• Sonuç bulunamadı

Güç ve iktidar kavramlarının temelleri Platon’a kadar dayanmaktadır. Bu konuyu Devlet adlı eserinde irdeleyen Platon, gücü elinde tutan devletin hangi ilkeleri topluma kazandırmasının gerekli olduğu konusu üzerinde durmuş, devletin gücü

nereden aldığı konusunu geri planda tutmuştur. Aynı zamanda kişilerin devleti oluşturması için bazı nedenlere sahip olduğunu, bu nedenler arasında insanların gereksinimlerini gidermek için başka insanlardan yardım almaya muhtaç olduklarını ve de kendi başlarına yaşamaları için gerekli güce sahip olmadıklarını açıklamıştır.

Devletin topluma bilgelik, yiğitlik ve doğruluk gibi değerleri kazandırması gerektiğini söylemektedir (Platon, 1975: 135). Ona göre devlet, gücünü insanların mutlu olması için kullanmalıdır ve mutluluğun yolu ancak anılan ilkelerin kazanılması ile söz konusu olabilir.

Platon’un bu görüşlerinin tam tersi olarak Aristo, mevcut olan toplumun geliştirilmesi gerekliliğini vurgulamıştır. Aristo’nun üç temel kuramı vardır. İlki devlet doğal bir varlıktır, yani ona göre toplumlar yaşayan varlıklardır ve kuralları da sürekli değişmektedir. İkincisi insan doğal toplumsal ve politik bir hayvandır. Başka bir deyişle insanlar yaşamak için başka insanlara ihtiyaç duyarlar. Üçüncüsü ise, insanın doğası gereği devlet daha önceliklidir (Gökberk, 1994). Doğal bir varlık olan devlet parçalardan meydana gelmektedir ve devleti meydana getiren parçalardan özellikle bir tanesi devletin hedefini gerçekleştirmektedir. Bu parçayı yönetici sınıfının oluşturduğu görülmektedir (Keyt, 2006: 559). Bu durumda Aristo bir yönetici sınıfının var olduğunu ve gücün de bu sınıfa ait olduğunu ifade etmektedir.

Makyavelli, güç ile ilgili çalışmaların modern anlamda yapılmasının öncüsü olan isimdir. Ona göre devletin mutluluğu insanın mutluluğundan önemlidir. Makyavelli’ye göre güç, bir kişinin bir şey elde edebilmek için uygulamakta olduğu stratejilerin etkinliğidir. Güç kavramına Makyavelli’nin yaptığı katkı ise kavramın görgül ve analitik yaklaşımla ele almasıdır. Etik ve dinsel yaklaşım onun baz aldığı strateji değildir (Clegg, 1989: 31). Gücü elde edebilmek ve koruyabilmek için gerekirse ahlaksız yöntemlere bile başvurulması meşru kabul edilebilmektedir (Ledeen, 2003:

151). Makyavelli’nin bu yaklaşımı literatürde adına Makyavelizm denilen bir davranış şekli ile bilinmektedir.

Hobbes da Makyavelli’ya benzer şekilde güç olgusunu din ve etikten ayırarak analitik yaklaşımla inceleyen bir diğer düşünürdür. Onun kavrama en önemli katkısı ise gücün modern anlamda kavramsallaşmasını sağlayan çalışmalarıdır. Mantıksal çıkarımı ön planda tutan Hobbes, bu özelliğiyle kendinden önceki düşünürlerden ayrılmaktadır

(Grcic, 2007: 372). Toplumu oluşturan bireylerin üzerinden anlaştıkları bir sözleşme olduğundan bahsetmektedir. Kuralları koyan bireyler kurdukları yapay gücün etkisi altına girerler. Bu durum bireylerin sahip oldukları bazı hak ve özgürlüklerinden vazgeçmeleri anlamına gelir. İnsanın hak ve özgürlüklerinden vazgeçmesinin nedeni yaşamını korumanın yollarını güvenli hale getirmek istemesidir (Tunçay, 1969: 127).

Güç mutluluk gibi tüm insanın istediklerini elde etmesi için gereklidir. Sonuçta bir insan ne kadar güçlü olursa isteklerini elde etmesi o kadar mümkün olabilmektedir. İnsanın istekleri sonsuz olduğundan, güçlü olma isteği de ölene kadar devam etmektedir.

Locke da toplumların meydana gelmesini insanların oluşturdukları sözleşme ile bir araya geldiklerini düşünen bir bilim adamıdır. Locke’a göre bireyler mülkiyet haklarını koruyabilmek için siyasal gücün hâkimiyeti altına girerler. Çünkü mülkiyet hakkında yapılacak muhtemel saldırılar ortadan kalkmaktadır. Locke da bireylerin kendi istekleri ile gücün etkisine girdiklerini belirtmektedir (Goldstein, 2001: 168). Rousseau da Locke ve Hobbes gibi kişilerin bir sözleşme oluşturduğunu savunan bir diğer düşünürdür. Ona göre insanlar istekleri doğrultusunda bir araya gelerek toplumu oluşturmakta ve bu şekilde bir sözleşme yapmaktadırlar. Rousseau, sahip oldukları bütün hakları güvence altına alınmış olan bireylerin özgür olduğunu ve bunun garantisinin de insanların kendisinin koyduğu kurallara uyması olduğunu ifade eder. Bu şekilde insanlar kendi talepleri ile bir gücün tahakkümü altına girmekte, kendi istekleri ile haklarından vazgeçmekte, diğer taraftan da mevcut haklarını koruma altına almış olmaktalar. Rousseau, bireylerin sahip oldukları bütün haklarının güvence altına alınması ile özgür olabildiklerini ifade etmektedir. Diğer bir deyişle, insanlar kendi koydukları kurallara uyarak özgürlüklerini garanti altına almış olurlar (Rousseau, 2001).

Güç ile ilgili bir tanımlamaya göre, bireylere dört farklı gücün uygulanması mümkündür (Clegg vd., 2006: 217). Bunlardan birincisi, Dahl’ın (1958: 202) ortaya koyduğu; açık çatışmanın olduğu, güç uygulayan kişinin de, üzerine güç uygulanan kişinin de bu çatışmanın farkında olduğu ve bunun neticesinde açık bir çatışma veya uzlaşmanın hem güç uygulayan ve hem de uygulananın arasında yaşandığı güç şeklidir.

Karar verme alanında açıkça ortaya çıkarak görülebilen güç, kendisini uygulayan ve de kendisine uygulanan tarafından fark edilen bir kavramdır. Burada kişiler kararı kendi çıkarları ve kazanımları çerçevesinde etkilemek için uğraşmaktadırlar. Dahl’ın bu

yaklaşımı görünür gücü çok vurguladığı için eleştirilmiştir (Bachrach ve Baratz, 1962:

948).

Karar vermeme durumu bu konunun ikinci uygulama şeklidir. Karar vermeme, karar veren kişilerin tercihlerine karşı olan seçeneklerin ortaya konulmasına ve gündeme alınmasına engel olma veya bastırma durumudur. Gündemi belirleyen birilerinin karşısında yer alan insanlar durumun farkında olmakta fakat bu duruma itiraz edememektedirler. Çünkü bu itiraz maliyetli olabilmektedir. Bu güç türü karar vermeme durumunda meydana gelen güç olarak tanımlanmaktadır. Konuyla ilgili üçüncü uygulamanın üzerinde durduğu husus kavramın hegemonik yani hâkim boyutudur. Bu bakış açısına göre güç üstün bir kavram değildir. Bu güç türünde bireyler üzerinde yoğunlaşmanın doğru olmadığı ve Bachrach ve Baratz’ın örtük çatışma üzerinde gereğinden fazla odaklandığı düşüncesinden hareketle, bireylerin davranış kalıplarının farklı etkilerle şekillendirildiği ortaya konulmuştur (Bachrach ve Baratz, 1970: 8).

Dördüncü güç uygulamasında güç kavramı postmodernist güç şeklinde tanımlanmakta ve Foucault’nun yaklaşımı ile açıklanmaktadır. Hardy ve Leiba-O’Sullivan (1998: 452)’a göre Foucault, hâkim güç yaklaşımına karşı çıkmaktadır. Bu durumda, gücü sadece bir baskı aracı olarak değerlendirmek doğru olmaz. Daha ziyade, insanlar sosyal pratiklere, güç ilişkilerine gömülüdürler. Bu yaklaşımın yerine güç, avantajlı ile dezavantajlıyı birlikte değerlendiren söylemler ve ilişkiler ağı olarak kavramsallaştırılmıştır. Yani, Foucault gücün kullanımını değil, söylemsel düzeyde nasıl oluştuğunu ve söylemin güce nasıl etki ettiğini inceler. Foucault’a göre güç olgusu her yerde bulunabilmekte çünkü her yerden gelebilmektedir.

Gücün uygulamaları dikkate alınarak incelenirse; ilk uygulamada güç kavramı nadir ve kritik olan kaynakların kullanılabilmesi ile; ikinci uygulamada karar verme süreçlerinin kontrol edilmesi ile; biraz detaylı olan üçüncü uygulamada ise başkasına ait yaşamlara şekil veren anlamları yöneterek, daha da detaylı ve kapsamlı olan dördüncü uygulamadaki güç olgusu sistemin dokusu içinde yer almaktadır. Güç, insanların ne gördüğünü, nasıl gördüğünü ve nasıl düşündüğünü insanların direnebilme kapasitelerini etkileyecek şekilde sınırlandırarak belirlemektedir (Hardy ve Leiba-O’Sullivan, 1998:

459).