• Sonuç bulunamadı

Kalkınma, Ġkinci Dünya SavaĢı sonrası sıklıkla kullanılan bir kavram haline gelmiĢtir. Bu kavramın kökeninde modernleĢme ve ilerlemeci tarih anlayıĢı vardır ve Batı‟nın tüm dünyaya kabul ettirmeye çalıĢtığı sınırsız büyüme paradigmasının bir türü olarak ortaya çıkmıĢtır (BaĢkaya, 2000: 26). Kalkınma, sanayileĢme ve modernleĢme için gereken unsurları ortaya çıkarmıĢtır.

1950‟lerde, yani Ġkinci Dünya SavaĢı sonrasına denk gelen dönemdeki hakim kalkınma söylemi ekonomik büyüme stratejilerine dayanmaktadır. Küresel kalkınma söyleminin 1950‟li ve 1960‟lı yıllardaki bu yaklaĢımı, özellikle sömürgeciliğin sonlandırılması sürecinde bağımsızlığı kazanan ülkelerin piyasa koĢullarına duyulan güvensizlik ile Soğuk SavaĢ ortamında ulusal siyasi otoritelerin sosyo-ekonomik yapılar üzerindeki müdahaleci tutumları arasındaki dengeye dayanmaktadır. Buradan hareketle küresel kalkınma söyleminin savaĢ sonrası dönemdeki temel problemi, bir taraftan serbest piyasa ekonomisi ve özel giriĢimin canlandırılması ile diğer taraftan devletin, sosyal ve ekonomik kalkınmanın gerçekleĢtirilmesinde baĢlıca aktör olması arasındaki dengenin nasıl kurulacağı olmuĢtur (Ünay, 2009: 91-92). Bu dönemde çevrenin kalkınma söylemi içinde yer almadığı görülmektedir.

Mevcut dönemde refah kaynaklarında yaĢanan artıĢ hem geliĢmiĢ ülkeler ile geliĢmekte olan ülkeler arasındaki farkın azaltılması, hem de her ülkenin kendi içindeki gelir farklarını azaltması çabalarını artırmıĢtır (Kazgan, 2002: 90-92). Uluslararası ekonomi ise Ġkinci Dünya SavaĢı‟ndan sonra kurulmuĢ olan DB, IMF ve Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel AnlaĢması (General Agreement on Tariffs and Trade - GATT) tarafından düzenlenmiĢtir. UlaĢım ve iletiĢim teknolojilerindeki artıĢ da bu dönemdeki ekonomik büyümeye katkı sağlamıĢtır.

52

Çevre açısından bakıldığında Ġkinci Dünya SavaĢı öncesi gibi savaĢ sonrası dönemde de doğal kaynakların korunması ve doğanın korunması arasındaki çatıĢma hakim olmuĢtur. Bunda Dust Bowl9, Depresyon ve Ġkinci Dünya SavaĢı gibi

olayların önemli etkisi vardır. Bu olayların yarattığı kriz sonucu çevresel politika yeniden düzenlenmiĢtir. Amaçlanan, küresel ekonomik büyüme ve kalkınmanın gerçekleĢmesi için gerekli koĢulların garantiye alınabileceği bir doğa koruma stratejisidir (Topçu, 2008: 26). Aslında çevresel korumanın kalkınmanın gerçekleĢmesi için doğa koruma stratejisi altında düzenlenmesi anlayıĢı etkisini uzun süre devam ettirmektedir.

1960‟lı yıllara gelindiğinde, ekonomik büyüme daha önce hiç benzerine rastlanmayan seviyede olmuĢtur. Bu ekonomik büyümenin temelindeki ilk unsur, devletlerin plan yapmalarını ve ekonomik modernleĢmeyi gerçekleĢtirmelerini sağlayan ve bu talebin muazzam bir Ģekilde artmasını sağlayan karma ekonominin ortaya çıkmasıdır. Ġkinci unsur, dünya ekonomisinin üretim kapasitesinin, daha karmaĢık iĢbölümünü mümkün kılarak artmasıdır. Hem kapitalizmin yeniden yapılanması hem de ekonominin uluslararası boyutundaki ilerleme bu dönemin belirleyicisi olmuĢtur. Teknolojik devrimin de etkisi olmakla birlikte, asıl etkili unsur, bu yıllarda büyük bir bölümü eski teknolojileri temel alan eski endüstrilerin yeni ülkelere; on dokuzuncu yüzyılın kömür, demir ve çelik endüstrilerinin tarım ülkelerine; 20. yüzyılın Amerikan petrol ve içten yanmalı motor endüstrilerinin de Avrupa ülkelerine yayılmasıdır (Hobsbawm, 1994: 319).

Ekonomik büyümenin hızla arttığı bu dönem, bağımsızlığını yeni kazanan geliĢmekte olan ülkeler için bir çıkmaz yaratmıĢtır. GeliĢmekte olan ülkeler kendilerine Batı‟nın kalkınma modelini örnek almıĢlardır. Ancak bu ülkeler 1960‟ların sonları ve 1970‟lerin baĢlarında kendilerine örnek aldıkları geliĢmiĢ ülkelerinki gibi endüstrileĢmelerini sağlayamadıklarını görmüĢlerdir. Dünya

9

Dust Bowl ya da Dirty Thirties, 1930‟dan 1936‟ya ve bazı bölgelerde 1940‟a kadar Ģiddetli toz fırtınalarının, ABD ve Kanada‟nın bozkır ve çayır topraklarına önemli derecede ekolojik ve tarımsal zarar verdiği bir dönemdir. Bu felaket, aĢırı kuraklıkla birlikte ürün rotasyonu, nadas alanları ve koruyucu bitki gibi erozyonu önleyici tarımsal yöntemlerin uzun yıllar kullanılmamasından kaynaklanmıĢtır. Milyonlarca dönümlük tarım arazisinin iĢe yaramaz hale geldiği bu dönemde, yüzbinlerce insan evlerini terk etmek zorunda kaldı. Büyük bir kısmı Oklahomalı olduğu için “Okies” olarak adlandırılan bu ailelerin çoğu Kaliforniya ve diğer eyaletlere göç ettiler. Arazi sahibi olmadıkları için, yol üzerinde karĢılarına çıkan çiftliklerde çok düĢük ücret karĢılığında meyve ve diğer ürünleri toplayıp, açlık sınırında yaĢam sürdürdüler (www.wikipedia.com, 2014).

53

genelinde büyüme oranlarının artmıĢ olmasına rağmen geliĢmekte olan ülkeler, gerek endüstrileĢme gerekse de endüstriyel ihracat açısından geliĢmiĢ ülkelerin gerisinde kalmıĢtır. Bu durum sonucunda geliĢmekte olan ülkeler, küresel ekonomik yapının sömürgeci ve emperyal çıkarları yansıttığını ileri sürmüĢlerdir. Bağımlılık teorisyenlerine göre zengin ve yoksul ülkeler arasındaki bu kapitalist iliĢkinin emperyal doğası, geliĢmiĢ/Kuzey ülkelerindeki geliĢmiĢliğin azgeliĢmiĢ/Güney ülkelerinde gerçekleĢmesini imkansız kılmaktadır (Clapp ve Dauvergne, 2005: 50- 51). Bu gerçeğin görülmesi ile 1960‟lı ve 1970‟li yıllar, çevre politikalarında dar ve korumacı nitelikteki politikalardan daha kapsamlı ve farklı endiĢeleri içeren politikalara geçiĢ yılları olmuĢtur. Zaten uluslararası düzeyde çevre konusunun sistemli ve kapsamlı bir Ģekilde ele alınmasının temel nedenlerinden biri de doğanın korunması konusunda yaĢanan çıkar çatıĢmalarıdır.

1960‟lar itibariyle çevre sorunları ulusal ve uluslararası kuruluĢların özellikle ilgilendiği bir alan haline gelmiĢtir. Bu yıllarda kirlilik hakkındaki kaygılar giderek artmıĢtır. Ayrıca çevre sorunlarının insanlık, küresel kaynaklar, sosyal ve fiziksel çevre arasındaki karmaĢık bir iliĢki sonucu ortaya çıktığının farkına varılmıĢtır. Sonuç olarak çevre tahribatının boyutları ve insanlık için önemi daha iyi anlaĢılmaya baĢlanmıĢtır ve geleneksel büyüme hedef, strateji ve politikalarının kabul edilebilirliği hakkındaki soru ve sorunlar kamuoyu önünde tartıĢılmaya baĢlanmıĢtır (Baker vd., 1997: 2).

Kalkınma açısından bakıldığında küresel ekonomide yaĢanan eĢitsizlikler, 1970‟lerde büyümenin de yavaĢlaması ile daha dikkat çekici olmuĢtur. 1971 yılında Bretton Woods kuruluĢları ile kurulan dolar-altın konvertibilitesi bozulmuĢtur. Bu durum küresel ekonomiye duyulan güvenin sarsılmasına neden olmuĢtur (Topçu, 2008: 30).Yani bir taraftan karĢılıklı hassasiyet artarken diğer taraftan karĢılıklı bağımlılık daha da belirginleĢmiĢtir.

Ġkinci Dünya SavaĢı‟ndan sonra meydana gelen tüm bu geliĢmeler/değiĢmeler, 1970‟li yılların sonlarına kadar, bazı küçük çaplı geliĢmeler olmasına rağmen, çevre konusuna gerekli ilgiyi göstermeden yenilenebilir doğal kaynaklar üzerinde oluĢturulan baskıyı dikkate almadan gerçekleĢmiĢtir. Söz konusu geliĢme ve değiĢmeler özellikle geliĢmiĢ ülkelerde gerçekleĢmiĢtir. Çevre tahribatı dayanılmaz

54

boyutlara ulaĢıncaya kadar çevreye olan ilgi düĢük seviyelerde olmuĢtur. Ancak 1970‟li yıllarda artık bir Ģeyler yapılması gerektiği anlaĢılmıĢtır (Aruoba, 1997: 179). 1970‟ler ile hem nüfusun hem de tüketimin artması doğal kaynakların gereken ihtiyacı ne kadar/nasıl karĢılayacağı sorununu ortaya çıkarmıĢtır. Bu dönemde Roma Kulübü tarafından hazırlatılan “Büyümenin Sınırları” raporu da bu sorunlara yönelik tartıĢmaların baĢlangıcı olmuĢtur. Büyümenin Sınırları (The Limits of Growth) Raporu Massachussets Teknoloji Enstitüsü (Massachussets Institute of Technology- MIT) tarafından hazırlanmıĢtır. Bu rapor Jay Forrester, Dennis ve Donella Meadows ve arkadaĢlarından oluĢan bir araĢtırma grubu tarafından geliĢtirilen küresel bir modelin sonuçlarını içermektedir. AraĢtırma grubu küresel düzeyde büyüme üzerinde etkili olacak beĢ temel unsur arasındaki iliĢkiyi ortaya koymuĢtur. Bu unsurlar nüfus, tarımsal üretim, doğal kaynaklar, endüstriyel üretim ve kirliliktir (KeleĢ ve Hamamcı, 1997: 21).

1972 yılında açıklanan “Büyümenin Sınırları” raporu, doğal kaynakların nüfusun hızlı artıĢına yetmeyeceğini, içinde yaĢadığımız çevrenin 150 yıla varmadan yaĢanabilirlik düzeyini kaybedeceğini ifade etmektedir. Bu nedenle raporda çevreyi korumak ve geliĢtirmek amaçlanıyorsa büyüme hızının yavaĢlatılması ya da durdurulması savunulmaktadır.

Büyümenin durdurulması veya yavaĢlatılmasını savunduğu için rapor abartılı bulunmuĢtur.Dengeli Büyüme (Zero Growth) tezini savunan Büyümenin Sınırları Raporu, azgeliĢmiĢ ülkelerin kalkınma giriĢimlerine engel olabilecek içerikte görülmüĢtür.10

10Gerçekten, geliĢmekte olan ülkelerin kalkınma planlarına koydukları sanayileĢme tercihlerine karĢı çıkarak, onları tarımda modernleĢmeye ve turizmde kalkındırmaya çalıĢan uluslararası kuruluĢların davranıĢlarında bu çeliĢkili çıkarların rolü vardır. Aslında geri kalmıĢ ülkeler sanayi ve kentleĢmenin kirletmiĢ olduğu çevreyi yoksulluğa tercih etmektedir. En büyük kirlenme yoksulluğun kendisi olduğundan onu ortadan kaldırmak hedeftir. Çevresini kirletecek kadar sanayileĢmek azgeliĢmiĢ ülkelerin de arzusudur. Ayrıca bu modelin çok az sayıda değiĢkenle kurulduğu da öne sürülmüĢtür. Rapor, belli sorunların çözümü için bilimsel ve teknolojik ilerlemelere yeterince önem vermediği, henüz yeterince araĢtırılmamıĢ alanlarda yer alan hammadde stoklarının bulunması olanaklarının bu modelin varsaydığından daha büyük olduğu ve kritik toplumsal etmenleri hiç dikkate almadan hazırlandığı Ģeklinde de eleĢtirilmektedir (KeleĢ ve Hamamcı, 2005: 234-235).

55

Karamsar bir hava yaratmakla birlikte Roma Kulübü‟nün bu çalıĢması, çevre sorunlarının önemine ilk kez değiĢik bir boyutta dikkat çekmesi bakımından yalnızca felaket haberciliği olarak hafife alınamaz. Çünkü “Büyümenin Sınırları” raporu, çevre ile ekonomi arasındaki iliĢkiyi ilk kez gündeme getirerek bugün tüm dünyaca kabul edilen “sürdürülebilir geliĢme” kavramının da bir anlamda temellerini atmıĢtır (Kaplan, 1999: 104-105).

1976 yılında Arjantin Bariloche Vakfı tarafından hazırlattırılan “Yoksulluğun Sınırları” adlı küresel araĢtırma ise Roma Kulübü‟nün hazırlattığı raporun tam karĢısında yer almaktadır. Bu araĢtırmanın temel savı ise, sınırlandırılması gerekenin ekonomik büyüme değil, sanayileĢmiĢ ülkelerin ölçüsüz tüketim alıĢkanlıkları olduğudur. Ekonomik büyüme yine bu sava göre, teknik açıdan denetlenirse ya da enerji sorunu nükleer enerji kaynakları ile çözülebilirse çevre tahribatları ortaya çıkmayacaktır. Çevre ve kalkınma sorunlarına yönelik çözüm için Kuzey‟den Güney‟e teknoloji transferi yapılması gerekliliği öneriler arasında yer almaktadır (Kaplan, 1999: 105). Neticede görülüyor ki geliĢmiĢ ve geliĢmekte olan ülkeler arasında çevre konusunda bir söylem farkı vardır.

GeliĢmiĢ ülkelerin çevreye yaklaĢımı ile azgeliĢmiĢ ya da geliĢmekte olan ülkelerin çevreye yaklaĢımı aynı değildir. GeliĢmiĢ ülkeler kendi kalkınmaları için çevrenin/doğal kaynakların korunması anlayıĢını savunurken, geliĢmekte olan ülkeler çevrenin korunması ile ilgili yapılacak eylemlerin kendilerine sanayileĢmiĢ ülkeler tarafından dayatıldığını düĢünmektedir; buna ek olarak çevreyi öncelikli gündem haline getiren politikalar ile ekonomik büyümelerinin/kalkınmalarının engellenmek istendiği düĢüncesine sahiptirler. Esasında geliĢmekte olan dünya çevrenin korunması ile kalkınmanın sağlanması arasında bir ikilem yaĢamaktadır. Henüz ekonomik geliĢmesini gerçekleĢtiremeyen bu ülkelerin çevrenin korunması politikalarına öncelik vermesi oldukça zor görünmektedir.

Söz konusu nedenlerden dolayı çevre sorunlarına çözüm bulmak için uygulanacak çevre politikalarının belirli düzeylere ulaĢmasının ekonominin tamamı üzerinde güçlü etkileri olacaktır. Çünkü bir tarafta çevre politikalarının pahalı olması, diğer tarafta da önemli bir kaynak tahsisi sorunu vardır. GeliĢmiĢ ülkelerde çevreye yönelik kaynak tahsisi yapılmaya baĢlanmıĢtır. Ancak çevre sorunlarının

56

farklı geliĢmiĢlik düzeyinde olan ülkeler arasındaki algılanıĢı da farklı olmaktadır. Ayrıca çevre sorununun kapsamının uluslararası (sera etkisi, küresel ısınmanın ortaya çıkardığı olumsuzluklar, ozon tabakasının incelmesi, tropik ormanların yok olmaya baĢlaması, ortak denizlerin kirlenmesi) niteliği ile ulusal, bölgesel, yerel (erozyon, yer altı sularının azalması, yakacak odun sağlanması olanaklarının azalması) niteliği arasında da farklılık göze çarpmaktadır. Bu farklılığın önemli bir ifadesi çevre ekonomisi11ile azgeliĢmiĢ ülkelerin ekonomi politikalarının öncelikleri

arasındaki iliĢkidir. AzgeliĢmiĢ ülkeler ekonomi politikalarını oluĢtururken büyüme dıĢında alternatif politikalara yönelmezler. Çevre korunması için büyümeden vazgeçilmesini, mevcut tüketim seviyesinin korunmasını bir derece kabul etseler bile, çevre korumaya yönelik pahalı politikalara ya da temiz üretim için daha da pahalı yeni üretim teknolojilerine büyümenin yerine öncelik tanımalarını beklemek ihtimal dıĢı gibi görünmektedir (Aruoba, 1997: 180-181).

1970‟lerde çevre ve kalkınma arasındaki iliĢki, kalkınmanın Kuzey ve Güney ülkeleri arasında sürdürülebilir bir Ģekilde yeniden yapılandırılması düĢüncesi etrafında ĢekillenmiĢtir. Çünkü endüstrileĢmenin/kalkınmanın ülkeler arası adaletsiz dağılımı sonucu çıkan çatıĢmalar, özellikle çevre politikaları açısından endüstrileĢmiĢ ve daha az endüstrileĢmiĢ dünya arasındaki gerilimleri içermiĢtir. Böylece çevre, yeniden kalkınma söylemi içine yerleĢmiĢtir (Topçu, 2008: 33).

1980‟ler ve 1990‟larda dünyadaki hakim politikalar, neoliberal ekonomi düĢüncesini yansıtacak Ģekilde değiĢmiĢtir. Küresel ekonomi, 1970‟lerde bir ölçüde Güney‟in zayıf ekonomik büyümesinin sebebi olarak görülmüĢtür. 1980‟lerin sonu itibariyle ise serbest piyasalara küresel ekonomik entegrasyonun ekonomik büyümenin en iyi yolu olduğu görüĢü hakim olmuĢtur. DB ve IMF gibi kuruluĢlar da küresel olarak entegre serbest piyasa ekonomisine geçmek için önemli bir destek olarak görülmüĢtür. Az geliĢmiĢ ülkelerin içinde bulunduğu borç krizine bu kurumların neoliberal ekonomi politikalarını gerçekleĢtirmeleri için bir test alanı

11Çevre ekonomisi üretim yapısının, boyutlarının, büyümedeki artıĢın, bunun sonucu oluĢan tüketim artıĢının ve tüketim alıĢkanlıklarının çevre sorunlarının temelini oluĢturduğunu ileri sürmektedir. Büyümenin Sınırları adlı raporun ele alınan konu açısından önemli olan diğer boyutunun çevre ve ekonomi arasındaki iliĢkiyi ilk kez gündeme getirmesi olduğu ifade etmek gerekmektedir. Bunda çevre ekonomisinin bir disiplin olarak oluĢmaya baĢlamasının önemli etkisi vardır (Aruoba, 1997: 179-180).

57

olarak bakılmıĢtır (Topçu, 2008: 43). Neoliberalizmin bu Ģekilde yükseliĢi ve azgeliĢmiĢ ülkelerin içinde bulunduğu borç krizinin çevreye olan etkisi BM‟nin faaliyetlerini yönlendirmiĢtir. Bu kapsamda ortaya çıkan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu (World Commission on Environment and Development – WCED),BM Genel Kurulu tarafından 1984 yılında çevre ve küresel ekonomik kalkınma arasındaki iliĢkiyi araĢtırmak amacıyla kurmuĢtur. Nitekim sürdürülebilir kalkınma yaklaĢımı da bu süreçte kalkınma söylemi içinde yerini almaya baĢlamıĢtır.