• Sonuç bulunamadı

III. AİLEDE İLİŞKİLER

1. Anne-Baba ve Çocuk İlişkisi

1.1. Anne Çocuk İlişkisi

1.1.2. Anne Yoksunluğu ve Etkileri

Freud’a ait birkaç eski kaynaktan başka bebeğin ya da küçük çocuğun anneden ayrı kaldığında nasıl davrandığı ile ilgili hiçbir gözlem dizisi 1940’ların öncesine dek kayıtlı değildir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Hampstead Nurseries’te yapılan ilk gözlemler, Dorothy Burlingham ve Anna Freud tarafından yayınlanmıştır. İkinci gözlem dizisi, bekar annelerin bir cezaevinde büyüttükleri yüz çocuk üzerine Rene Spitz ve Katherine Wolf tarafından yapılmıştır. Bu iki erken dönem çalışmalarından sonra başka çok sayıda çalışma yapılmıştır (Bowlby, 2013, s:61). Anne yoksunluğu ile ilgili bir literatür bu çalışmalar ışığında şekilleniştir.

Analistler bebek ile anne arasındaki duygusal bağa önem vermiş, bu bağın çok kuvvetli olduğu duruma “duygusal ortak yaşam” demişlerdir. “Anne yoksunluğunu” ise; çocuk için anne veya anne yerine geçecek kimsenin olmaması olarak ifade etmişlerdir (Ekşi, 2011, s:39).

Anneden ayrılma, çocuk ile anne figürü arasında anlamlı bir ilişki kurulduktan sonra bu ilişkinin kesilmesi iken anne yoksunluğu, bu ilişkinin hiç kurulmamış olması demektir (Çağdaş, 2012, s:24).

Gerçekte varlığı bulunmasına karşın, anne çocukla yeterli duygusal bağları kuramamışsa, ilk günden beri duygusal anlamda bebeği şiddetli itmiş, sevgisiz, ilgisiz, soğuk bir kişi olarak kalmışsa, bu durum da kısmen “anne yoksunluğu” olarak ifade edilir. Anne yoksunluğu geniş kapsamlı bir kavramdır. Genel anlamda kısmi ya da tüm yoksunluğu içeren bu kavram, annenin varlığına karşın, çocuğuna yeterince sevgi iletememesi durumunu da kapsar (Ekşi, 2011, s:39; Yavuzer, 1999, s:147).

Winnicott, bir çalışmasında “yeterince iyi anne” terimini kullanarak, çocuğun normal gelişimi için gerekli olan asgari koşulları tanımlamaya çalışmıştır. Yoksunluğun , annenin çocuğun temel ihtiyaçlarını karşılayamaması sonucu oluştuğu ifade eldir (Geçtan, 2012, s:102).

Yuvalarda yetişen çocuklarda ya da sürekli anne yoksunluğunun ortaya çıkardığı ağır ruhsal bozukluklara, bedensel ve zihinsel gelişme bozukluklarının tümüne, hospitalizm (yuva hastalığı ya da kurum hastalığı) denir. Doğumdan kısa bir süre sonra çeşitli nedenlerle anneden ayrılıp yatılı yuvalara yerleştirilen bebeklerde gelişim bozuklukları ortaya çıkar. Bu bebekler iyi bakım ve beslenmeye karşın gelişemezler. Boyları ve ağırlıkları yaşıtlarına göre geridir. Dayanma güçleri azalır; sık hastalanırlar ve hastalıkları ağır geçer. Bebek ölüm oranı, en yoksul ailelerdeki ölüm oranından yüksektir. Beden gelişmesindeki yavaşlıktan başka, bu çocukların daha az ağladıkları çevrelerine ilgisiz kaldıkları gözlenir. Gülümsemeyi unutmuş gibidirler. Çevrelerine boş bakışlarla bakarlar. İlgi ve uyarmaya geç tepki verirler. Geç yürür geç konuşurlar. Tuvalet eğitimleri de geç kalır. İki yaşına gelip de yürüyemeyen, söz dağarcığı birkaç sözcüğü geçmeyenler çoğunluktadır (Yörükoğlu, 2014, ss:47-48; Ekşi,2011, s:41).

Çeşitli nedenlerle, anne yakınlığından, ilgi, şefkat ve sevgisinden bir süre de olsa uzak kalmanın çocuklar üzerinde değişik tür ve nitelikte etkileri olur. Altıncı aydan sonra, hastaneye yatma ya da bir başka zorunlu neden ile annenin ani ayrılışı bebeği ağır biçimde etkiler. Bebekte sürekli ağlamalar ve tedirginlik başlar. O güne kadar canlı ve neşeli olan çocuk durgunlaşır. Annenin ayrılığı bir ayı geçerse bebekte çevreye karşı ilgisizlik başlar. Ağlamaların yerini inleme alır. Bakışları donuklaşır. Dr. Spitz bunu bebeklik depresyonu olarak tanımlar (Çağdaş, 2012, s:24; Yörükoğlu, 2014, ss:43-44).

Dr. Spitz, bu konuda yaptığı çalışmalar sonucu, çocuğun yaşamından annenin çekilmesi halinde gelişmede gecikme, gerileme ve duraklamaların görüldüğünü kanıtlamıştır (Yavuzer, 2013, s:17).

Anneden yoksunluk, bunalım ya da ölüm gibi kötü sonuçlar doğurabilir. Duygusal açıdan bir sonraki evreye hazırlanmadan annesini kaybeden çocuk, annesi yerine geçecek kişiyle yeterli iletişim kuramaz. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle çocuk bakım yurdunda Anna Freud ve Dorothy Burlingham gibi dünyaca tanınmış uzmanların eğitim ve denetiminde bile çocuklar yoksunluktan dolayı gelişim gerilikleri göstermiştir (Yavuzer, 1999, s:81).

Bir çok psikiyatrik hastalığın çocuklukta anneden ayrılığa bağlı olarak geliştiği düşünülmektedir. Ayrılma anksiyetisi olarak da ifade edilen bu durumda çocuğun ayrılık tepkileri üç dönemde incelenir; ilk dönem, protesto dönemidir. Birkaç saatten birkaç haftaya kadar sürebilir. Çocuk, anne kaybında kesin üzüntü gösterir. Yüksek sesle ağlayarak, karyolasını sallayarak, kendini savurarak, kayıp annesinin var olduğunu gösterebilecek herhangi bir görüntü ya da sese yönelik istekli bir arayışa geçecektir. Bunu umutsuzluk izler, ikinci dönemde çocuk içine kapanır, mutsuz ve sıkıntılı görünür. Anneye kızgınlık belirtmekle birlikte geri dönmeye hazırdır. Üçüncü dönem uzaklaşma ve kopma dönemidir. Anneyi unutmuş gibi davranan çocuk, anne gelse de yabancı gibi davranır. Tekrar bağlanabilmesi için uzun zaman gereklidir (Ekşi, 2011.s: 40; Bowlby, 2013, s:65).

Belirlenmiş bir ortamda annesiyle makul bir güven ilişkisi kurmuş ve ondan önceden ayrılmamış on beş ile otuz ay arasındaki bir çocuk genellikle öngörülebilir bu davranış zincirini (protesto, umutsuzluk ve kopma) gösterecektir. Bunlar ifade edilirken açık şekilde ayrışmaya uygun olmalarına rağmen, gerçekte her birinin bir sonrakiyle tümleştiği anlaşılmaktadır. Öyle ki bir çocuk bir evreden diğerine geçiş ya da iki evre arasında değişim aşamasında günler ya da haftalarca kalabilir (Bowlby, 2013, s:64).

Winnicott, bir formülle ifade etmiştir: Annenin var olduğu hissi x dakika sürer. Eğer anne x dakikadan fazla uzakta kalırsa annenin imagosu solar ve onunla birlikte bebeğin birlik simgesini kullanma kapasitesi de biter. Bebek sıkıntıya girer, ama bu sıkıntı kısa sürede onarılır çünkü anne x+y dakikada döner; x+y dakika içinde bebek değişmemiştir. Ama x+y+z dakika sonra bebek travmaya girer; x+y+z dakika sonrası

annenin dönmesi bebeğin durumundaki bu değişmeyi onarmaz. Travma bebeğin hayat sürekliliğinde bir kopuş yaşadığını ima eder; artık o “düşünülmesi imkansız endişe”nin tekrarına ya da tam olarak gelişmemiş ben yapısının çözülmesi sonucu ortaya çıkan akut karışıklığa geri dönme tehlikesine karşı ilkel savunma mekanizmaları örgütlenmiş durumdadır (2013, s:123).

1958 yılında Harlow'un öğrencileriyle beraber yaptığı araştırmada, rhesus maymun bebeklerine ısıtılmış demir ve kumaş kaplı soğuk bir yer hazırlanmıştır. Maymunların ısıtılmış demirleri tercih ettikleri gözlenmiştir, bu deneyle de sıcaklık faktörü önem kazanmıştır ve Harlow'un annenin sadece fiziksel gereksinimleri sağlamadığı aynı zamanda rahatlık ve sıcaklık sağladığı yönündeki görüşlerini de desteklemiştir. Harlow daha sonra anneden uzak ve sosyal yoksunluk içinde büyütülen rhesus maymunlarını da incelemiştir ve bu maymunların daha sonra sosyal ilişkilerinde yetersiz olduğunu gözlemlenmiştir, sosyal ilişkilerdeki yetersizlik ise içe kapanma, ilişki kurmada beceriksizlik ve cinsel donukluk olarak tanımlanmıştır. Aynı zamanda çocuklarına karşı ilgisiz oldukları da görülmüştür (Tüzün ve Sayar,2006, s:25). Sosyal ve duygusal yoksunluk konusu, ilk kez 1940’larda öksüzler yurdundaki çocuklarda incelenmiştir. Aile hayatından daha erken çocuklukta yoksun kalan bu çocuklar okula uyumda, başkalarıyla duygusal ilişki kurabilmede ve özellikle dil gelişiminde yetersiz kalmıştır (Ekşi, 2011, s:39).

Yeni doğmuş bebeğin tüm ilişkisi annesiyledir. İlk bakışta bebeğin tüm ihtiyaçları açlık, soğuk, altını kirletme gibi bedensel rahatsızlıkların giderilmesidir. Ancak yaşamın birinci yılında insanın çevresine karşı geliştirdiği güven ya da güvensizlik duygularının temeli de atılır. Harlow'a göre anne-çocuk arasında oluşan karşılıklı sevgi bağının ileriki yaşantıya olan en büyük katkısı, daha sonra diğer insanlarla kurulan tüm ilişkilerde güven duygusunun oluşmasıdır (Geçtan, 2012, s:32; Tüzün ve Sayar, 2006, s:25).

Erikson anne ve çocuk ilişkisini, anne yoksunluğunu kuramındaki ilk aşamasında ele alır. Güvene karşı güvensizlik aşaması olarak ifade ettiği ilk yıl sırasında bebeklerin yaşamsal bir kişilik ve kimlik duygusunun temel taşını kazandığını söyler. Anne ya da onun yerine geçen yetişkinle kurulan ilişkinin niteliği temel güven duygusunun ve toplumsallaşmanın özünü oluşturmaktadır. Annesinin kendisini sevdiğinden, bırakmayacağından emin olan çocuk, dünyaya güvenir. Anne

ya da onun yerine geçen yetişkinin olmaması ya da bunlar tarafından reddedilen, soğuk davranılan, ihtiyaçları yerinde ve zamanında sevgiyle karşılanmayan çocukta kendisine ve çevresindeki dünyaya karşı güvensizlik meydana gelir. Bir bunalım olarak hayat boyu devam eder. (Senemoğlu, 2005, s:74; Gander ve Gardiner, 2010, s:238).