• Sonuç bulunamadı

Kocası Seleme de ilk Müslümanlardan ve aynı zamanda Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) süt kardeşidir. Ümm-ü Sele-me Validemizin SeleSele-me adındaki oğlu da ilk hicret diyarı olan Habeşistan’da dünyaya gelmiştir. Ayrıca Ömer ve Zeynep adında iki tane daha çocuğu vardır. Oldukça zeki ve hafıza-sı güçlü bir hanımdır. Sahabilerin fakihlerindendir. Necaşi ile Mekke’den giden Kureyş heyetinin arasında geçen konuşma-ları da bize o rivayet etmektedir. Mekke müşriklerinin Habe-şistan’da bile Müslümanların yakasını bırakmadığını, kendi in-sanını başka milletlere jurnallediğini görme ve bununla küfrün mantığını anlama açısından Ümm-ü Seleme Validemizin bu rivayetini aktarmada fayda görüyoruz.

Kendi çıkarları konusunda oldukça dikkatli davranan Mek-keli müşrikler, çok geçmeden, Habeşistan’a hicret eden Müs-lümanların sınır dışı edilmeleri isteğiyle Habeşistan’a resmî bir elçi göndermeye karar verdiler. Mekke bölgesinde tabaklanıp işlenen deriler, Habeşistan’da çokça rağbet gören Arap ürün-lerindendi. Necaşi’nin huzuruna çıkmadan önce, kraliyet sara-yındaki tüm din adamları ve öteki yöneticilere hediye edilmek üzere bol miktarda bu derilerden temin edildi. Onlara heyetin geliş amacı açıklanarak, Necâşî nezdinde kendilerine destek olunması sağlandı. Habeşlilerin, hicret eden Müslümanları ül-kelerinden kovarken vicdanî bir rahatsızlık duymamaları için, onların Hristiyan olmadıkları özellikle vurgulandı. Mekkeli he-yet Necaşi’ye şöyle diyordu:

“Ey Hükümdar! Aramızdan bazı budala gençler senin ül-kene sığınmışlar; onlar kendi halkının dinini terk ettiler, ama seninkini de kabul etmiş değiller. Aksine, bizim için de senin için de meçhul, yepyeni bir din icat ettiler. Onların

ana-baba-Ümm-ü Seleme (r.a.)

ları, akrabaları ve amcalarından ileri gelen çok sayıda hatırlı kişi, bu hicret edenlerin hata ve kusurlarını herkesten daha iyi bilen kimseler olarak, onların ülkeden sınır dışı edilmelerini istemek üzere bizleri gönderdiler.”

Daha önceden gönülleri kazanılan saray çevresi, bu iste-ği destekledi. Ancak kral, kendisine sığınan insanların hakkını koruma hakkına ihanet etme düşüncesiyle sinirlenip karşı çıktı.

Hemen Müslümanları huzuruna getirtti. Abdullah b. Ebî Rebî’a ve Amr b. el-Âs bu durumdan hiç memnun olmamakla birlikte, buna engel de olamadılar. Aynı şekilde Müslümanlar da endişe ve korkuya kapılmışlardı. Ama neye mâl olursa olsun gerçeği söylemeye karar verdiler.

Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yeğeni Ca’fer söz alarak şöyle söyledi:

“Ey Hükümdar! Allah bize kendi aramızdan birini seçip onu kendi elçisi olarak gönderinceye kadar bizler cahil bir toplu-luk idik; putlara tapar, şehvetlerimizden kaynaklanan günahlar işler, zayıflara zulmeder, kötü ve çirkin her fiili işlerdik. Bizler onun bütün erdemlerini, doğruluğunu, iffetini gayet yakından ve mükemmel bir şekilde biliyorduk. O bize diğer insanlara kö-tülük yapmaktan çekinmeyi, sadece tek olan Allah’a kulluk et-meyi, namaz kılmayı, yoksullara sadaka veret-meyi, oruç tutmayı ve güzel olan ne varsa onları yapmayı (salih ameli) öğretti. Bütün bunlar bizim hoşumuza gitti ve bunları yapmaya başladık; ama hemen ardından, bizi kendi yurdumuzu terk etmek ve senin ül-kene sığınmak zorunda bırakan kendi yurttaşlarımızın işkence ve zulümleri başladı. Biz, tüm seçeneklerimiz arasından seni tercih ettik; zira senin yanında bize hiçbir kimsenin zulmetme-yeceğini ümit ediyorduk.”

Necaşi, bu ilahi mesajdan birkaç parça hatırlayıp hatır-lamadığını kendisine sorunca, Ca’fer, her ikisi de ilahi birer

mucize olan Hz. Yahya ve Hz. İsa’nın (aleyhisselam) doğumlarının anlatıldığı Meryem suresinin ilk âyetlerini okudu. O sırada ön-lerinde İncil nüshaları olan din adamlarınca etrafı kuşatılmış bulunan Necaşi, kendileri için çok değerli ve kutsal olan bütün bu hususların hiç beklemedikleri bir biçimde âyetlerde yücel-tilmesi karşısında, rahiplerle birlikte ağlamaya başlamıştı. So-nunda kral şöyle dedi:

“Bu ışığın kaynağı, İsa’ya gelen kutsal mesajınki ile aynı-dır. Haydi şimdi esenlik ve barış içinde gidiniz; sizi bu puta tapıcılara kesinlikle teslim etmeyeceğim.”80

Müslümanlar bu emandan sonra Habeşistan’da emniyet ve güven içerisinde dinlerini yaşamış, hicret diyarının bereke-tinden istifade etmişlerdir. Hem dünya berekebereke-tinden hem de Cenab-ı Hakk’ın şu müjdesinden:

“Onların Rabbi de dualarına şöyle icabet buyurdu: “Sizden gerek erkek, gerek kadın hayır işleyen hiçbir kimsenin çalış-masını zayi etmem. Çünkü siz birbirinizdensiniz, birbirinizden farkınız yoktur. Benim rızam için hicret edenlerin, vatanların-dan sürülenlerin, Benim yolumda işkenceye, zarara uğrayan-ların, Benim yolumda savaşanların ve öldürülenlerin, Elbette kusurlarını örtecek ve elbette onları Allah tarafından mükâfat olarak içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim. En güzel ödüller Allah’ın yanındadır.” (Âl-i İmrân 3/195)

Habeşistan’da bu durum devam ederken Mekkeliler de Müslümanlara karşı boykot ilan etmişlerdi. Ancak üç yıl süren sıkı ve zalimce bu boykot içinde insafa gelen bazı Mekkeliler tarafından yırtılınca, Hz. Hamza ve Hz. Ömer gibi güçlü kim-seler Müslüman olunca ve Mekkelilerin Müslümanlığı kabul ettiği haberleri yayılınca muhacirlerin bazısı Habeşistan’dan

80 İbn Hişâm, 1/364.

Ümm-ü Seleme (r.a.)

geri döndüler. Dönenler arasında Ümm-ü Seleme ve kocası da vardı. Geri dönünce işin böyle olmadığı, hatta Kureyş’in şiddet ve işkenceyi daha da arttırdığını görünce, Rahmet Pey-gamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabı Medine’ye hicret etmeleri hususunda yönlendirdi.

Ağır İmtihan

Ancak bu sefer de müşrikler, Ümm-ü Seleme ve kocasının önüne daha büyük bir engel çıkardılar. Gönlünde azıcık mer-hamet duygusu olan herkesi ağlatacak bir tablo vardı ortada.

Müşrikler Medine’ye gidecek olan herkesin önüne geçiyor;

kiminin hayvanlarını, kiminin parasını, kiminin de çocuğunu elinden alıyor ve hicretlerine engel olmaya çalışıyorlardı. An-cak imanın içlerinde yerleştiği bu kâmil insanları yollarından çevirmeleri mümkün olmuyordu.

Evet, kiminin mallarına engel oluyorlardı Suheyb gibi. Su-heyb b. Sinan, Mekke’nin yerlisi değildi. Dışardan gelmiş, ama çok zengin olmuştu. Aynı zamanda büyük meblağda alacak-ları vardı. O da, nur haledendi. Mekke’yi terk etmeye karar vermişti. Tam ayrılacağı zaman ise, gözü mad deden başka bir şey görmeyen Kureyşliler, Su heyb’in önüne dikildiler. Git-mesine mâni oldu lar. Onlara şu teklifi yaptı:

“Alacaklarımdan vazgeçsem, mallarımı si ze bıraksam, bana engel olmaktan vazgeçip de yol verir misiniz?” Onlar da:

“Evet! Dediklerini yaparsan sana engel ol mayız!”’ dediler.

Bunun üzerine Suheyb sevinç içinde:

“Öyle ise bütün mallarım sizin olsun.”’ deyi verdi. Kudsiler ordusundan Suheyb iki şeyden birini seçme mecburiyetinde kalmıştı. Verdiği karar, Allah ve Resûlü’nü çok sevindirmişti ki, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hadiseyi duyunca:

“Suheyb kârlı çıktı! Suheyb kârlı çıktı!”81 müjdesini vermişti.

Kimisinin de biricik ciğerparesine el koyuyorlardı, Ümm-ü Seleme ve Ebu Seleme’ninki gibi. Ebu Seleme, zevcesi Hz.

Ümmü Seleme ile oğlu Seleme’yi devesine bindirip Medine’ye götürmek isterken Hz. Ümmü Seleme’nin men sup bulunduğu Mugîreoğullarının erkekleri onları görmüş, Hz. Ümmü

Seleme-’yi yabancı beldelerde gezdirip dolaştırmasına müsaade ede-meyecekleri bahanesini ileri sürerek elinden almışlar, onlara kızan ve Ebu Seleme’nin kabilesinden olan Abdulesedoğulları da, Seleme’yi Hz. Ümmü Seleme’ye vermemişlerdi.82

Olayı bizzat Hz. Ümmü Seleme şöyle anlatıyor:

“Mugîreoğulları beni yanlarında hapsettiler. Kocam Ebu Seleme ise Medine’ye gitti. Böylece, benimle kocamı ve oğ-lumu ayırdılar. Ben, bir yıl veya bir yıla yakın bir müddet, her sabah Ebtah’a çıkıp oturur; akşama kadar ağlar durur dum.

Mugîreoğulları ailesinden, amcamın oğullarından bir adam, bir gün yanıma uğradı. Halimi görünce, bana acıdı. Mugîre-oğullarına:

“Siz şu zavallı kadıncağızı kocasının yanına daha ne diye göndermezsiniz?! Onu, hem kocasından hem oğlundan ayır-dınız.” dedi. Bunun üzerine, Mugîreoğulları bana: “İstersen, git, kocana kavuş!” dedi.

Abdulesedoğulları da oğlumu bana geri verince, deveme binip oğlumu kucağıma aldıktan sonra, Medine’deki kocamın yanına gitmek üzere yola çıktım. Yanımda Allah’ın kullarından hiç kimse yoktu. Kendi kendime:

“Beni kocamın yanına ulaşıncaya kadar götürecek bir kimseye rastlayabilir miyim ki?” deyip gittim. Ten’im’de

bulun-81 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-Nebeviyye, 2/477.

82 İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 7/341.

Ümm-ü Seleme (r.a.)

duğum sırada idi ki, Abduddaroğullarının kardeşi Osman b.

Talha b. Ebi Talha’ya rastladım. Bana:

“Ey Ebu Ümeyye’nin kızı! Nereye gidiyorsun?” diye sordu.

Ona:

“Medine’deki kocamın yanına gitmek istiyorum.” dedim.

Bana:

“Senin yanında gidecek bir kimse yok mu?” diye sordu.

Ona:

“Yok! Vallahi, ancak Allah var! Bir de, şu oğulcuğum!” de-dim. Bana:

“Vallahi, seni bu yolda yalnız bırakmak doğru olmaz!” dedi ve hemen devenin yularını tutup benim le birlikte hızlı hızlı git-meye devam etti. Vallahi Arap erkekleri içinde, hiçbir zaman, ondan daha saygılı ve nezaketli bir yoldaş görmedim. Bir ko-nak yerine erişince devemi çöktürür, ben ininceye kadar bana arkasını döner, benden uzak laşır, ben deveden indikten sonra gelip deveyi götürür, semerini indirir, onu bir ağaca bağlar, kendisi de gidip bir ağacın altına uzanırdı. Hareket zamanı ge-lince de kalkar, tekrar semeri devenin sırtına koyar, deveyi ya-nıma getirip çöktürdükten sonra arkasını döner, bana: “Bin!”

derdi. Ben bindikten sonra, gelir, devenin yularından tutar ve giderdi. Beni Medine’ye ulaştırıncaya kadar, hep böyle dav-randı. Kuba’da Amr b. Avfoğullarının köyüne bakınca:

“Senin kocan işte bu köydedir! Artık, Allah’ın bereketi üze-re, gir oraya!” dedikten sonra, Mekke’ye dönmek üzere ya-nımdan ayrıldı. Ben, hiçbir zaman, Osman b. Talha’dan daha ikramlı ve saygılı bir yoldaş da görmedim!”83

Bu meşakkatli ve uzun yolculuk sona ermişti. Zaten insan da bu dünyada bir yolcudan ibaret değil miydi? Kâinatın

Efen-83 İbn’ül-Esîr, a. g. e; 7/341-342.

disi insanın bu dünyada bir yolcu olduğunu, burada kalıştaki sürenin de ağaç altında gölgelenmek kadar kısa zaman dilimi olduğunu beyan buyurarak bu yolculuğa dikkatleri çekmiş-ti. Evet, insan bir yolcudur. Ruhlar âleminden anne karnına, oradan dünyaya, dünyada çocukluk, gençlik, ihtiyarlık derken kabir kapısına, oradan haşre, haşirden ebed memleketi olan cennet ya da cehenneme.