• Sonuç bulunamadı

ŞÂTIBÎ’NİN BİLİMSEL TEFSİRE KARŞI TUTUMU

H. ŞÂTIBÎ’NİN KUR’AN’I TEFSİR ANLAYIŞI

II. ŞÂTIBÎ’NİN BİLİMSEL TEFSİRE KARŞI TUTUMU

Bilimsel tefsir hareketinin ortaya çıkışından bu yana her dönemde taraftarı olduğu gibi, bu anlayışa şiddetle karşı çıkanlar da olmuştur. Bu eğilime karşı çıkanların başında Ebû İshak eş-Şâtıbî, Muhammed Hüseyin ez-Zehebî (v.1399/1978) ve Emin el- Hûlî gibi isimler gelmektedir. Burada önce ez-Zehebî ve Emin el-Hûlî’nin görüşlerine yer verilecek daha sonra da Şâtıbî’nin değerlendirmeleri üzerinde durulacaktır.

ez-Zehebî Kur'an’ın Araplara gönderildiği ve onlar tarafından anlaşıldığı noktasından hareket etmek suretiyle, söz konusu muhataplar tarafından bilinmeyen manaların Kur'an lafızlarına verilemeyeceğini, aksi halde Kur'an’ın belâğatından söz etmenin mümkün olmadığını ileri sürmektedir. Ona göre Kur'an lafızlarına, ilk muhâtapların bilmediği yeni bir takım manaları yüklemek asla doğru değildir.481

ez-Zehebî’nin meseleye itikâdi açıdan yaklaşımı ise şöyledir: Allah (cc) Kur'an’ı, dinin kanunlarını ihtiva eden son kitap olarak göndermiştir. Bundan dolayı her müslümanın ona inanması ve onun emirlerini yerine getirmesi icap eder. Eğer her şey

478 Nur, 24/35.

479 Tantavi Cevheri, el-Cevahir, XII, 96. 480 Muhsin, Demirci, Tefsir Tarihi, s. 242-243. 481 ez-Zehebî, et-Tefsir ve’l-müfessirûn, II, 491.

Kur'an’da vardır diyenlerin yolunu takip edersek o zaman tıp, hendese, astronomi, fizik kimya ve daha başka ilimlerin nazariyeleri için onu kaynak kabul etmemiz gerekir. Şayet böyle yapacak olursak o takdirde de, müslümanların Kur'an hakkındaki inançlarına şüphe sokmuş oluruz. Çünkü bilimsel kurallar ve onların dayandıkları nazariyeler sabit ve değişmez değillerdir. Bir zaman için bilimsel olduğu savunulan bir nazariyenin, yanlışlığı ortaya çıktığı zaman terk edileceği muhakkaktır. Bu durumda eğer herhangi bir yanlış nazariyenin Kur'an’da da varlığı kabul edilirse, o zaman bir müslümandan Kur'an’ı, inancının kaynağı olarak görmesi mümkün değildir. 482

Emin el-Hûlî de bazı yönleriyle bu anlayışa karşı çıkmaktadır.

a- Bilimsel yorumlamada bulunmak sözlük açısından sıhhatli değildir. Çünkü Kur'an kelimelerinin anlamları, herhangi bir değişikliği modern bilim alanına taşımaz.

b- Bilimsel yorumlama dil açısından uygun değildir: Kur'an, Hz.Peygamber’in çağdaşları olan Araplara hitap etti. Bundan dolayı onların anlayamayacakları herhangi bir şeyi içermez.

c- Dînî bakımdan sıhhatsizdir: Kur'an bir din önerir. Dînî ve ahlâkî bir mesaj getirir. O, insanın evren bilimine yönelik görüşleriyle değil, insanın yaşamıyla ilgilenir.

d- Kur'an değişmeyen sabit ve belirli bir metin muhtevasına sahiptir. Bu özelliği itibari ile de, 19. ve 20. yüzyıl bilimcilerinin değişen görüşlerini içermesi mantık açısından imkansızdır.483

Bu harekete karşı ilk sistemli itirazı ortaya koyan kişi Şâtıbî’dir. İtiraz gerekçelerini aklî ve naklî delilleriyle birlikte ortaya koyan müellifin bu görüşleri kendinden sonra gelen bir çok İslam bilgini tarafından da kullanılmıştır.

1. Şâtıbî’ye Göre Kur'an’ın Anlaşılmasında Arap Dili ve Kültürünün Etkisi

Bilimsel tefsir anlayışına geçmeden önce, konuyla alakalı olması bakımından müellif ilk olarak Kur'an’ın anlaşılmasında, vahyin indiği ilk dönem Arap Dili ve kültürünün etkisi üzerinde durmuştur. Bunun için önce bir takım kaideler tespit etmiş sonra da bu kaidelerle ilgili izahlara yer vermiştir.

Müellife göre dinin doğru bir şekilde anlaşılması için gerekli olan en temel husus Arap dilinin bilinmesidir. Çünkü Kur'an Arap diliyle gönderilmiştir. Konuyla ilgili çok sayıdaki ayetten bir kaçı şöyledir: “Biz onu, anlayasınız diye, Arapça bir Kur'an olarak indirdik.”484; “Onu apaçık Arap diliyle, uyaranlardan olman için Cebrail

482 ez-Zehebî, et-Tefsir ve’l-müfessirûn, II, 492.

483 Emin el-Hûlî, “Tefsir ve Tefsirde Edebî Tefsir Metodu”, s.40-41. 484 Yusuf, 12/2.

senin kalbine indirmiştir.”485; “Biz bu Kur'an’ı yabancı bir dille gönderseydik, onlar derdi ki; bunun ayetleri bizim için açıklanmalı değil miydi? Bir Arab’a (Arapça olmayan) yabancı bir dille söylenir mi?”486 Bu ve benzeri ayetlerde Kur'an’ın Arapça olduğu, Arabın diliyle geldiği, onun yabancı bir dille gelmediği belirtilmiştir. Bu durumda kim Kur'an’ı anlamak isterse, mutlaka ona Arap dili açısından yaklaşmak zorundadır. Başka yollarla onu anlama imkanı yoktur.487

İkincisi; Kur'an’ın kendi dilleriyle indiği Arapların bildiği hususları bilmek gerekir. Eğer onların dillerinde süregelen bir örf mevcutsa, şeriatı anlamak için bu örfü bilerek hareket etmek lazım gelir. Şâyet böyle bir örf yoksa, şeriatı anlamak için onlarca bilinmeyen bir yola başvurmak doğru değildir.

Üçüncüsü; Kur'an ayetlerini doğru bir şekilde yorumlamak için ortaya konan anlamların bütün Araplarca anlaşılabilir olması gerekir. Söze, gerek lafız ve gerekse anlam bakımından Arapların tümü tarafından anlaşılamayan manalar yüklemek gibi bir zorlamaya gitmek doğru değildir. Çünkü bütün insanlar anlayışta birbirlerine denk değillerdir. Ancak şeriatın teklîfi (yüklediği sorumluluk) herkesedir.

Dördüncüsü; hitapta anlamlara önem verilmesi, en önemli amaçtır. Çünkü Araplar anlamlara önem veriyorlar, lafızları sadece anlamlar için kalıplara döküyorlardı. Lafız, amaçlanan mananın ortaya konulması için sadece bir araçtır; sözden asıl amaç manadır. Sonra her mana da değil, amaç olan cümlenin bütünlüğü içerisindeki manadır. Eğer terkîbi mana anlaşılıyorsa kelimelerin yalnız başlarına sözlük anlamları pek önemli olmayabilir.

Beşincisi; hem itikâdî hem de amelî mükellefiyetlerin, ümmî bir insanın kavrayabileceği bir düzeyde olması gerekir ki, mükellef onun hükmü altına girebilsin. Ortaya konan itikâdî yükümlülükler, her düzeydeki insanın anlayabileceği şekilde kavranması kolay, akla yatkın olmalıdır. Eğer bunlar sadece üstün vasıflı insanlar tarafından kavranabilecek düzeyde olsaydı, o durumda şerait ne genel (evrensel) ne de ümmî olurdu. Kaldı ki, bu iki husus şeriatın en temel özellikleridir. Aksi düşünüldüğünde o zaman büyük çoğunluğun zorlanacağı, takat üstü yükümlülükler ortaya çıkardı. Halbuki, usûl ilminde de belirtildiği gibi, şeriatta böyle bir yükümlülük mevcut değildir.488 485 Şuara, 26/195. 486 Fussilet, 41/44. 487 Şâtıbî, el-Muvâfakât, II, 65. 488 Şâtıbî, el-Muvâfakât, II, 79-86.

2. İslâm Şerîatının Ümmîliği

Bilimsel tefsir anlayışına karşı ortaya konan ikinci delil; belağat ve fesahat yönüyle üstün bir özelliğe sahip olan bir kitabın ümmî bir peygamber ve ümmî bir topluma gönderilmiş olması” dır. Şöyle ki; İslam’a ilk muhatap olanlar ümmî olduğundan, İslam şeriatı da ümmîdir. İslam şeriatının ümmiliğinden maksat, “Onun genel felsefesinin kavranması, emir ve yasaklarının anlaşılması ve gereklerinin yaşanılabilmesi için belli bir ilim tahsili ve ihtisası gerektirmemesi” demektir. Bunun için ne tabiat ilimleri ne matematik ne felsefe ne de bir başka ilim tahsiline gerek yoktur. Şeriatın gözettiği maksatların gerçekleşebilmesi için en uygun yol da budur.

İslam şeriatı Arapların o günkü seviyelerinde olmasaydı, o zaman Kur'an onlar için mûcize olmazdı. Kur'an’ın meydan okuyuşu karşısında: “Bu bizim seviyemizde değil, bizim sözümüze benzemiyor, bizce bilinen türden değil, bizim sözlerimiz bizce biliniyor ve anlaşılıyor, bu ise bilinmiyor ve anlaşılmıyor…” gibi ifadelerle mazeret belirtmeleri mümkün olur ve o haliyle Kur'an onları acze düşüren bir mucize özelliği arz etmezdi. Bunun sonucu olarak ta onlar, anlayamadıkları bir kitap karşısında ileri sürdükleri bu türden mazeretlerinde haklı duruma gelirlerdi. Ancak Kur'an; “Muhammed’e elbette bir insan öğretiyor”489 tarzında ortaya attıkları iftiralara karşı, “Kast ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur'an ise fasih Arapça’dır”490 diyerek onların iddialarını reddetmiştir.491

Müellif, Kur'an’ın o günkü insanın kendi dillerinde âşına oldukları üslup ve tarzda bir kitap olduğunu belirttikten sonra, bunun dışında başka etkenlerin O’nu anlamaya bir etkisinin olup olmadığı konusu üzerinde durmuştur. Kaynakların tespit ettiğine göre o günkü insanlar, o günün şartları içinde olmak üzere başka özelliklere de sahiptiler. Onların da ilgilendikleri ve nakledegeldikleri ilimler vardı. Burada müellifin sorguladığı husus; şeriatın bu ilimlere karşı tutumu ne olmuştur? İkincisi de bu ilimler Kur'an’ın anlaşılmasına her hangi bir katkı sağlamış mıdır? Müellife göre şeriat o günkü insanların uğraştıkları şeylerle ilgili çok genel prensipler ortaya koymuştur. Buna göre bunlardan iyi, güzel ve hoş olanları kabulle karşılamış, onlara ilavelerde bulunmuş, kötü, çirkin olanları da iptal etmiştir. Onlardan faydalı olanların faydalarını, zararlı olanlarında zararlarını açıklamış ve bununla da yetinmiştir.

489 Nahl, 16/103. 490 Nahl, 16/103.

Kur'an’ın açıklanması noktasında bazı ilmî tecrübelerin her hangi bir katkısının olup olmadığı meselesine gelince, müellif sırasıyla önce bu ilimlere yer vermiş sonra da değerlendirmelerde bulunmuştur.

3. Kur'an’ın indiği dönemde meşgul olunan ilimlerden bazıları şunlardır:

a- Nücûm (yıldız) ilmi: Bu ilimle karada ve denizde yollarını buluyorlar, onların hareketleriyle zamanı ayarlıyorlardı. Ay ve güneşin seyri sırasında uğradıkları konaklar ve bunlarla ilgili durumlarını biliyorlardı. Bu, Kur'an’ın çeşitli yerlerinde atıfta bulunulan ve kabulle karşılanılan bir durumdur.

b- Enva’,492 yağmurun ne zaman yağacağı, bulutların hangi vakitte oluşacağı, bulutları sürükleyen rüzgarların ne zaman eseceği konuları ile ilgili bilgiler: Kur'an ve sünnet onların bu tür bilgi ve inanışlarından doğru olanı yanlış ve batıl olanından ayırmıştır.

c- Tarih ve geçmiş milletlerle ilgili haberler: Arapların geçmişlerinden nakledegeldikleri çok miktarda bilgi vardı. Bu tür haberlere Kur'an ve sünnet te çok defa atıfta bulunur. Çok defa da mevcut olan bilgilerden sahih olmayanları tashih eder.

d-İyafe, zecr, kehanet, remil hattı, çakıl atma, uğursuzluk telakkileri türünde batıl olan ilimler:493 Bu tür ilimlerin büyük çoğunluğu, bir delile dayanmaksızın gayb hakkında tahminde bulunmaktan ibarettir. Kur'an ve sünnet bunları batıl kabul etmiştir.

e- Tıp ilmi: Araplar, geçmişten gelen ve günün şartlarına göre belli ihtiyaçları karşılayan bir takım tıbbî bilgilere sahiptiler.

f- Belâgat, fesâhat ve darb-ı meseller: Bu ilim onların en üstün oldukları alandı. Buna rağmen Kur'an onları acze düşürecek bir tarzda geldi.494

Kur'an’ın indiği dönemde Arapların sahip oldukları bu ilimler karşısında İslam’ın tavrı şu olmuştur: Bunlardan bazılarını yasaklamış, bazıları için de, her dönemde kolaylıkla anlaşılabilecek genel ifadeli cümlelerle daha fazla bilgiye yer vermiştir. Çoğu Mekke döneminde inen bu tür ayetlerle ilgili Şâri’in en büyük amacı; insanları şirkten uzaklaştırıp tevhid inancına yönlendirmektir.495

492 ‘Nevi’in çoğuludur ve ayın konakları anlamanı gelmektedir.

493 Iyâfe: Zecru’t-tayr demektir ve kuşun isimleri, sesleri ve geçtiği yerlerden uğur ya da uğursuzluk

anlamları çıkarmaktır. Zecr veya zecru’t-tayr: Kuş uçurulur, eğer sağ tarafa uçarsa uğurluluk olacağına, sol tarafa uçarsa uğursuzluk olacağına inanılır. Hat: Bir nevi kehânettir. Tıyara: Uğursuzluk telakkisi demektir. Bir kimsenin önünden herhangi bir kuş, ceylan vb. eğer sağ tarafından sol tarafına geçerse bunu uğursuz sayarlar; eğer sol tarafından sağ tarafına geçerse bunu da uğurlu sayarlardı. Fa’l ise uğursuzluğun aksine bir şeyi hayra yormak demektir.

494 İsra, 17/88.

O günün insanın sahip olduğu bu ilimler, ayetlerin daha iyi anlaşılması noktasında onlara herhangi bir katkı sağlamış mıdır? sorusuna gelince, müellife göre Kur'an ayetlerinin böyle bir işlevi yoktur. Kur'an hiçbir konuda onlarca bilenen şeyler dışına çıkmamıştır. Aksi taktirde insanların büyük bir çoğunluğu bir çok ayeti anlayamayacak, ancak bu ilme vakıf az sayıdaki insanlar anlayabilecekti ki, bu da Kur'an’ın her dönemde bütün insanlara olan hitabı ile ters düşerdi. Mesela bu ilimlerden yıldızlarla ilgili olanını ele alalım: Eğer Araplar kendilerine nisbet edilen ölçüde yıldız ilmini bilmeselerdi, yine de bu tür ayetleri anlamaları mümkün olacaktı. Çünkü bu ayetleri anlamak için, gözlem suretiyle dikkat çekilen şeyler üzerinde düşünmek yeterlidir ve başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Kaldı ki, yıldız ilmi Arapların hepsince bilinen bir şey değildi, onları gece yolculuklarında yol belirlemede delil olarak kullanan belli bir kesim biliyor, çoğunluk ise bilmiyordu. Bununla birlikte çoğunluk, bu ayetleri anlamada yıldız ilmine ihtiyaç duymamışlardır. Aynı durum diğer ilimler için de geçerlidir.496

Zamanla ortaya çıkan ve gelişen bir takım ilmî verilerin Kur'an ayetlerinde saklı olduğu ve Kur'an’ın bu tür ayetleri bütün ihtimaller dahilinde içinde barındırdığı gibi iddialarda bulananlara karşı müellifin değerlendirmesi şöyle olmuştur: Bir çok insan Kur'an üzerindeki iddiasında sınırı aşmış ve ona tabiat ilimleri, matematik ilimleri, mantık, ilm-i huruf vb. gibi öncekilerin ve sonrakilerine bütün ilimlerini yüklemiştir. Halbuki sahabe, tâbiîn ve onları takip eden nesillerden oluşan selef-i Sâlih Kur'an’ı ve Kur'an ilimlerini, Kur'an’da bulunan esrârı en iyi bilen kimselerdi; bununla birlikte onlardan hiçbir kimsenin bu iddia doğrultusunda söz ettiği söz konusu olmamıştır. Onlar Kur'an’dan sadece tevhidin delilleri, teklîfi hükümler, âhiretle ilgili hükümler ve bunlarla ilgili konuların ispatını çalışmışlardır. Eğer onların bu iddia doğrultusunda çabaları ve incelemeleri olsaydı, meselenin esasına delalet edecek şeyler mutlaka bize kadar ulaşırdı. Böyle bir şey bizlere ulaşmadığına göre, bu iddianın onlarda mevcut olmadığı anlaşılacaktır. Bu da Kur'an’da onların iddia ettikleri gibi bütün ilimlerin esaslarının bulunmadığına bir delildir. Bunun dışında Kur'an ayetlerinin bazı ilimleri içerdiği de bir gerçektir. Ancak bunlar Arapların bildikleri ilimlerdir, yahut onların bildikleri ilimler üzerine kurulu olan ve akıl sahiplerinin hayret ettiği, işaretleri gösterilmedikçe, yolları aydınlatılmadıkça üstün akıl sahiplerinin dahi kavrayamayacağı türden şeylerdir. Kur'an’da bunların dışında başka bir şey de yoktur.497

496 Şâtıbî, el-Muvâfakât, II, 75. 497 Şâtıbî, el-Muvâfakât, II, 77.

Müellif, bilimsel tefsir anlayışını benimseyen insanların delil olarak ileri sürdükleri ayetleri ele almakta ve bununla ilgili de şu değerlendirmede bulunmaktadır:

“Sana her şeyi açıklayan Kitabı indirdik.”498, “Kitapta biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”499 Müellife göre birinci ayette kastedilen husus; yükümlülük ve Allah’a kulluk etmede gerekli olan hususlarla ilgili şeylerdir. İkinci ayette ise; “Levh-i Mahfuzd” kastedilmektedir. Müfessirlerin görüşlerinin de bu yönde olduğunu ifade eden müellif; selef âlimlerinin, bu ve benzeri ayetlerin bütün aklî ve naklî ilimlerin tamamını içerdiği anlamını gerektirecek bir şey söylemediklerini ileri sürmektedir.500

4. Şâtıbî’ye Yöneltilen Eleştiriler

Müellifin ilmî tefsire hareketine karşı ileri sürdüğü görüş ve düşünceleri, kendinden sonra gelen bir çok alim tarafından benimsense de, değişik zamanlarda bu görüşleri eleştirenler de olmuştur. Özetle bunlardan bazılarına yer verilecektir.

Abdullah Dıraz, müellifin ileri sürdüğü “ Kur'an’ın anlaşılması için Araplara nispet edilen bilgilerle yetinmek gerektiği” ifadesine karşı çıkar. Bunun yerine “insanların çoğunluğuna nispet edilen bilgiler” ifadesinin daha uygun olduğunu belirtir. Çünkü Kur’ân’ın muhatapları, hitabın kendisine ulaştığı herkestir. Bazen, bir başkası şer'î hitabı ümmî Araplara nisbet edilen ilimler dışında bir başka yolla daha iyi kavrayabilir. Nitekim Hz. Peygamber “Benden bir ayet de olsa (başkalarına) aktarın

(tebliğ edin). Nice ulaştırılan, (ilk) duyandan daha anlayışlıdır…” buyurmuştur.501

Abdullah Dıraz devamla diyor ki; Arapların daha önceden canlıların hayatını konu eden “Tabiat Tarihi” ilmiyle uğraştıklarına dair bize herhangi bir veri nakledilmemiştir. Bu durumda Şâtıbî’nin mantığı ile hareket edersek, Nahl Sûresi’ndeki sütün ve balın oluşumu ile bunların yaradılışındaki Allah’ın hikmetleri ile ilgili ayetleri502 anlarken, arı ve süt veren hayvanların hayatları hakkında bilgi veren ilimlerden yararlanmak uygun olmayacaktır. “Bunda düşünen yahut akıl eden milletler

için ibretler vardır.” ayetinden ibret almak ders çıkarmak için balın ve sütün nasıl oluştuğunu bilmek gerekir. Ayrıca ayetteki “insanlar için şifa vardır.” ibaresinin tam olarak anlaşılması için; hangi hastalıklara şifa olduğunun, hangi hastalıklar için zararlı

498 Nahl, 16/89. 499 En’am, 6/38.

500 Şâtıbî, el-Muvâfakât, II, 78.

501 Buhârî, İlim 9; Müslim, Kasâme, 29. 502 Nahl 16/66-67.

olduğunun bilinmesi gerekir. “İnsanlar” ifadesinin bütün insanları mı, bazı insanları mı kapsadığının bilinmesi gerekir. Sonuç olarak, Allah’ın Kitabı bütün insanlar içindir ve ondan kabiliyetleri ve ihtiyaçları ölçüsünde bir şeyler elde ederler. Şu kadar var ki, Şâtıbî gibi düşünürsek, Arapların da Kitabı anlama konusunda eşit olmaları gerekirdi ki, durum hiç de öyle değildir.503

Şâtıbî’nin “Kur’ân’ın Araplara gönderildiği, onlarca anlaşıldığı, onlar tarafından bilinmeyen bir mananın Kur’ân lafızlarına verilemeyeceği…” şeklindeki değerlendirmelerini yerinde bulmayan Salih Akdemir; Kur'an’ın sadece belli bir zaman diliminde yaşayan Araplara değil de, zaman ve mekan üstü, bütün insanlığa gönderilmiş bir kitap olduğu; Kur’ân’ın özellikle ahkam ayetleri dışındaki yer, gökler, denizler vs. ile ilgili bazı ayetlerden kastolunan manaların ancak son zamanlarda anlaşılabildiğini vurgulamaktadır. Kaldı ki bu durum Kur’ân’ın belâgatına zarar vermez, aksine onun belâgatını daha da pekiştirir. Ona göre, Şâtıbî ve onun görüşleri doğrultusunda sistemini oluşturan Zehebî, Kur’ân’ın Araplara değil de bütün insanlığa gönderilmiş bir kitap olduğunu unutmuş görünmektedirler.504

Şâtıbî’nin “Kur'an-ı Kerim sadece inzal olduğu devredeki ilimleri ihtiva eder…” şeklindeki düşüncesi hem usûl yönünden hem de içerik yönünden eleştirilmiştir. Şöyle ki müellifin; Kur'an’ın ilk muhatapları bilmiyor diye, O’nun daha sonra gelişen ve ortaya çıkan ilimleri ihtiva etmediğini savunması ve kendisi gibi düşünmeyenleri Kur’ân’ı anlamamakla itham etmesi doğru ve haklı bir eleştiri değildir. Zira, Kur'an’ı sadece devrinin ilmini ve anlayışını aksettiren bir kitap olarak görmek, onu anlamamak ve onu varmak istediği gayeden uzaklaştırmak demektir. Onda öyle ayetler vardır ki, Kur'an’ın nazil olduğu devirdeki Araplarca bilinen ilimlerle anlaşılması ibret alınması asla mümkün değildir. Bu da Kur'an’ın mahallî bir eser olmadığına, insanlığın kitabı olduğuna delil teşkil eder.505

Şâtıbî’nin “Kur'an’a ilk muhatap olanlar ümmî olduğu için, islam şeriatının da ümmî olduğu…” şeklindeki görüşü de Tahir b. Âşûr (v.1973) tarafından eleştirilmiştir. Ona göre; “Kur’ân’ın indiriliş amacı, Arabı bulunduğu durumdan başka bir duruma, yani cehaletten ilme ulaştırmak içindir. İkincisi Kur’ân’ın daveti özel değil geneldir. Bir

503 Şâtıbî, el-Muvâfakât, II, 78-79.

504 Akdemir, Salih, İlmî Tefsir Hareketinin Değerlendirilmesi ve On Dokuz Rakamı Üzerine, s.XXII-

XXIII.

başka husus da, Kur’ân’ın anlamları sınırlı değil tam aksine sınırsızdır. Bu yönden Kur’ân’ın anlamlarını, inzali sırasında Arapların ulaştığı ilmî seviyeye tahsis etmek mümkün değildir. Kur'an’ın mu’ciz olması; lafızlarının güzelliğinde ve manalarının çokluğundadır. Kur’ânî kavramlarla ifade edilen manaların anlaşılmasında, anlayışların değişik olması makuldür. Çünkü nice anlayış sahibinin üstünde daha anlayışlı kişiler bulunmaktadır.”506

Şâtıbî’nin görüşlerine karşı yapılan bir diğer eleştiri de; “ictihadın devamlılığı ve gerekliliği ve dînin evrenselliği” üzerinedir. Buna göre, Kur’ân’ı belli bir döneme tahsis etmek onun evrenselliğine gölge düşürür. Kaldı ki Şâtıbî, Kur’ân’da yer aldığı kadarıyla bilime de karşı değildir. Onun karşı olduğu şey sonradan ortaya çıkan bilgilerin kullanılarak tefsir yapılmış olmasıdır. Fakat bu da tutarlı değildir. Zira bu ilkeyi uygulayacak olursak fıkıhtaki ictihadı da ortadan kaldırmak gerekir. Çünkü yazılan yüzlerce fıkhî eser, içtihada dayanmaktadır. Dolayısıyla, fıkıhta caiz olan bir şey neden ilmî tefsir için caiz olmasın?507

III. DEĞERLENDİRME

Diğer tefsir türleri gibi bilimsel tefsir de, Kur'an’ı daha iyi anlama ve yorumlama çabaları sonucunda ortaya çıkmış bir harekettir. Her ne kadar bilimsel tefsirin ortaya