• Sonuç bulunamadı

2.15 Emin Cemayel Dönemi

2.15.5 Batılı Rehineler Savaşı

Çok Uluslu Güç çekildikten sonra da Batılı gazeteciler ve iş adamları rahat bir şekilde, Beyrut’ta dolaşıyorlardı. 1984 yılı içinde, sokakta dolaşan bu batılılar, teker teker ortadan kaybolmaya başladılar. Çoğunluğu da İslâmi Cihad örgütü tarfından kaçırıldığı, daha sonra Büyükelçiliklere edilen telefonlardan öğrenildi. Bir batılıyı kaçıran örgüt, bir veya iki gün sonra Büyükelçilik veya büyük haber ajanslarına telefon ederek, rehinenin kendi ellerinde olduğu, eğer ülke (genellikle ABD) Lübnan politikasını değiştirdiğini belirlenen bir zaman dilimi içinde açıklamazsa, rehinenin öldürüleceği bildirilmekteydi. Rehineleri alanlar çoğunlukla İslâmi Cihad örgütü olmasına rağmen, batılıların gözüne bütün örgütler bir olarak görülüyor (Lübnan’daki Müslüman terör örgütleri olarak), hatta Filistin Kurtuluş Örgütü de bunun içinde sayılıyordu. Rehinelerin tutulduğu yaşam şartları da çok farklıydı. Bazı gruplar rehinelere çok iyi bakarken, bazı gruplar da rehinlere işkence ediyor veya yaşam şartlarını kasti olarak çok kötü tutuyorlardı. Rehin kalma süresi içinde, bazı rehineler, işkenceden, bazıları yetersiz beslenme ve tıbbi yardım olmaması bazıları ise doğal nedenlerden hayatlarını kaybetmiştir. Bazı rehineler de uzun süre hayatta kalmalarına rağmen bazı politik veya askeri gelişmelere misilleme olarak öldürülmüşlerdir. Buna en çarpıcı örnek, üç Amerikan rehinesi, 1986 yılında Amerika’nın Libya’yı bombalaması üzerine, Amerika’ya misilleme olarak uzun

süre tutulduktan sonra Libya yanlısı bir grup tarafından öldürülmüştür.291 Bunun yanında, birçok rehine, çok iyi şartlarda tutulduğu daha sonra Rehineler tarafından açıklanmıştır. Hatta, bir batılı rehine (Benjamin Weir) kendisine çok iyi bakıldığını, kaçırıldıktan sonra, kendisiyle örgütün şahsi bir sorunlarının olmadığını, kendisinin daha çok politik nedenlerden burada tutulduğunu ve verdikleri rahatsızlıktan dolayı özür dilediklerini, hemen hemen her türlü ihtiyacını karşıladıklarını, hatta, Noel’ini dahi bir kartla kutladıklarını, kendisine geleneksel Arap misafirperverliğini gösterdiklerini salıverildikten sonra anlatmıştır.

Lübnan’da bütün hızı ile devam eden rehine savaşı veya krizine bir başka boyutta eklendi. 14 Haziran 1985 tarihinde Amerikan TWA havayollarına ait 847 uçuş numaralı uçağı Atina-Roma uçuşunu yaparken Beyrut’a kaçırıldı. Daha sonraki üç gün, uçak Beyrut ile Cezayir arasında mekik dokudu. Üçüncü gün, uçak kaçıranlar isteklerini belirttiler. Buna göre, İsrail’in 1982’deki işgali sırasında toplayıp götürdüğü ve hapiste tutuğu 700 Şii’nin salıverilmesini istediler. Altı koldan, ABD, Emel, Hizbullah, İsrail, Suriye ve İran, yapılan görüşmeler neticesinde bütün rehineler serbest bırakıldı ve bunu, İsrail’in işgal sırasında toplayıp götürdüğü tutukluları serbest bırakması izledi. Bu kaçırılma sırasında hayatını kaybeden tek kişi, uçak yolcularından ABD Donanmasında New Jersey gemisinde görevli bir asker oldu. Uçak kaçıranlardan birisinin ailesinin tamamı, 1983 yılında New Jersey zırhlısından atılan o korkunç mermilerin birisinin isabet etmesiyle öldüklerinden, bu askeri uçaktan atarak öldürdüler. Bu uçak kaçırama olayı dünyada büyük yankı buldu ve daha sonra, Hollywood tarafından “847 Numaralı Uçuş” adı altında uzun metrajlı film olarak çekildi.

Uçak kaçırma olayı kapanmıştı, ancak rehine olayı henüz başlama aşamasında olup giderek artmaktaydı. Bunun en büyük nedenlerinden biri de, batı kültürü ile Arap kültürü arasındaki derin uçurumdan kaynaklanıyordu. Şii milisler, bu şekilde hareketle isteklerini elde edebileceklerini düşünüyorlar ve bu şekilde insanları rehin alarak, bunları siyasi alet olarak kullanıyorlardı. Batı ise, problemin kaynağına inmek yerine, neden böyle bir harekete girişiyorlar, bunun nedeni nedir, bunlar gerçekte ne istiyorlar? İsteklerinin toplamının genel anlamı

nedir? Güvenlikte mi yaşamak, kendi topraklarına mı sahip olmak, kendi ailelerinin huzur ve güvenliğini mi sağlamak, insanca yaşayabilecek, kendini ve ait olduğu toplumu geliştirebilecek, çocuklarını eğitebilecek, yaşamak için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir işe sahip olmayı mı arzuluyorlar? Bunlar tamamen göz ardı edilip, konuya yalnızca, günahsız insanların kaçırılması, kişisel haklara tecavüz edilmesi, kaçırılanlara iyi muamele edilmemesi gibi yüzeysel konuları ön plâna çıkartıyorlar ve rehin alanların Müslümanlığını her vesile ile vurgulayarak toplumda Müslümanlara karşı bir nefret ve kin oluşmasını sağlıyorlardı.

Bu plânın bir parçası olarak, rehineleri kurtarmak için siyasi gayret gösterilmesi gündeme geldiğinde ise her iki kültür de karşı tarafı geçilmesi imkânsız bir mayın tarlası olarak gördüğünden her şey kilitleniyordu. Bunlara ilâve olarak, ABD, İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın sözlerinden etkilenerek, “Hiçbir şart ve durum altında ABD teröristlerle müzakere yapmayacaktır.” diyerek bütün köprüleri atmış ve Rehine krizini içinden çıkılmaz bir hal almasına neden olmuştur. Çünkü batı kültüründe “müzakere” (negogotation) demek bir yerde ödün vermek anlamına da gelir. Ayrıca, Amerikalılarda, ayakta kuvvetli durmanın saygı göreceği inanışı vardır. Amerika daima kuvvetli olduğundan ona herkesin saygı göstermesi ve onun her dediğinin yerine getirilmesi gerekmektedir. Bunun aksini düşünmek bile en büyük hatalardan biridir. Bu yüzden Büyük ve Kuvvetli Amerika, küçücük bir terörist parçasıyla müzakereye oturmaz.

Arap kültürü ise müzakereler tarihinin bir ürünüdür. Araplarda, birbirine düşman olanlar Şeyh’in çadırında bir araya gelirler ve Arap misafirperverliğinin desteğinde, sanki sonsuza kadar sürecekmiş gibi görülen müzakerelere başlarlar. Bu taraflara hepsinin bir arada bulunmaktan ve sesinin dinlenmesinden duyulan onuru aşılar. Bu her iki tarafın da eşit olarak temsil edildiği ve sonucun dayatma ile değil, birlikte kararlaştırılarak (konsensüs) alındığı müzakere meclisidir. Hiç kimse zaferini açıkça belirtmez, yenilen taraf da aşağılanmaz. Eğer ortaya çıkan sonuç işlemezse bütün müzakere süreci tekrar başlar.

Bu kültür farklılığından ve olaylara yaklaşım farklılıklarından belki de daha basit olarak çözülebilecek rehine sorunu uzun yıllar devam etmiştir. İngiliz

hükümetinin karşı çıkmasına rağmen Cantenbury Archbishop’a bağlı olarak çalışan din adamı Terry Waite, şahsi girişimleri ile 1980-1987 yılları arasında en az 10 rehinenin kurtarılmasını sağladı. Bu girişimler ona müzakereci olarak büyük ün sağladı. Ancak 1987 yılına ABD Başkanı Ronald Regan’ın da karıştığı İran-Nikaragua Kontra292 skandalında İran’a silâh satışı karşılığında bu rehinelerin kurtarıldığı ortaya çıkınca bütün ünü bir anda söndü. Daha sonra kendisi de rehine oldu.