uyumak, sabahleyin arasında hemen hiç bulunmadığı ailesine veda ederek akşama kadar sahifelerle cem’ler, tarhlar yazmak; işte o kadar!..

Bu adam bir tercüme-i hâl, bir kitab-ı hayat yazmak isteyeydi, yorulmayacaktı.

Lakin şu (Sonra) geçen (bir) şişman, kısa boylu, kırmızı yüzlü (bir) adam (idi ki) zavallı

yazıcı ile şayan-ı hayret bir tezat teşkil ediyor(du). Bu adam zengin bir tacir maiyetinde demin geçen yazıcı kadar (gibi) on on beş kişi, ailesinin zîr-i âtıfet-i serveti altında

(ser-vetinde) geçinir birçok aile var. Güzel, vasî bir köşkte ikâmet ediyorlar.

Her gece bahçelerinde köyün en müntehab ailelerine mensup zevat içtima eder, musiki sedaları, kahkahalar etrafta tanin-endaz olur. Yarı geceye kadar eğlenirler. Sabahleyin erken kalkmak mecburiyetinde değildir, tulu’dan üç saat sonra kalkar, denize girer, mükeyyi-fatını kemal-i istirahatle ikmal eder, şehre gittiği zaman işlerini müheyya ve hazır bulur, akşama kadar maiyyetindeki adamlara emir vermekle vakit geçirir. Akşam dostlarıyla içtima ederek köye avdet eder, gezer, eğlenir, velhasıl hayat bunun için yapılmış, dünya

buna mahsusmuş gibi yaşar. Mesuttur. Lakin ne vâhî bir saadet!..

Parça uzun olmakla beraber meramımızı anlatmak bakımından gerekli olduğunu düşündüğümüz bir alıntıdır. Necip başlangıçta penceresinin önünden geçen bir yazı-cıdan; onun fakirliğinden, ailesiyle birlikte yaşadığı zorluklardan bahsediyor. Ancak tefrikada uzun uzun anlatılan ve italik harflerle gösterdiğimiz yazıcının hayatının

(20)

20 SABAHATTİN ÇAĞIN zorluklarını anlatan bölüm kitapta tamamen atılmış bunların yerine bir üst paragrafta yer alan yazıcı kelimesinin başına fakir sıfatı getirilerek “fakir yazıcı” şeklinde su-nulmuştur. Yani yazar burada fakir insanların yaşadığı zorlukları ortaya koymaktan kaçınmış, Abdülhalim Memduh’un “memleketi batırmışsın” uyarısına uygun hareket etmiştir. Diğer taraftan zengin bir tacirden bahsederken onun hayat şartlarının gü-zelliğinden, evindeki eğlencelerden, sabahları erken kalkmak mecburiyetinde olma-masından bahseder. Tacir akşam evine huzur içinde gelir. Yazar bunları söyledikten sonra tefrikada olan “gezer, eğlenir, velhasıl hayat bunun için yapılmış, dünya buna

mahsusmuş gibi yaşar.” ifadesini çıkarır ve yerine “Mesuttur.” kelimesini koyar. Ancak

Halit Ziya bununla kalmaz ve tefrikada arkadan gelen “Lakin ne vâhî bir saadet!..” cümlesini de çıkarır. Görüldüğü gibi tefrikada Necip, bu insanları seyrederken fakir insanların mutlu olmadığını, ama mutlu gibi görünen zengin insanların mutluluğunun da boş mutluluk olduğunu söyler. Kitapta bu durum tersine döner. Yani şu kalır geriye: Yazıcı fakirdir, tacir de mutludur. Yazar böyle yaparak durumu kurtarıyor, ama, aynı zamanda bir ustalık da gösteriyor. Söyleyeceklerini açıkça söylemek yerine zengin adamın zenginliklerini ve yapabildiklerini söylüyor ve buna karşılık fakir adamın bunların hiçbirine sahip olamadığını ve onun yaptığı hiçbir şeyi yapamadığını dolaylı olarak söyleme yoluna gidiyor. Bir yerde yorumu, karşılaştırma yapmayı okuyucuya bırakıyor. Yazar, bu karşılaştırma yapma isteğini de “Lakin şu (Sonra) geçen (bir) şişman, kısa boylu, kırmızı yüzlü (bir) adam (idi ki) zavallı yazıcı ile şayan-ı hayret bir tezat teşkil ediyor(du)” cümlesiyle dile getirmektedir.

Bütün bu tespitlerden sonra artık şu soru sorulabilir. Bu çıkarılan parçaların içinde gerçekten tehlikeli sayılabilecek hiçbir ifade yok muydu? Biz iki cümle tespit ettik:

“Düşünüyorum da beni eğlendirebilecek bir şey bulamıyorum. Hayat gözlerimde o kadar vâhî o kadar beyhude görünüyor ki artık mukaddimesinden hitamına kadar müthiş bir kâbus gibi insanların üzerine çöken bu rüyadan çıkmak istiyorum.”

...

“Bir hayatın bir maksadı olmazsa o hayatın ne ehemmiyeti kalır?”

Necip’in ağzından söylenen birinci cümlenin özellikle son kısmı “artık mukad-dimesinden hitamına kadar müthiş bir kâbus gibi insanların üzerine çöken bu rüyadan çıkmak istiyorum” ifadesi devri eleştirmeyi amaçlayan dolaylı bir ifade olarak algıla-nabilir endişesiyle çıkarılmış olabilir. İkinci cümle ise aslında Necip’in amcasının oğlu tarafından sarf edilen bir cümledir ve devri eleştirmekten ziyade Necip gibi hayata karamsar bakan gençlere verilmiş bir nasihat olarak ifade edilir, yani bağlamı içinde düşünüldüğünde bu cümlenin de devrini eleştiren bir cümle olmadığı görülecektir.

Halit Ziya, yazarlık hayatının daha başlangıcında kendi çıkardığı gazetede tef-rika halinde yayımladığı Bir Muhtıranın Son Yaprakları adlı eserini kitaplaştırırken

(21)

eserin neredeyse üçte birini makaslamıştır. Yazar bu eylemini kendisine yöneltilen bir zorlamadan ziyade bir arkadaşının uyarısı sonucu başına bir şey gelebilir endişesiyle yapmıştır. Halit Ziya sonraki yıllarda da kendisine yapılan uyarılar sonunda “Deli” adlı uzun hikâyesinin tefrikasını yarıda kesmiş,26 “Dayda”yı yayımlamaktan vazgeçmiştir.

Bu vazgeçişlerin bugünkü şartlarda incelendiğinde aslında hiç de sakıncalı ifadeler olmadığı kolaylıkla görülmektedir. Hatta Halit Ziya’nın bundan sonra yazdığı Bir

İzdivacın Tarih-i Muaşakası adlı uzun hikâyesinin mutlu bir sonla bağlanmasını da

bu endişeye bağlamak mümkündür.27 Bu açıdan devrin padişahı II. Abdülhamid için

söylenen “vehimli” sıfatının devrin aydınlarına da sirayet ettiğini söylemek mümkündür. KAYNAKLAR

Çağın, Sabahattin, “Halit Ziya’nın Yarım Kalmış Eseri: Deli”, Yeni Türk Edebiyatı, S. 4, Ekim 2011, s. 31-42.

Mehmet Rauf, “Servet-i Fünun’da Sansür”, Mehmet Rauf’un Anıları, haz. Rahim Tarım, İstanbul, 2001.

Tokgöz, Ahmet İhsan, Matbuat Hatıralarım, İstanbul 1930.

Uçman, Abdullah, Edebiyat-ı Cedîde’ye Dair –Ali Ekrem’den Rıza Tevfik’e Bir Mektup–, 2. b., İstanbul, 2009.

(Uşaklıgil), Halit Ziya, Bir Muhtıranın Son Yaprakları, İstanbul, 1306/1888, 40 s. , Halit Ziya, Kırık Hayatlar, İstanbul, 1944.

Uşaklıgil, Halit Ziya, Kırk Yıl, haz. Nur Özmel Akın, İstanbul, 2008. (Yalçın), Hüseyin Cahit, “Servetifünun”, Edebî Hatıralar, İstanbul, 1935. , “Sabah Gazetesinde”, Ebedî Hatıralar, s. 107.

26 Halit Ziya Bu muydu adlı uzun hikâyesini tefrika ederken eserin aklî dengesini kaybetmiş bir kişisi için

baştan sona “deli” kelimesini kullanırken, kitap haline getirirken o kelime yerine “bu”, “şahıs”, “herif” sıfatlarını kullanmış, bir yerde de kelimeyi tamamen kaldırmıştır.

27 Yazarın yazdığı uzun hikâyeler içinde mutlu sonla biten tek hikâye olması bakımından böyle bir

(22)
(23)

Şerife Çağın

FINE ARTS FROM WHICH HALIT ZIYA BENEFITED

ÖZ: Halit Ziya Uşaklıgil, ele aldığı konular kadar kullandığı üslup ve anlatım teknikleriyle de Türk roman ve hikâyesine ivme kazandırmış yazarlarımızdandır. Güzel sanatlar bağlamında bir okuma yaptığımızda İzmir şehrinin; Halit Ziya’nın gençlik yıllarını önemli ölçüde beslediğini, bu şehirdeki tecrübelerinin kendi eserlerine olduğu kadar diğer Servet-i Fünun yazar ve şairlerine de kaynaklık ettiğini görmekteyiz. Edebiyatı; resim, müzik, dans, tiyatro gibi güzel sanatların diğer alanlarıyla zenginleştirmiş, bazı eserlerinde sanatı, sanatçı kişilikleri, ya-ratma sürecini, sanatın hayatla olan ilişkisini ele almıştır. Öyle ki Halit Ziya’nın edebiyatın dışındaki sanatlara ilgi duyması plastik ve müzikal bir üslubun geliş-mesine de hizmet etmiştir.

Anahtar Kelimeler: Halit Ziya Uşaklıgil, güzel sanatlar, opera, dans, müzik,

resim, İzmir.

ABSTRACT: Halit Ziya Uşaklıgil is one of our writers who has sped up the Turkish novel and story not only with his treatment of themes but also with the style and rhetorical modes which he used. When we do a reading in the context of fine arts, we can see that İzmir cultivated Halit Ziya’s period of youth up to a significant point and that his experiences in this city acted as a source both for his works and for the works of other Servet-i Fünun writers and poets. He enriched literature with other spheres of fine arts such as painting, music, dance, theatre Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 13, Nisan 2016, s. 23-37. * Doç. Dr., Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

(24)

24 ŞERİFE ÇAĞIN and in some of his works he deals with art, personalities of artists, the creation process and the relationship between art and life. Consequently, Halit Ziya’s in-terest in arts other than literature helped him develop a plastic and musical style.

Keywords: Halit Ziya Uşaklıgil, fine arts, opera, dance, music, painting, İzmir.

...

Bazı yazarları, edebî ve gayrı edebî bütün eserlerini göz önüne alarak kronolojik bir sıra içinde okuyup değerlendirmenin bize onlar hakkında önemli bilgi ve fikirler vereceğini düşünüyorum. Böylece bir taraftan ele aldığımız sanatçının evrelerini aşa-ma aşaaşa-ma takip ederken diğer taraftan zaaşa-manın süzgecinden geçerek zirveye ulaşmış; antolojilere, edebiyat tarihlerine tartışmasız bir şekilde girmiş eserlerin nüvelerini eski eserlerin unutulmuş sayfalarında görüp heyecanlanıyoruz ve bu nüveler bizi başka yazarlara, başka eserlere de götürebiliyor. Böyle bir okumayı gerekli kılan yazar-larımızdan biri de kuşkusuz Halit Ziya’dır. Yazarın dönüp dönüp okuduğumuz Mai

ve Siyah, Aşk-ı Memnu ve diğer romanlarından sonra hikâyelerini, hatıralarını, fennî

eserlerini ve sanata dair yazılarını okurken dikkatinin hangi noktalarda yoğunlaştığını da görüyoruz. Bu dikkatlere yazar “heveslerim” diyor. Hikâye-hatıra tarzında kaleme almış olduğu ve İzmirlilere ithaf ettiği İzmir Hikâyeleri kitabının “Gerilere Doğru” başlıklı kısmında gençlik heveslerini şöyle sıralar: “Fen, edebiyat, musiki, güzel eşya, bir bahçe, bir sıcak yuva ve o yuvanın içinde ruha yakın bir eş...”1

Evet, güzel eşya Halit Ziya’nın belki de en hassas olduğu noktalardan biridir. 1884’te İzmir’in ilk edebiyat dergisi olan Nevruz’da Louis Figuer’den ilham alarak bir seri “Tuvalet Masası” başlıklı yazı kaleme alır. Tarak, fırça, koku, sabun, sünger gibi nesneleri anlattığı ve birer makale, birer eşya dersi olarak gördüğü bu yazılar aynı zamanda alay konusu olur.2

O yıllarda Türk toplumu için yeni olan bu küçük küçük, ne işe yaradıkları kes-tirilemeyen eşyaya gösterilen ilgi elbette önemlidir. Ferdi ve Şürekası’nda Hacer’in,

Aşk-ı Memnu’da Nihal, Bihter ve Behlül’ün odalarındaki eşyaları tasvir ederken artık

Halit Ziya sanatının zirvesindedir. Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazarlarımız eşyanın insan hayatındaki önemini anlatırken kuşkusuz Halit Ziya’nın tecrübesinden geçmişlerdi. Sonra yazarımızın heveslerinden bahçe ve yuva: Romanları hep düzenli, iç açıcı bir bahçeyle başlar. “Ev” ise Halit Ziya’nın romanlarının ve bir kısım hikâyesinin temelidir adeta. Güzel bahçeli, çocukların cıvıldaştığı bir evden, kayıpların, kırık hayatların yaşandığı bahçesi bozulmuş, terk edilmiş evlere doğru 1 Uşaklıgil, “Gerilere Doğru”, İzmir Hikâyeleri, s. 48.

(25)

yolculuk yaparız. Tıpkı küçük Halit’in on iki yaşında aile fertlerinin bir kısmını, aşinası olduğu eşyaları, bahçeli evini, sevgili tavuklarını İstanbul’da bırakarak İzmir’e dede ocağına hicret etmesi gibi.3 Ferdi ve Şürekası’nda İsmail Tayfur’un çocukluğunun

geçtiği evin bahçesi şöyle anlatılır:

Bu evin küçük bir bahçesi vardır. İsmail Tayfur, nöbet nöbet; burada mucidinin bir isim vermeyi unuttuğu tekerlekli iskemleye benzer şeyle yürümeye alışmış, biraz sonra topaç döndürmüş, daha sonraları tavuk beslemiş, çocukluğunun bütün hevesatını burada geçir-mişti; şimdi de bazı sabahlar penceresinin yanına oturur, bu küçücük bahçeyi seyreder. Ta odasının yanına kadar yükselen bir erik ağacı vardır ki İsmail Tayfur’la beraber büyümüş-tür. Bu iki arkadaş hemsindir, onun için yekdiğerini pek severler, bazen ağaç, rüzgârın bir isabetinden istifade ederek bir dalını refik-i tufuliyetinin penceresine kadar uzatır, başıyla eski arkadaşını selamlıyormuş gibi sallanır.4

Halit Ziya’nın heveslerinden bir diğeri de musikidir. Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu gibi zirve romanlarından önce İzmir dönemi romanları ve hikâyelerinde karşılaştığımız musiki zenginliğini yazarın gençliğini geçirdiği İzmir dönemiyle izah etmek mümkündür. Hatta musikinin yanına dans ve resmi de ilave etmek gerekir. Kırk Yıl ve İzmir Hikâyeleri biyografik değeri kadar Müslüman, Ermeni, Rum, Yahudi, Fransız, İtalyan nüfusuyla kozmopolit bir yapıya sahip olan İzmir’in gündelik hayatını, sosyal hayatını yansıtma-sıyla da ayrı bir öneme sahiptir. Biz burada öncelikle İzmir yıllarında Halit Ziya’nın küçüklüğünden musikiye ve dansa duyduğu hevesin, nasıl bir tutku haline dönüştüğü üzerinde durarak güzel sanatların yazarın eserlerindeki tezahürünü incelemeye çalışacağız. Halit Ziya’nın kaynaklarından anlıyoruz ki o, vaka ağırlıklı polisiye romanlardan, romantik eserlerden sonra resim terbiyesiyle yetişmiş realistleri kendisine örnek almış-tır.5 Eşyaya olan dikkati, üzerinde ayrıntılı çalışmaları gerektirecek kadar geniştir. Bunun

yanında bütün eserlerinde tasvir ettiği kadın giysileri yan yana getirilse sanırım renkli, hareketli, zengin gardırop karşısında hayretler içerisinde kalırız. Canlı kişiliklere, ruh hallerine göre seçilmiş kıyafet tasvirleri kuşkusuz kadın vücudunu, kadın giysilerini yakından tanıyan, gözlem gücü kuvvetli bir yazarın ürünleridir.

Halit Ziya’nın hayat hikâyesini ve yazılarını bir bütünlük içerisinde değerlendiren Ömer Faruk Huyugüzel, Cumhuriyetin inkılap heyecanıyla çalkalanan yıllarında en çok tartışılan konulardan olan Türk müziği ve tiyatrosunun durumuyla ilgili yazarın düşüncelerini şöyle özetler:

3 Uşaklıgil, Kırk Yıl, s. 137. 4 Uşaklıgil, Ferdi ve Şürekası, s. 72. 5 Uşaklıgil, İzmir Hikâyeleri, s. 41-42.

(26)

26 ŞERİFE ÇAĞIN

Halit Ziya, görüşlerini seri yazılar hâlinde yazmış ve tartışmalara önemli katkılarda bulun-muştur. Söz konusu yazılarda dile getirilen fikirlere göre, evrensel nitelik taşıyan ve belli kanunları olan bir ‘cihan musikisi’, bir de bunun dışında bölgesel millî müzikler vardır. Önemli olan bu dünya müziğinin ya da klasik batı müziğinin yaygınlaştırılmasıdır. Türk sanat müziğini klasik batı müziği gibi çok sesli bir hale getirmek imkânsızdır. ‘İstanbul musikisi’ denilebilecek bu müzik güzel, ancak melal dolu ve uyuşturucu bir müziktir. Arap, Acem, Bizans müzik unsurlarının etkisiyle oluşmuş melez bir yapıya sahiptir. Müziğimizin asıl kaynağı Anadolu’da ve folklorumuzda bulunmaktadır. Bu alanda geniş ufuklara varabilmek için türkülerimizdeki nağmeler klasik batı müziğine göre yeniden düzenlenmelidir. Bunu da ancak Cemal Reşit Bey gibi modern müziğin usullerini bilen genç besteciler yapabilecektir. Halit Ziya bu fikirler çerçevesinde o yıllarda çok yaygın olan kanto müziğini klasik müziğin çok bayağı bir taklidi olarak görür ve buna şiddetle karşı çıkar.

Müziğin önemli bir rol oynadığı tiyatro konusundaki yazılarında ise yazar, dil ve müzik konularında yaptığı gibi önce ele aldığı konunun bir tarihçesini verir. Modern tiyatronun, özellikle opera ve operetlerin bizdeki gelişme seyrini hatıralarına dayanarak anlattıktan sonra, tiyatromuzun gelişip yaygınlaşması için operet ve operaların yazılması gereğine işaret eder. Geçmişte Çuhacıyan’ın yazdığı operetler bu konuda yol gösterecek örneklerdir.

Bunlar klasik müziğin benimsenmesinde de önemli bir rol oynayacaklardır.6

Halit Ziya’da güzel sanatlara karşı uyanan ilgi, yazarın hatıralarından ve hikâyelerinden anlaşıldığı üzere on iki ile yirmi dördüne kadar dolgun bir hatıra zin-ciriyle bir hayat geçirdiği İzmir’de yatmaktadır.7

Gramofona ve pek zengin bir plak mecmuasına sahip olduğunu söyleyen yazar bu aleti yalnızlığının bir avunma vasıtası olarak görür. Bach’tan, Gluck’tan, Mozart’tan, Beethoven’dan parçalar çalarak kendinden geçer ve başka dünyanın derinliklerine dalar. Gerilere, İzmir yıllarına döndüğünde ise başka sınıftan üstatların ismini sıralar:

Waldteufel’den, mesela Dolores, Myosotis; Ivanovici’den Tuna Dalgaları, Strauss’tan Şark Masalları v.s. Bunlar beni gençliğimin henüz acılarla yaralanmamış şetaretine gö-türür ve bahtiyar yahut hülyakâr bir valsin dalgaları içinde sanki yeniden canlandırarak döndürür, sarhoş eder.8

Hayatının ilk balolarıyla tanışması, İzmir’de on dört on beş yaşlarındayken Auguste de Jaba isminde dedesinin işleriyle de meşgul olmuş, nereden geldiği bilinmeyen, çok dil bilen, zevk sahibi, yazarın Mekitarist mektebine gitmesine vesile olan bir levan-6 Huyugüzel, Halit Ziya Uşaklıgil, s. 80.

7 Uşaklıgil, İzmir Hikâyeleri, s. 24. 8 a.g.e., s. 32-33.

(27)

ten sayesindedir. Genç Halit’in azınlık ve levantenler arasında bir çevre edinmesini sağlayacak Mekitarist mektebi, Ermeni Katolik rahiplerin yine Ermeni çocukları için İzmir’de kurdukları bir okuldur. Jaba ve askerî doktorlardan biri olan Fano Bey Karşıyaka’da otururlar. İkisi de bir hafta ara ile birer balo verirler. O tarihte, değil bir Türk çocuğunun, hatta bir Türk gencinin bir baloda dans etmesine ihtimal olmadığını söyleyen Halit Ziya, bu davetlerde yaşadığı mahcubiyeti ve acemiliği unutamaz.9

Bu mahcubiyet Halit Ziya’yı dans öğrenmekten alıkoymaz, aksine teşvik eder. Azınlıklarla ilişkisini arttırdığı bir başka yer, toptan gıda ticaretiyle uğraşan babasının mağazasıdır. Orada, ecnebilerle yapılan işlerle meşgul olan David Ben Ezra adında bir Musevi genç sayesinde başka Musevi arkadaşlar da edinir. Halit Ziya bu gençlerle işye-rinin bulunduğu Yemiş Çarşısı’ndaki Cezayir Hanı’nda kendilerine tahsis edilen odalarda İzmir’in ticaret âleminden Fransa’daki düşünce ve edebiyat hareketlerine, siyasî değişik-liklere, din meselelerine varıncaya kadar pek çok konuda sohbetler eder. Onun bu Musevi gençleriyle bir başka ortak bağı danstır. Bir gün arkadaşları İzmir’e yeni gelmiş Cezana isminde bir dans mualliminden bahsederler. Fano Bey’in Karşıyaka’daki balo gecesinde yaşadığı mahcubiyeti bir türlü unutamayan Halit Ziya altı arkadaşıyla birlikte Cezayir Hanı’nın odalarının birinde ders almaya başlar. Yazar bu ilginç dans muallimini ve o günün şartlarına göre Türklerin arasında hiç de alışılmış olmayan bu dersleri şöyle anlatır:

Orta boylu, iri kafalı, hafif çiçek bozuğu, sarısına kır karışmış saçlarının altında süzgün nazarlarla bakan mavi gözlü, kırkını aşmış bir Musevi ki Yunan adalarından birinde doğmuş dediler. Irkdaşları ile tercihen Rumca konuştuğuna nazaran bu rivayet doğru olmalıydı. Fakat onlarla konuşmadığı lisan yoktu ki. Bu, İngiliz hikâye-nüvisi Joseph Conrad’ın eşhasından birine benzerdi. Bahr-i Sefid’in dalgaları onu adasından koparıp aldıktan sonra, İtalya’nın, Fransa’nın, Şimali Afrika’da Tunus’un, Mısır’ın, şarkta Suriye’nin muhtelif iskelelerine ata ata nihayet İzmir’e kadar getirmişti. Buradan sonra belki de Boğazları aşarak Karadeniz’e kadar yuvarlanacak olan bu yonga şimdilik İzmir’de ilk şakirdlerini Cezayir Hanı’nın üst kat odasında bulmuş oldu. Elinde kemanıyla gelir; bir yandan çalar, bir yandan şakirdlerine gölgesiyle, omuzlarının hafif bir silkintisiyle, refakat ederek ders verirdi. O zaman ne tango ne fokstrott ne çarliston vardı, o zaman murabba raksları dedikleri quadrille ve lancier ile dönen rakslar dedikleri Polka, Mazurka, Shcotis ve hususuyla Valse vardı. Cezana bize fazla olarak Varsoviyen ve Krakoviyen namları ile iki raks daha gösterdi ki İzmir’ce maruf olmadığı için bu rakslar sayesinde kendisine bir reklam yapmak istediğine sonradan vâkıf olduk. Hakkı da vardı, bunlardan ikincisi ağır polka ile ağır valsten mürekkep bir hoş raks idi ki gerek oynayanların gerek temaşa edenlerin üzerinde tuhaf bir tesir yapıyordu.

(...)

(28)

28 ŞERİFE ÇAĞIN

Bizi kâfi derecede hazırladıktan sonra İzmir’in Musevi âleminde gittikçe genişleyen tedris dairesine dahil olan gençlere mahsus hususi dans geceleri tertip etti. Daha sonra bu hususi içtimaların halkasını tevsi etti. O zaman ne şimdi olduğu gibi birçok ahkama ne de istibdat idaresinin sonradan sıkıştırdığı çembere tabi olmayan bu içtimalara kumar müptelaları da ithal edildi. Ben dans ederken yan odalarda Türklerden kumar ibtilakârlarını görürdüm. Onların beni frakla, başı açık görmekten mütehayyir nazarlarıyla benim onları kumar masasında görmekten mütevellit teessüf nazarlarımın tuhaf çarpışmaları olurdu.10 1883-1885 yılları arasında İzmir valiliği yapmış ve ilk resmî baloyu düzenlemiş olan Naşit Paşa’nın Halit Ziya için ayrı bir önemi vardır. İzmir’in ilk yenileşme ha-disesini Naşit Paşa’ya borçlu olduğunu söyleyerek onun hükûmet konağında tertip ettiği büyük balodan söz eder. O günün siyasî ve kültürel şartlarında Naşit Paşa’nın bu cesaretli ve özgürlükçü tavrını över. Bu baloda Halit Ziya “İzmir gençliğinin tek mümessili sıfatıyla, başı açık ve arkasında frak, henüz bir çocuk, bir rüştiye muallimi-nin, bir kadrilde koca bir valinin muvacehesinde vis-à-vis11olduğuna vilayetin burada

hazır bulunan erkânı hayretler” ederler.12

Bu balodan sonradır ki Halit Ziya özel olarak düzenlenmiş dansların dışında hemen bütün büyük baloların sadık bir müdavimi olur.

“Yırtık Mendil” gibi küçük hikâyeleri arasında üç beş kadarının bu gençlik sene-lerine ait balo izlenimlerinden ilham alarak yazıldığını bizzat kendisi söyler.13

Dansın dışında opera ve operetlere de ilgi duyan Halit Ziya, on yediden yirmi ikiye kadar beş yıllık hayatını anlatırken Rüştiye arkadaşları ve mahalle komşularının dışında yine hayatına iştirak eden yabancılardan oluşmuş bir ikinci zümre üzerinde durur. Birincilerden tamamen ayrı olan bu zümre Halit Ziya’yı başka zeminlere sevk eder. Bu dostlar sayesinde gördüğü piyesleri, dinlediği pek çok opera ve operetleri anlatırken 1880 yılları İzmir’inin ne kadar hareketli ve renkli bir şehir olduğuna tanık oluruz:

İzmir’in yaz ve kış, daha ziyade yaz, bir tiyatro hayatı vardı ki İtalya ve Fransa ile de-nizden münasebatı sayesinde İstanbul’dakinin hiç dûnunda değildi; hatta belki fevkinde idi... Buna başlıca sebep olarak istibdat hükümeti tarafından tiyatrolara karşı tatbik edilen zecrden İzmir’in bir dereceye kadar vareste kalması gösterilebilir.

Rıhtımda mutlaka bir İtalyan operası yahut bir Fransız operet kumpanyası, vakit vakit her iki lisanda facia ve mudhike trupları bulunurdu ve biz üç beş dost bunların müptela müdavimleri idik. Bu sırada bende hasıl olan musiki merakı beni daha ziyade operalarla 10 Uşaklıgil, Kırk Yıl, s. 246-247.

11 Vis-à-vis (Fr.): yüz yüze. 12 Uşaklıgil, Kırk Yıl, s. 294. 13 a.g.e., s. 295.

(29)

operetlere sevk ederdi; muhakkak haftada üç beş geceyi buralarda geçirmek için Yokuş Başı’ndan rıhtıma kadar yürüyordum.14

Bu dönemde Halit Ziya dans dersleri alırken musikiyle de iştigal etmiştir. Baba-sının iş yerinde çalışan Hakkı Efendi isminde bir genç haftada birkaç kere İzmir’in meşhur şarkıcılarından Salomon’dan ders alırken o da bu derslere iştirak etmiş, ayrıca hocanın özel dairesinde de bu derslere devam etmiştir.15

Halit Ziya Osmanlı Bankasının İzmir şubesinde mütercim ve muhasip olarak çalıştığı (1886) ve İzmir dönemi eserlerini verdiği sıralarda boş vakitlerini nasıl ge-çirdiğini anlatırken İzmir’in eğlence hayatına da ışık tutmuş olur. Bankada birlikte çalıştığı Katoliklerin ihtiyatlı, Rumların ise sokulgan olduklarını söyleyerek ikinci zümreyi kendisine daha yakın bulur. Her iki gruptan dostlara sahip olan Halit Ziya yabancıların aile hayatlarına, özel toplantılarına katılır, buralarda genç kızlarla dans edilir, musiki âlemleri yapılır ve gezintiler düzenlenir. Onun katıldığı başlıca faaliyet-lerden biri de tiyatro âlemleridir:

İzmir’de bütün yaz mevsimini işgal eden bir tiyatro hayatı vardı; şehrin az çok müsait olan iki sahnesinde ya bir Fransız veya Rum operet kumpanyası yahut –daha sık olarak– bir İtalyan opera heyeti oyunlar verirdi. Rumca yahut Fransızca mudhike veren kumpanyaların ara sıra İzmir’e uğradıkları olurdu ve o zaman İzmir’in pek müşkülpesent halkı karşısında oyunlar verebilmek için bu heyetlerin pekiyi intihap edilmiş olmasına lüzum vardı. Burada İtalyan operalarından İzmir’de oynanması mümkün olanları, Bellini, Donizetti ve Verdi’nin hemen bütün yaşayan operalarını görüp tanımak ve hele Fransız operetleriyle

pek alakadar olmak mümkün oldu.16

İzmir Hikâyeleri’nde ifade ettiği “on sekiz yirmi yaşlarının hayata türlü emellerle

koşan çağına” dönerken bu tutkusunu büyük bir coşkunlukla anlatır.17

Bir gün Halit Ziya İzmir’e bir Türk operet kumpanyasının geleceğini haber alır. Gelen Benliyan Efendinin idaresinde bir Türk operet kumpanyasıdır. Güllü Agop za-manından kalan çeviri Fransız operetlerinden başka Çuhacıyan Efendinin “Leblebici Horhor”, “Arif’in Hilesi”, “Köse Kahya” olmak üzere üç opereti sahnelenir. Bu, İzmir’i ve Halit Ziya’nın hissiyatını dalgalandıran büyük bir olaydır. Bu sanatçıların çeviri operetleri Fransız kumpanyalarından daha iyi oynadıkları hususunda İzmir’in bütün sanatçıları birleşmiş, ayrıca Leblebici Horhor kendine özgü şivesiyle çok beğenilmiştir.18

14 a.g.e., s. 208-209. 15 a.g.e., s. 210. 16 a.g.e., s. 336-337.

17 Uşaklıgil, İzmir Hikâyeleri, s. 34. 18 Uşaklıgil, Kırk Yıl, s. 338-340.

(30)

30 ŞERİFE ÇAĞIN Halit Ziya’nın İzmir’de başlayan temaşa zevki İstanbul’da da devam eder. Bu dönem hatıralarından, Eylül yazarı Mehmet Rauf’la ilgili olanı, Halit Ziya’nın, kendi dönemi yazarları arasındaki etkisini göstermesi bakımından önemlidir. Ömründe hiç opera görmeyen Mehmet Rauf’u bir İtalyan opera kumpanyasının sahnelediği Verdi’nin “Maskeli Balo” operasına götürür. Aşağıdaki parça Mehmet Rauf’un tecrübesizliği karşısında, Halit Ziya’nın tiyatro kültürünü ve operaya düşkünlüğünü göstermektedir:19

Bu akşam burada yan yana oturduk. Hiç fena olmayan bu kumpanya meşhur İtalyan bestekârının ikinci tarzında en güzel operası olan bu eseri baştanbaşa takdire şayan bir muvaffakiyetle icra ediyordu. Hele bir aralık baş muganniye –ki pekiyi bir soprano idi– meşhur Cavatine’i söylerken adeta mestane bir gaşy içinde idim, teessürüme onu da teşrik etmek üzere yavaşça döndüm ve hayretle gördüm ki Mehmet Rauf mışıl mışıl uyuyor. İleride görülecek ki bu gece, bu nefis musiki eserine karşı uyuyan bu adam, sonraları adeta marizane bir meftuniyetle bir mélomane –dar-ül-elhan mübtelası– oldu ve Garp musikisinin içinde boğulmak istercesine senelerce yüzdü.

Halit Ziya’daki dans, opera, operet tutkusunun hikâye ve romanlarında izini sürerken elbette İzmir’in sıcak, müsamahalı, çok kültürlü yapısını göz ardı etmemek gerekir. “Deli Fato”, “Kır Aşkı”, “Yırtık Mendil” gibi hikâyelerde bir taraftan İzmir’de-ki Türk ve yabancı unsurların, özellikle İzmirli kadınların diğer şehirlere göre daha rahat bir ortamda yaşadıklarına tanık olurken, diğer taraftan da Halit Ziya’nın insanı yargılamaktan uzak, farklı psikolojileri anlamaya çalışan bir tavır içerisinde olduğunu düşünürüz. Böylesi bir ortamda gelişme imkânı bulan güzel sanatlar ise Halit Ziya’nın romanları bir yana pek çok hikâyesine konu olmuş, hatta edebiyatımızda müzikal ve tasvirî bir üslubun doğmasına yol açmıştır.

Burada ele alacağımız “Yırtık Mendil”, “Son Levha”, “Sanat Hayatından”, “Ruznameden Müfrez”, “Mösyö Kanguru”, “Bravo Maestro” hikâyelerinde dans, resim, opera, müzik, gösteri sanatları hem konu olarak işlenmiş hem de görsel ve işitsel bir üslupla canlandırılmıştır. “Yırtık Mendil”de, Halit Ziya’dan izler taşıyan Mesut Hurrem Bey’in ağzından bir dans gecesi anlatılır. Hurrem Bey, uzun süredir İzmir’de ikâmet eden meşhur bir sülaleden varlıklı bir Suriyeli ailenin evine davet edilir. Bu ailenin büyüğü yirmi, küçüğü on sekiz yaşlarında Cemile ve Feride isimli iki güzel kızı vardır. Gece, henüz iki aylık evli olan Cemile’nin şerefine düzenlen-miştir. Hurrem Bey, genel olarak ortamdan, Cemile ve Feride’nin güzelliğinden 19 Uşaklıgil, Kırk Yıl, s. 565-567. İlerleyen zamanlarda Mehmet Rauf’un müzikle haşır neşir olması netice

vermiş ve batı müziğine ilgisi bir alışkanlıktan öte düşkünlük derecesine varmıştır. Hatta bir köyde küçük bir ev tutarak musiki teşkilatı kurmuş, eline ne kadar para geçerse her şeyi unutarak bir yandan taksitleri öderken diğer yandan yeni yeni nota diskleri getirtmek suretiyle adeta aç kalmaya razı olmuştur. Bkz.

Referanslar

Benzer Belgeler

Sahaflık yaptığı için Sahaf Rüşdî adıyla da tanınan şairin asıl adı Ah- med'dir. Daha sonra İstanbul Sultan Ahmed Han Medresesi'nde müderris Mirza Mehmed Efendi ile

Utanç ve suçluluk aras ndaki ayr büyük ölçüde ihmal eden Freud (akt., Tangney ve Dearing, 2002) ilk çal malar nda utanc cinsel olarak te hirci dürtülere kar bir kar t

Yahya Bey’in Şâh u Gedâ mesnevinin çevresel ve olgusal boyutuyla mekân tasvirlerini incelediğimizde ise Şâh u Gedâ mesnevinde yapılan kimi mekân tasvirlerinde salt

Semboller, sanat ve edebiyatta olduğu gibi teoloji alanında da nesnel, soğuk ve katı bir gerçekliğe dayanan veya en azından onu çağrıştıran bir dil yerine, sezgiye dayalı

According to another finding of the study; the comparison of anger state of the sedentary participants according to sex variable did not reveal any

1996 yılının Kasım ayında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı’na asistan olduğumda başka

Aşağıya alınan diğer beyitte ise Emrî, sevgilinin gül kadar nazik bedenini kötü gözden sa- kınmak için saçını misk ile yazıp tomar olarak boynuna astığını dile

Böylelikle Fuzûlî’den sonra özellikle Vâkıf’a kadar ki dönemde Azerbaycan edebî dili hem sözlü hem de yazılı dil olarak geniş dairede kullanılmış; yazılı