• Sonuç bulunamadı

TÜRKĠYE CUMHURĠYETĠ ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ GAZETECĠLĠK ANABĠLĠM DALI

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "TÜRKĠYE CUMHURĠYETĠ ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ GAZETECĠLĠK ANABĠLĠM DALI"

Copied!
105
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

TÜRKĠYE CUMHURĠYETĠ ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ GAZETECĠLĠK ANABĠLĠM DALI

AK PARTĠ DÖNEMĠNDE TARĠHYAZIMI VE MĠLLĠYETÇĠLĠK:

KÖġE YAZARLARI ÜZERĠNDEN BĠR ĠNCELEME

Yüksek Lisans Tezi

Fatih Serdar ÖZGÜLTEKĠN

Ankara, 2019

(2)

TÜRKĠYE CUMHURĠYETĠ ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ GAZETECĠLĠK ANABĠLĠM DALI

AK PARTĠ DÖNEMĠNDE TARĠHYAZIMI VE MĠLLĠYETÇĠLĠK:

KÖġE YAZARLARI ÜZERĠNDEN BĠR ĠNCELEME

Yüksek Lisans Tezi

Fatih Serdar ÖZGÜLTEKĠN

Tez DanıĢmanı

Doç. Dr. Cenk SARAÇOĞLU

Ankara, 2019

(3)

(4)
(5)

Teşekkür

Bu tezi hazırlarken yardımını, katkısını, desteğini hissettiğim ve varlıklarıyla beni ayakta tutan insanlar olmasaydı pek çok şey eksik kalırdı. Yalnızca bu sürece değil, hayatıma dair neredeyse her unsur onların sayesinde bir anlam ifade etti. Bu çalışma, isimlerini anmaktan büyük mutluluk duyduğum hocalarıma, aileme ve arkadaşlarıma ithaf edilmiştir.

Hepsinden önce, bu kente gelmeye ve hayatıma yeni bir yön çizmeye karar verirken maddi ve manevi hiçbir boyutta desteklerini bir an bile esirgemeyen ve bana duydukları inancı hiçbir zaman yitirmeyen, beni ayakta tutan aileme, son altı aydır yeniden hayatı aynı evde paylaştığımız ve buraya gelene dek aramızda olan fiziksel mesafelerin hiçbir şey ifade etmediği, dayanışmasını ve desteğini hiçbir zaman esirgemeyen kardeşim Semih‟e,

Fikirlerimi ve düşüncelerimi büyük bir sabırla dinleyen ve bunlara titizlikle yaklaşan, bu çalışmanın alması gereken yön konusunda önerilerini daima dile getiren, paylaştığım metinleri olanca özeni ve dikkatiyle okuyan, şahsıma duyduğu inancı hiçbir zaman eksiltmeyen Cenk Saraçoğlu‟na,

Bu şehre geldiğim anda evini bana açan, yarenliği, dostluğu ve sohbetiyle beni çok defa iyileştiren, zorlukların altından daima kalkabileceğimiz inancını sayesinde hiç

yitirmediğim Furkan‟a,

Beraber hem bir evi hem de hayatlarımıza ilişkin pek çok şeyi paylaştığım, içten ve yapıcı konuşmalarında ufkumu açan ve beni kendime getiren, tebessümü ve

yoldaşlığıyla beni de gülümseten Nalan‟a,

Heyecanı, tebessümü ve hayat coşkusunun yanında sırdaşlığı, arkadaşlığı ve hissettirdiği güvenle huzur veren, verdiğimiz mücadelenin her anında desteğini duyumsadığım Arzu‟ya,

Ankara‟ya geldiğim ve İLEF‟in koridorlarında adım attığım ilk günden itibaren içtenlikle “hocam” diyebilmekten çok mutlu olduğum, ama aynı zamanda bir ağabey arkadaş gibi yakınımda olan, çiçekleri ve kedileriyle kendimi kardeş bildiğim, bu çalışmada da ufkumu açan ve desteğini her zaman, her durumda hissettiren Tezcan Durna‟ya,

Teşekkür ediyorum.

(6)

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ...1

BİRİNCİ BÖLÜM Milliyetçilik ve Tarihyazımı: Kavramsal ve Teorik Bir Giriş 1.1.) Milliyetçilik ve Ulus………...8

1.2.) Milliyetçilik ve İdeoloji İlişkisi……….13

1.3.) Tarihyazımı ve İdeolojik İşlevi………...14

1.4.) Aydınlar, Tarihyazımı ve Hegemonya………..17

İKİNCİ BÖLÜM Türkiye‟de Milliyetçiliğin Düşünsel Kaynakları 2.1.) Batılılaşma ve Milliyetçilik………...21

2.2.) Cumhuriyet‟ten Önce: Aydınlar ve Milliyetçilik………..22

2.3.) Cumhuriyet ve Sonrası: Aydınlar ve Milliyetçilik………...23

2.4.) Tarihyazımı ve Türk Milliyetçiliği………....25

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM AK Parti Dönemi Milliyetçilik Anlayışı 3.1.) AK Parti‟nin İdeolojik Karakteri………...32

3.2.) Millet ve „Millî İrade‟………....35

3.2.1.) Demokrat Parti, Menderes ve „Millî İrade‟………....36

3.2.2.) Milliyetçi-Popülizm‟in Yeni Yüzü: ANAP ve Özal………..38

3.2.3.) Erbakan ve „Millî Görüş‟………40

3.3.) AK Parti ve „Millet‟………...43

3.4.) AK Parti ve Yeni Tarih Kurgusu………...48

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Köşe Yazarları: Cumhuriyet Dönemi ve AK Parti Dönemi 4.1.) Millet ve Milliyetçilik………....53

4.2.) Tarih ve Tarihyazımı……….61

(7)

SONUÇ………..79

KAYNAKÇA……….92

ÖZET……….97

ABSTRACT………...98

(8)

1 GĠRĠġ

Milliyetçilik, bazı açılardan kökleri geçmişe ait olmakla birlikte, modern bir düşünce akımıdır. 19. yüzyıl ile birlikte yaygın hale gelmiş ve ulus devletlerin omurgasını meydana getirmiştir. Bir ülkeyi oluşturan insanların, ortak amaçlar etrafında buluşabilmesi ve ortak aidiyetler üzerinden tanımlanma çabası anlamına gelebilecek bu düşünce biçimi, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye‟de de etkili olmuştur.

19. yüzyılda, o dönem dünya üzerindeki hakim yönetim sistemi olan imparatorluklarda gerçekleşen milliyetçi cereyanlar ve yükselen ulus bilinci, Osmanlı İmparatorluğu‟nda da yankı bulmuş ve bu, Türkiye‟nin kuruluşuna giden süreci tetiklemiştir. Bir bağımsızlık savaşını geride bırakan ve yoğun bir imparatorluk birikiminin ardından oluşturulan cumhuriyet de, ortak ülkü ve inançlar üzerine tesis edilen bir yapı olmuştur.

Tarih anlayışı da bu düşünce biçiminin etkisi ile yeni bir yön ve yorum kazanmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti‟ni meydana getiren veya öyle olduğu varsayılan topluluğun ortak özelliklerini tanımlamak için, Osmanlı geçmişini de aşan çeşitli uygarlıklar, olaylar ve özneler araçsallaştırılmış ve güncel olanla arasında bir bağ inşa edilmiştir. Bu çerçevede tarihyazımı da eğitimden politikaya, sanattan kültüre pek çok alanda yeni bir kavrayışı hedeflemiştir. Kurucu değerlerin gölgesi altında, bazen çeşitli düşünsel ve politik krizlerle karşılaşılsa da, Atatürk milliyetçiliği olarak da anılabilecek olan düşünce türü en etkili milliyetçilik şekli olagelmiştir.

Bu çalışmanın odaklandığı unsur ise, sözü edilen milliyetçilik anlayışında ve tarihyazımı faaliyetlerinde bir kopuş meydana getirdiğini iddia ettiğimiz Adalet ve Kalkınma Partisi‟dir (AK Parti). 2002 yılında tek başına iktidar olan AK Parti, muhafazakâr ve sağ bir karakter taşımasının yanında, Türkiye‟de milliyetçiliğin düşünsel kaynaklarından da beslenmiş ve bu kaynakları, kendini tanımlarken kullandığı

„muhafazakâr demokrasi‟ ile kaynaştırmış bir siyasi organizasyondur. Türkiye‟deki fikirler alanı için bir tutkal vazifesi gören milliyetçiliğin, AK Parti için de araçsallaştırılabilir bir düşünce tarzı olduğunu, „milli irade‟ ve „millet‟ kavramları üzerinden kitlelerle güçlü bir bütünlük kurulmaya çalışıldığını söylemek mümkündür.

Bu gerçekleştirilirken, hem Kemalist modernleşme projesi ve sekülerizm aşılmaya çalışılmış, hem de AK Parti dönemine dek içeriği belli açılardan doldurulan milliyetçiliğin anlamı daha farklı öğelerle kurulmuştur. Çalışmanın içeriğinde de değinilecek olan bu öğeler, milliyetçiliği etnik aidiyetler üzerinden belirlemeyi reddetme ve halka „hizmet götürmeyi‟ milliyetçiliğin esası olarak saptama iddialarını içermektedir. Ayrıca, ülkeyi oluşturan tüm toplulukları Sünni İslam bakışında bir arada

(9)

2

gören ve yeni-Osmanlıcı sayılabilecek, ulus devlet milliyetçiliğini aşma iddiası taşıyan tonlara da sahiptir.

Bu çalışmanın yaslandığı esas iddia, AK Parti‟nin millet bilincinde meydana getirdiği ve kurumsallaştırmaya çalıştığı değişimdir. Bir modernleşme projesi olarak kurucu cumhuriyet ilkelerinden kopmayı simgeleyişi itibariyle AK Parti, Davutoğlu tarafından „yüz yıllık parantez‟ olarak da nitelenen 1 ve ardında bırakılan tarihsel birikimi, „millet‟ tanımı üzerinde de değişiklikler yaparak aşmaya çalışmıştır. Kurucu cumhuriyet seçkinlerinin „sınıfsız, imtiyazsız ve kaynaşmış‟ özellikler barındıran ve yüzü Batı‟ya dönük „ulusunun‟ karşısında; „değerleri‟ ile yeniden buluşan, hem Sultan Alparslan‟ın hem de Yavuz‟un tarihsel mirasını sahiplenen, „iç ve dış düşmanlara karşı vereceği en iyi cevabı‟ bilen bir „millet‟ inşa edilmektedir. Söz konusu milletin, sahip olduğu varsayılan veya en kısa zamanda elde etmesi gerekli görülen hasletleri itibariyle

„özel‟ olduğu ve zaman kaybetmeden „Yeni Türkiye‟nin inşasına katkıda bulunması gerekliliği varsayılmaktadır. Bütün bunlar, bu milletin „nereden gelip, nereye gittiği‟, hangi yeni ve amansız „badirelerle‟ karşılaşıldığı, nasıl bir aile ve toplum yapısına sahip olunması gerektiği gibi sayısız örnek hakkında yeni bir tarih ve toplum anlatısının ve tahayyülünün dile getirilmesine yol açmıştır. Bu anlamda çalışma, yeni tarih bilincinin ve millet kavrayışının ortaya çıkması için en etkili araçlardan birisi olarak ele alınan tarihyazımının, yeni nesil kanaat teknikerleri olarak değerlendirdiğimiz köşe yazıları aracılığıyla somut hale getirildiğini ve yeni sembollerin dolaşıma sokulmasına yardımcı olduğunu iddiasını taşımaktadır. Yeni bir millet kavrayışı meydana getirilirken göz önünde bulundurulacak ve tutkal vazifesi gören en önemli unsur ise milliyetçiliktir.

AK Parti‟nin milliyetçiliğe bakışına eğilirken köşe yazılarına yer verilecek diğer dönem 1932-1937 arası dönemin milli tarih anlayışıdır. Özellikle tarih anlayışının kurumsallaşması, biçimlenmesi ve Kongreler gibi girişimlerin varlığı bu yıllar arasındaki yazıların incelenmesini gerektirmiştir. Kuruluşu, kurtuluşu, o güne dek pek telaffuz edilmemiş „köklerle‟ buluşmayı ve insanların etrafında bir araya getirilmeye çalışılacakları „değerleri‟ irdelemek doksan yılını aşmış cumhuriyetin geçirdiği dönüşümü ve güncel olanı kavramak açısından gerekli bir başlangıç noktası olacaktır.

Yukarıda çeşitli özellikleri ile tarif edilen bu dönemin önemi, sonrasında ortaya çıkan karşıtlıklar ve fikir akımları üzerinde belirleyici olmasından gelmektedir. Kurucu tarih anlatısının çerçevesini çizdiği modernleşme görüşü, tarih ve dil bilinci, kültürün içeriği

1 https://www.yenisafak.com/yazidizileri/yuzyillik-parantezi-kapatacagiz-494795 (Erişim tarihi: 5 Aralık 2018)

(10)

3

ilerleyen yıllarda iyiden iyiye yerleşmiş ve kurumsallaşmış bir yapı arz etmiştir. Bu dönemin önemini gösteren diğer bir unsur ise, çalışma konusu olan AK Parti‟yi de ilgilendiren Kürt Sorunu, Türk milliyetçiliği, siyaset-toplum ilişkisi ve dış politika gibi ölçütleri günümüze dek belirleyebilmiş olmasıdır. Ayrıca bu analizin öncesinde Türkiye‟de milliyetçiliğin düşünsel kaynakları ve siyasal alanda milliyetçiliğin tarihsel görünümlerine de göz atılacaktır. Bu anlamda AK Parti dönemi incelemesi gerek basın dünyası, gerek yönetici seçkinleri nezdinde etkili sayılabilecek köşe yazarlarının analizi ile gerçekleştirilecektir. 2009-2016 yıllarını arasını kapsayacak olan incelemenin başlangıcı AK Parti‟nin, erken dönem Cumhuriyeti için önem arz eden, özellikle Kürt Sorunu gibi meseleler üzerindeki paradigma değişikliğinin söylemsel açıdan başlaması sebebiyle belirlenmiştir. 2016 ise hem Cumhurbaşkanlığı Seçimi, hem de „Yeni Türkiye‟ söyleminin kurumsallığına yönelik girişimlerin söz konusu olması ve çalışmanın güncellik ve sınırlılıklar bağlamında bu dönemle çerçevelendirilmesi nedeniyle incelemenin sonu olarak saptanmıştır. Bu anlamda erken Cumhuriyet dönemi için belirlenen periyot, tıpkı AK Parti‟nin yapmaya çalıştığı gibi, bir kuruculuk iddiası sergilediği için çalışmaya dahil edilmiştir. Çalışma bağlamında ve belirtilen tarih aralıklarında erken Cumhuriyet dönemi yazarlarından 8, AK Parti dönemi yazarlarından ise 16 yazı taranmıştır.

AK Parti deneyiminin özgül ve ayrıksı özelliklerinin katkısı çalışmanın sorunsallarından birisini teşkil etmektedir. Cumhuriyet tarihi boyunca görev alan hükümetler, „ilelebet, muhafaza ve müdafaa edilmesi‟ beklenen kurucu ilkelere karşı bir kopuş içeren eğilimler taşısalar da, bu tasarılar hem parti programlarından ve siyasi polemiklerden hariç kalmış, hem de bir hegemonya projesine dönüşebilme imkanını yakalayamamıştır. AK Parti‟nin düşünsel ve ideolojik birikimini sağlayan Menderes, Demirel, Erbakan ve Özal gibi liderlerin tutumlarında bu durum gözlenebilmektedir. Bu liderler, politik kariyerlerine „millete yakın olma‟ ve „halk iradesi‟ gibi iddialarla başlamış ve seküler modernleşme projesini karşılarına aldıklarını gösteren uygulamalara başvurmuş olmalarına karşın; Türkiye‟nin kurucu ve uzun yıllar en etkili yönetici kliklerinden olan TSK‟nin tavrı karşısında tasarılarını gerçekleştirememişlerdir. DP‟nin İslam‟ı yeniden kamusal alana dahil etme çabası ve ilerleyen yıllarda yükselen otoriterliği sonucu Tahkikat Komisyonu gibi uygulamalara başvurması, partinin 27 Mayıs 1960 Darbesi sonucu tarih sahnesinden silinmesine yol açmıştır. Özellikle Tahkikat Komisyonu; CHP‟ye „Türk kadınlarını kötüleme‟, „halkı Bizim Radyo adlı komünist radyoyu dinlemeye sevk etme‟ gibi suçlamalar yöneltmesiyle, her türlü

(11)

4

toplantının düzenlenmesini yasaklamasıyla, aralarında Ulus ve Akis‟in de bulunduğu gazete ve dergilere yönelik kapatma kararlarıyla muhalefeti tümden susturmaya yeltenecek kadar otoriterleşmiş bir DP‟yi ortaya koymaktadır (Atılgan, 2015, s. 450- 452) .

Demirel‟in AP‟sinin, toplumsal düzenin iyice aşındığı ve bir çeşit iç savaş ortamının yaşandığı 1970‟li yıllarda Milliyetçi Cephe gibi bir oluşumla var olan kamplaşmanın taraflarından birisi olarak ortaya çıkması 12 Eylül‟de bu hareketin de muarızlarıyla birlikte siyasi yasaklılar arasına girmesine neden olmuştur. Demirel, bu dönemde gençlikten, işçi sınıfından ve emekçi köylülerden muhalefet karşısında bir taraftan “yollar yürümekle aşınmaz” gibi liberal demagojik bir söylemle ılımlı devlet adamı izlenimi yaratırken, öte yandan paramiliter gruplara verdiği destekle toplumsal muhalefete karşı sert bir tutum geliştirmiştir (Atılgan, 2015, s. 581). Özal da dinin kamusal alandaki varlığı ve Kürt Sorunu hakkındaki görüşleriyle kurucu cumhuriyet projesini karşısına alma eğilimleri gösterse de, 12 Eylül‟ün mümkün kıldığı neoliberalleşme ve depolitizasyonun mimarlarından birisi olmuş ve politik kariyerinin önemli bir kısmında TSK ile beraber hareket etmiştir. Burada Özal‟ın Demirel ve Menderes‟ten farkı, ANAP‟ın başlangıcından itibaren „ülkeyi anarşiye sürükleyen politik çatışmalardan kurtarmak‟ gerekçesiyle geçmişi bütünüyle reddetmek yolunu tercih etmesi olmuştur. Mert‟e göre ANAP‟ın iddiası, liberalizm, milliyetçilik, muhafazakârlık ve hatta sosyal adalet siyasetini tek bir merkezde bir araya getirmek olmuştur (Mert, 2007, s. 49). Erbakan‟ın „Fetih‟ vurgusu yoğun seçim kampanyalarının ardından önce Türkiye‟nin üç büyük şehrin belediyesini elde etmesi ve Genel Seçimlerden birinci parti olarak çıkması; bu gidişattan „rahatsız‟ olan medya ve ordunun iç içelik gösterdiği bir sürecin ardından 28 Şubat MGK Toplantısı neticesinde RP‟nin siyasetten tasfiyesine yol açmıştır. Bu tasfiye hareketini gerçekleştiren ordunun ise burjuvazinin “de facto siyasal partisi” gibi hareket ederek, Türkiye burjuvazisinin hâkim fraksiyonunun uzun vadeli çıkarlarını korumak maksadıyla siyaseti doğrudan yönlendirdiği dile getirilebilir (Saraçoğlu, 2015, s. 827). AK Parti de, 27 Nisan Genelkurmay Bildirisi sonrasında ordunun hükümeti koltuğundan etme çabalarına maruz kalmıştır ama bu başarısız olmuştur. Zira, bu girişimlerin dar bir toplumsal tabanı mevcuttu ve uluslararası desteği bulunmuyordu (Akça, 2018, s. 54).

Oysa AK Parti, tüm bu merkez sağ ve muhafazakar-milliyetçi birikimi sahiplenerek ve bunu da aşarak kendi varlığını, ülkede yaşayanların tamamı ile bir kader birliği içerisinde kurmaya çalışmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri‟nin tesirini kırmakla

(12)

5

başlayan ve „askeri statüko‟yu „yönetici elit‟le özdeş kılarak devam eden bu çaba;

sonrasında kurucu değerlerin üzerine daha da cesaretle gidilebilecek koşulları meydana getirmiştir. Laikliğin, önce yanlış yorumlanan ve mütedeyyin insanların kişisel özgürlüklerini ihlal eden bir kavram olarak ele alınıp ardından Anayasa‟dan çıkarılabilecek bir mertebeye ulaşması daha önce girişilmiş bir çaba değildir. Kürt Sorunu 1990‟lı yıllardan itibaren hem görünürlük, hem de Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) nezdinde temsiliyet kazansa da, AK Parti‟ye dek herhangi bir hükümet tarafından bu meselenin –her ne kadar sonraları klasik devletçi yaklaşıma dönülse de- barışçıl kanallarla çözülmesi yönünde bir vaatte bulunulmamıştır. Ayrıca - yine kuruluş yıllarından öteye geçmemiş olması kaydıyla- AK Parti‟nin Cumhuriyet tarihinde iz bırakmış ve yüzleşilmemiş olayları kamuoyu önünde tartışmaya açma girişimi ve liberal fikir insanları ile yeni bir „toplumsal uzlaşma‟ arayışı içerisine girmesi de, oluşumu kendinden önceki hükümetlerden ayıran unsurlardan birisidir. Ama tüm bunlardan önemlisi, AK Parti‟nin kurduğu hegemonyadır. Akça‟ya göre başarılı bir hegemonya projesi burjuvazinin farklı kesimlerinin desteğini sağlamalı, tahakküm altındaki sınıfların rızasını üretmeli ve direkt olarak sınıf ilişkilerinden kaynaklanmayan sosyo-politik konuları da bu projeye eklemelidir ve AKP, bu noktaların hepsinde başarılı olmuştur. Bu proje, IMF ve DB‟nin dahil olduğu ikinci dalga yapısal reformların gerçekleştirilmesini, neoliberal sosyal programlara yaslanan yeniden dağıtım politikalarını, bir „milli irade‟ adına „vesayete‟ karşı verilen mücadele şeklinde anlaşılan reformist siyasal pratikleri, Siyasal İslâmcılık yerine muhafazakâr modernleşmeyi ve yeni Osmanlıcı emperyal bir dış politikayı birbirine eklemlemiştir (Akça, 2018, s. 47-48).

Tüm bu anılanlar ışığında bu çalışmanın amacı, AK Parti‟nin millet, milliyetçilik gibi çekirdek kavramların içeriğinde meydana getirdiği dönüşümü ortaya koymaya çalışmaktır. Bu dönüşümü gerçekleştirirken kendi iktidarına dek ideolojik açıdan varlığını sürdüren kurucu cumhuriyet ilkelerinden gösterdiği kopuşu, yeniden „Yeni Türkiye‟yi kurarken tarihi yeni mit ve sembollerle nasıl inşa ettiğini, kurduğu hegemonya ve söylemsel tutumu açısından nasıl bir özgünlük arz ettiğini tespit etmektir. Ayrıca, geniş bir yelpazeyi içeren toplumsal meseleler, yenilikler ve artık var olmadığı varsayılanlar hakkındaki paradigma değişikliğini „ideologları‟ aracılığıyla nasıl somutlaştırdığını işaret etmek de bu çalışmanın amaçları arasındadır.

Bu çerçevede çalışma dört ayrı bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm, milliyetçilik üzerine kavramsal ve teorik bir tartışmayı içerecektir. Milliyetçiliğin, modern bir

(13)

6

düşünce tarzı olduğundan hareketle, ideoloji ve hegemonya ile ilişkisi ele alınacaktır.

Milliyetçiliğin, gerek kitleler, gerek rejimler üzerinde ne denli etkili olduğunu ve araçsallaştırılabildiğini ortaya koyabilmek açısından ideoloji tartışması önem taşımaktadır. Zira ideolojik yön, kültürel olduğu kadar politik açıdan da milliyetçiliğin hareket olanaklarını belirleme kabiliyetine sahiptir. Hegemonya ise, milliyetçiliğin, yönetsel gücü açısından tartışılacak diğer bir kavramdır. Gramsci‟nin ele aldığı şekliyle, siyasi eylem alanını belirlemesi açısından ele alınacak bu kavram, milliyetçiliğin rıza üretme kapasitesini de açıklamaya çalışacaktır. Bu kavramsal girişin ardından, milliyetçiliğin pratik alandaki karşılığı sayılabilecek tarihyazımı incelenecektir.

Tarihçilik ve ulusal tarihle ilgili bir çerçeve çizildikten sonra tarihyazımına ilişkin belli başlı evrensel ve yerel eğilimlerden bahsedilecektir. Tarihyazımının da ideolojik işlevi üzerinde durulmaya çalışılacak ve köşe yazarlarının nasıl bir işleve sahip olduklarına ve tarihyazımına nasıl bir katkıda bulunabildiklerine değinilecektir. İncelemenin özneleri olması açısından, köşe yazarları ile ilgili kavramsal çerçeveyi çizerken “aydın” ve

“ideolog” tartışmasına değinmek gerekli görünmektedir. Burada “aydın” tartışması, toplumsal koşullar ve bağlam, mevcut iletişim teknolojileri gibi unsurlar sebebiyle erken dönem Cumhuriyeti açısından yapılacak ve bu dönemin köşe yazarları ve yazıları bu çerçeveden ele alınacaktır. Çalışmanın merkezini teşkil eden AK Parti dönemi köşe yazarları için ise bir “ideolog” tanımı ve tartışması yapılarak, bu yazarların en başından beri AK Parti ile özdeş bir söylem tutturduğu iddiası desteklenmeye çalışılacaktır.

Çalışmanın ikinci bölümünde Türkiye‟de milliyetçiliğin düşünsel kaynaklarına odaklanılacaktır. Yukarıda kısaca bahsettiğimiz ve erken Cumhuriyet dönemi için geçerlilik taşıyan aydın tartışması, bu konuyu ele alırken başvurulan referans noktalarından birisini teşkil edecektir. Milliyetçiliğin Osmanlı‟da fikir alanına dahil olması, çeşitli olaylarla ivme kazanması ve nihayet cumhuriyetin ardından yeni bir tarih kurgusunu ortaya çıkarması aydınların rolü olmadan ele alınamamaktadır. Bunun yanında, döneme ilişkin uluslararası politik koşulların ve sınıfsal hareketliliğin de milliyetçiliğe ve ulus devletlere giden süreci etkilemesi söz konusudur. Cumhuriyetin kurulmasının ardından, yoğunlukla kültürel sahada etkili olan ama ideal yurttaş profilini çizmek için sınıfsal aidiyetleri de etkisizleştiren milliyetçilik anlayışı bu açılardan sabit kalmamıştır. Çok partili yaşamın başlaması ile „halk iradesi‟ kavramının ortaya çıkması, siyasetten ve kurumlardan talep edilenler ve kitlelere vaat edilenler, bu alanda milliyetçiliğin tarihsel görünümünün çeşitli biçimler kazanmasını sağlamıştır. Bu açıdan milliyetçiliğin, yalnızca doktriner boyutta sürdürülmeye çalışılan milliyetçi-

(14)

7

muhafazakarlar tarafından değil, popülist sağ iktidarlarca da araçsallaştırılan bir düşünce akımı olduğundan bahsedilecektir. Paylaşılacak bu tarihsel görünümler, AK Parti‟nin ve milliyetçilik anlayışının düşünsel kaynaklarını da izah etmek için ele alınacaktır.

Yukarıda belirtilen milliyetçiliğin tarihsel görünümleri, AK Parti dönemini bu milliyetçilik anlayışını, Cumhuriyetin kuruluş evresiyle aynı ölçütler üzerinden ortaya koymayı içerecektir. Üçüncü bölümde bu temalar üzerinden partinin milliyetçilik anlayışının ana hatları sıralanacaktır. Bu ölçütler üzerinden ise, bir sonraki bölümde, köşe yazıları analiz edilecektir. Kuruluş yıllarından Yunus Nadi ve Falih Rıfkı Atay;

AK Parti döneminden ise İbrahim Karagül, Abdurrahman Dilipak ve Yalçın Akdoğan (ve müstear adıyla Yasin Doğan) yazıları incelenecek olan kişilerdir. Nadi ve Atay, belirlenen yazı inceleme temaları olan millet, milliyetçilik, tarih ve tarihyazımı temalarında ve özellikle yukarıda belirttiğimiz tarih aralıklarında (1932-1937) en çok görüş bildiren yazarlardır. Erken dönem Cumhuriyet ideolojisinin dağıtımında belirli bir istikrar içerisinde düşüncelerini bildirdikleri için çalışmaya dahil edilmişlerdir. Ayrıca, entelektüel duruşları ile iktidar arasındaki ilişkileri açısından aralarında ortaklık olduğu varsayılan yazarlardır. AK Parti dönemi yazarları ise, yaşanmakta olan şeyin

“yeniliğine” vurgu yapmaktadır. Yazarlara göre AK Partili yıllar, siyaset, kültür, eğitim, sanat, yönetici-halk ilişkisi vb. pek çok unsurun yeniden tanımlandığı, „yeni bir zihniyetin kurulduğu‟ bir periyottur. Bu vurgu ise, geçmişin ele alınış biçimi üzerinden yeni bir tarih anlayışını üretmekte, varsayılan yöneten-millet „bütünlüğü‟ üzerinden farklı bir tür milliyetçiliği işaret etmeye çalışmaktadır. Ayrıca, kurucu bir dönem olma,

„yeniden kurucu‟ veya „yeni‟ olma iddiası taşıyan bir dönem olduğu için bu yazarlar çalışmaya dahil edilmiştir.

(15)

8

BĠRĠNCĠ BÖLÜM

MĠLLĠYETÇĠLĠK VE TARĠHYAZIMI: KAVRAMSAL VE TEORĠK BĠR GĠRĠġ

Liberalizm ve sosyalizm gibi büyük sosyal, siyasal ve düşünsel sistemlerinin yanında modern dönemde ideolojiler alanına damgasını vuran ve son iki yüzyılda en çok tartışılan düşünüş kalıplarından biri de milliyetçiliktir. Tartışmaların ve dolayısıyla hakkında yürütülen araştırmaların artışı ile beraber literatürün de çeşitlilik kazanması milliyetçiliği gerek akademik çevrelerde, gerekse politik düzlemde en sık ele alınan konulardan birisi haline getirmiştir. Milliyetçiliğin ve bu kavramdan bağımsız düşünülemeyen “millet”in ne olduğu sorusundan başlayarak milliyetçilik tipolojilerine, milliyetçiliğin bir ideoloji olup olmadığına, milliyetçiliğin tek başına bir anlam barındırıp barındırmadığına kadar pek çok soru ortaya atılmıştır.

1.1. Milliyetçilik ve Ulus

Başlarken belirtildiği gibi, milliyetçilik üzerinde uzlaşılmış bir tanımın olmadığını söylemek mümkündür. Zira „ulus‟un kökeninden veya yine ulusun kurgulanmış bir şey olup olmadığından, milliyetçilik ya da ulustan hangisinin bir diğerini öncelediğine dek çeşitli görüş ayrılıkları mevcuttur. Ama bazı ortak temaları saptayabilir veya milliyetçilik tanımlanırken en çok hangi özellikleriyle ön plana çıkarılır; bunu belirtebiliriz.

Milliyetçilik en başta, ulus kavramının/kategorisinin temelinde topluma seslenir ve dünyanın farklı uluslara göre bölündüğünü söyler. Ağırlıklı olarak dile getirilen görüş, milliyetçiliğin icat edilen, modern döneme özgü bir ideoloji olduğu veya Elie Kedourie gibi düşünürlere göre bir doktrin olduğu yönündedir. Kedourie‟ye göre bu doktrin, insanlığın milletlere bölündüğünü, milletlerin de tespiti mümkün özel vasıflarıyla tanındığını ve tek meşru hükümet şeklinin milletlerin kendi kendilerini idare etmeleri olduğunu ileri sürer (Kedourie, 1971, s. 2). Sözü edilen bu ulusların hepsinin kendine mahsus çıkarları vardır. Buradan hareketle bir ulus için her şeyden önemli sayılabilecek unsura ulaşılır; bu, „ulusal çıkar‟dır. „Ulusal çıkar‟, ulusu meydana getiren bireylerin ortaklaşa çabalarıyla ayakta tutulmaya çalışılan, ulusun ve bireylerin ortak bir ülküye ve kadere sahip olduğunu imleyen bir kavramdır. Milliyetçilik hareketlerinin kökeninde yattığı düşünülen kavramların en önemlilerinden birisi olarak „ulusal çıkar‟, Fransız İhtilali‟nin ortaya çıkardığı veya ona atfedilen gelişmelerle ilişkilendirilir.

(16)

9

Eugen Weber‟e göre bu, Fransa denilen yurtta yaşayan sakinlerin „manevi birliğe‟

ulaşmalarıydı. Milliyetin gerekli bir önkoşulu olan bu birlik, devrimden çok önce formüle edilmiş ve sosyal mutabakat için gerçekleştirilmiştir (Weber, 1976, s. 95).

Ulusal çıkar, gerekirse uğruna insanların hayatlarını ortaya koyabilecekleri bir referans kaynağıdır ve milliyetçilik tartışmalarında en sık sorulan sorulardan birisi de neden bir insanın, ülkesi uğruna canını feda edebileceği ve bunu ne tür bir motivasyonla yapabileceğidir. Ölümü de kapsayabilecek bu fedakârlık ve seferberlik hali, milliyetçiliğin en karakteristik özelliklerinden birisi olan çağrıda bulunmayı ortaya koyar. Milliyetçiliğin kuvveti büyük ölçüde, yaptığı çağrı ile toplumun farklı kesimlerini bir arada toplayabilme gücünde saklıdır. Bir çağrı yapmak, bireyleri bir fail haline getirirken, bir gaye etrafında bir araya gelen bireyler sayesinde milliyetçilik hegemonik bir hal kazanır. Ayrıca milliyetçiliğin yücelttiği „ulusal çıkar‟, savunulmak için bir siyasal organizasyona ihtiyaç duyar. Her ne kadar bir „çıkar‟ etrafında örgütlenmiş ve kendisine ayırıcı özellikler atfetmiş toplukların tamamı için belirleyici bir hedef olup olmadığı tartışılsa da; bu siyasal organizasyon devlettir. Ulusu ve milliyetçiliği genel hatlarıyla tarif eden bu özellikler, Breuer tarafından ulus kavramı merkeze alınarak şöyle özetlenir:

* Millet, adına hak iddiasında bulunulan bir verili büyüklük fakat aynı zamanda öncelikle yaratılması gereken bir şeydir.

* Milletler, siyaset-öncesi (vorpolitische), fakat en uygun ifadelerine ancak siyasi-resmi düzeyde örgütlendiklerinde erişen büyüklüklerdir.

* Milletler, sadece gerisinde kalınabilen fakat geçilemeyen, düşünülebilir en yüksek kolektif örgüt biçimidir.

* Düşünülebilir en yüksek kolektif örgüt biçimi olarak milletler, üyelerinden yüksek ilgi talep ederler.

* Milliyetçilerde hakim olan baskın seküler kendilik algısı milliyetçiliğin, siyasi din olarak yorumlanmasına ters düşer (Breuer, 2010, s. 25).

Ortaya koyulmaya çalışılan bu ortak özelliklerden hareketle, ilk olarak ulus kavramının içerdiklerine/dışladıklarına, kökenine ve niteliklerine ilişkin gelişen tartışmanın seyrine değinmekle başlamak gerekli görünmektedir.

(17)

10

Ulus, kendisinden önceki cemaat türlerinden farklı olarak üyeleri arasında dil, kültür, tarih vb. gibi çeşitli ortak özelliklerin daha çok arandığı bir topluluk türüdür. Bu ortak özellikler, ulusun ortak çıkarlar etrafında buluşabilme kabiliyetini arttırdığı gibi, aynı zamanda nasıl sınırlandırıldığını, ne şekilde tanımlanacağını, hatta bir „ulus‟ olup olmamasını da belirleyecek ölçüdedir. Ulusun ne olduğunu sorarken aynı zamanda halkın da ne olduğunu ve nasıl ortaya çıktığını sormak gerektiğini belirten Negri ve Hardt‟a göre “halk” ulusun kökensel temeli olarak sunulmakla birlikte, modern halk kavrayışı aslında ulus-devletin bir ürünüdür ve ancak onun özgün ideolojik bağlamında varlığını sürdürür. Yazarlar burada halk kavramını, çokluk kavramından ayırmışlardır;

buna göre halk kendi içinde özdeşliğe ve homojenliğe yönelirken, farklılığını oluşturur ve kendisi dışında kalanları iter (Hardt & Negri, 2003, s. 123-124). Bir ulusun, ancak modern ve toprağa dayalı bir devlet şeklinde organize olmasıyla, yani bir ulus-devletle ilişkilendirildiği kadarıyla bir toplumsal birim olacağını savunan Eric Hobsbawm‟a göre, bu organizasyondan söz edilmedikçe ulusu ve milliyeti tartışmanın hiçbir yararı yoktur (Hobsbawm, 2014, s. 24). Burada dikkat çeken ilk husus, milliyetçilik öğretisinin ve her şeyden önce ulusun „modern‟ bir kavram olarak öne çıkmasıdır.

Modernizm; „geleneksel‟ yapının ve yönetim tarzının çözülmesi, burjuvazinin ortaya çıkışı ve güç dengesinin kendisinin lehine değişmesi gibi faktörler neticesinde kitlelerin daha farklı beklentiler ve motivasyonlarla seferber edilmeye başladığını gösteren ulus yapısını ve milliyetçiliği ihtiva eden bir eşik olarak görülebilir. Bu açıdan, milliyetçiliğin kökeni hakkında modernist bir yerde duran Tom Nairn‟e göre milliyetçiliği doğuran unsur, kapitalist ekonominin 18. yüzyılda ortaya çıkan, eşit olmayan, „dengesiz‟ gelişimidir. Yine milliyetçilik, Fransız ve sanayi devrimlerinden bugüne uzanan dönemde dünyaya egemen olan siyasi ekonomi [political economy]

modelinin bazı özellikleri tarafından belirlenir (Nairn‟den akt. Özkırımlı, 1999: 103- 104). Diğer taraftan, orantısız bir biçimde yaşanan sanayileşme ile sosyal ilişkilerinden geçim kaynaklarına dek günlük hayatına dair her şeyi altüst olan kitleler de artık tek bir kralın hükümranlığına tabi olan tebaa değil; kendisinden gerek somut emek, gerekse siyasi fail olarak katılım beklenen modern devletin yurttaşlarına dönüşmüştür.

Hobsbawm‟a göre, Fransız Devrimi‟ne sabitlenen ve hak talepleri ile bir anlamda evrensellik iddiasında olan milliyetçilikle koşut olarak modern devlet gün geçtikçe yurttaşlarının düşüncelerini dikkate almak zorundadır. Zira yeni politik düzenlemelerde devlet yurttaşlarına bir söz hakkı tanımakta veya yeni vergi mükellefleri veya potansiyel askerler olarak onların pratik onayı veya faaliyetlerine ihtiyaç duymaktadır (Hobsbawm, 2014, s. 103).

(18)

11

Dikkat çekmesi gereken bir diğer konu da, ulusun gerekliliği meselesi ve kaynağını nereden aldığıdır. Ulus-devletlerin geçerliliğini halen korumakta olduğu varsayılan bir yönetim tarzı olması itibariyle belirli sınırlar içerisinde yaşayan bir topluluğu tanımlarken kullanılan öğeler, verili kabul edilmiş aidiyet temsilleri olmuştur.

Bir insanın, dünyanın neresinde doğduğuna ilişkin olarak, o insanın eğilimleri, yaşayışı ve tercihleri hakkında yapılan yorumlar çeşitli doğrultularda biçimlenmektedir. Bu da, bir ulus-devletin ve milliyetçilik öğretisinin, dayandığı ulusa ilişkin değerleri tereddüde yer bırakmayacak biçimde çerçevelendirmesi gereğini ortaya koyar. Ulusu oluşturan insanlar birbirleriyle bir araya asla gelemeyecek olsalar dahi, ne yaptıkları ve neler hissedebileceklerine dair kanaatlerinden söz etmek böylece mümkün hale gelir. Bu çerçevede ulusun kurgusal, icat veya hayal edilmiş bir topluluk olduğuna ilişkin görüşler mevcuttur ve özellikle yakın döneme ait, literatürde yer eden çalışmalarda bunun izini görmek mümkündür. Bu yaklaşımlar arasında ulusu, hayal edilmiş bir siyasal topluluk olarak gören Benedict Anderson başı çekenler arasındadır. Milliyetçilik gibi, „ulus-olmaklık‟ın da özel bir kültürel yapım türü olduğunu belirten Anderson‟a göre ulus, kendisine aynı anda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak biçimde hayal edilmiş bir cemaattir ve en küçük ulusun üyeleri bile diğer üyeleri asla tanımayacak olmalarına rağmen her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder (Anderson, 2015, s. 18-20). Ulusa ilişkin benzer bir kavrayışa sahip olan bir başka isim ise Ernest Gellner‟dir. Gellner, bir ulusun üyesi olmayı doğuştan sahip olunan bir özellik olarak görmez ve bunun, içinde bulunduğumuz zamanda öyle bir görünüme büründüğünü belirtir. Dolayısıyla ulus bir zorunluluk değildir, bir çeşit olumsallıktır ve uluslar, insanlar tarafından yaratılmıştır (Gellner, 2013, s. 77-78).

Ulusların evrenselliğine ve doğallığına ilişkin kuşkularını dile getirenlerden birisi de Anthony D. Smith‟tir. Burada dünyadaki güç dengelerinin değişimini ve yeni- ulus devletleri bekleyen tehlikeleri göz önünde bulunduran Smith, ulus kavrayışı konusunda kendisini modernist düşünce ile ulusların, modern öncesi dönemde de köklerinin bulunduğunu varsayan „primordialist‟ (ilkçi) düşüncenin arasında konumlandırmaya çalışır. Bu perspektiften hareketle ulusun, toplum ve tarih mozaiğinde bulunan doğal ve gerekli bir unsur olmadığını; kapitalizm, bürokrasi ve seküler faydacılık gibi modern gelişmelerin ürünü olduğunu yani tamamen modern bir olgu olarak öne sürüldüğünü belirten modernistlerin görüşlerini aktarsa da, yukarıda belirtilen iki yaklaşımın da iddialarından kaçınmak için ethnie kavramından yararlanır (Smith, 2002, s. 30). Kaynağı olarak, bir anlamda „hayatta kalma güdüsü‟ tanımı

(19)

12

getirilebilecek bir kavram olan ethnie, insanların bir arada yaşamalarını mümkün kılan mitlere, sembollere, ortak belleğe, dile, bunun getirdiği mirasa ve nihayet biz-onlar ayrımına dayanır. Smith, tarih içerisinde bu sayılan öğelerin istisnalığı üzerinden insanların ayrıldığını belirtir ve ona göre ne olursa olsun insanların hayatında ethnie çekirdeği kalır. Smith bu iddiasıyla ve milliyetçilik kavrayışıyla her ne kadar modernistleri algılar ve duygularla ilgili tartışmaları dışarıda bıraktığı için, ilkçileri de ideoloji ve siyasal pratik olarak milliyetçiliği yeterince önemsemediği için eleştirse de, etnik kökenlerin yıllardır özünü koruyarak milletleri oluşturabilmesi ve etnik gruplarla modern milletler arasındaki kurumsallık eşiği tartışılması gereken hususlardır. Etienne Balibar‟a göre ise, bir toplumsal oluşumun kendisini ulus olarak yeniden oluşturabilmesi, ancak bireyin doğumundan ölümüne dek bir gündelik pratikler ve aygıtlar ağıyla olanaklıdır. Bir „halk‟ tahayyülü olmadan ne Weberian bir „örgütlü şiddet tekeli‟ne ne de Gramscian anlamda „ulusal-kitlesel irade‟ye sahip olunabilir. Dolayısıyla ulusal devletin kurduğu cemaat, kurgusal bir etniklik üzerinedir. Bu kurgu her ne kadar yurtseverliğin nesnesi olan „ideal ulus‟la kayıtsız şartsız örtüşmese de, onun için vazgeçilmezdir. Balibar‟a göre eğer bu kurgu olmasaydı, yurtseverliğin çağrısı

„kimseye‟ ulaşmazdı (Balibar & Wallerstein, 2013, s. 115-119).

Ulus, yukarıda dile getirilen görüşler açısından değerlendirildiğinde elimizde

„tahayyül‟ edilmiş, „kurgusal‟, „hayali‟ bir topluluk bulunur. Bir topluluğu, bir gaye etrafında birleştirmek ve ona çağrıda bulunmak suretiyle hegemonik bir hale getirmek ise yalnızca duygulara seslenmekle, topluluğun ortak geçmişinde yer alan altın çağlara atıfta bulunmakla başarılabilecek bir şey değildir. Bu yapının pekişmesini sağlayan önemli bir dinamik kapitalizmin ortaya çıkışıdır Balibar‟a göre. Her ne kadar ulus, burjuvaziye atıfla, kimsenin projesi olmadan gelişen bir yapıntı olsa da bu yapıntıyı mümkün kılan özellikler tarihsel süreç içinde birikim yapmıştır. Bu anlamda aslında burjuvazinin ulusa zıt bir form olduğu Balibar tarafından dile getirilir. Kapitalizmin tarihsel süreç içindeki „bir aşamada‟ geldiği nokta ise ulus-devlet biçimini zorunlu kılar.

Yine de bu, kapitalizmin sadece bir biçimidir (Balibar & Wallerstein, 2013, s. 110-111).

Diğer yandan Hobsbawm, milliyetler olarak „hayali‟, hatta gerçek cemaatler icat etmenin yepyeni biçimlerinin geliştirilmesine zemin sunan üç gelişme saptar: Bunlar, modernitenin saldırısına uğrayan geleneksel grupların direnişi, gelişmiş ülkelerin şehirleşen toplumlarında hızla büyüyen yepyeni ve geleneksel olmayan sınıflarla katmanların ortaya çıkışı, yeryüzünün her tarafındaki çeşitli halkların göçleri ve oluşan diasporalardır (Hobsbawm, 2014, s. 133-134). Anderson ise, dünyayı kavrama tarzında

(20)

13

meydana gelen değişimin ulusun „tasavvur edilmesi‟ne en çok katkısı olan husus olduğunu dile getirir (Anderson, 2015, s. 37). Anılan bu gelişmeler, değişen koşullar karşısında bireylerin ulus şeklinde örgütlendirilmelerini bir anlamda kaçınılamayacak bir durum olarak değerlendirir.

1. 2. Milliyetçilik ve Ġdeoloji ĠliĢkisi

Ulusun yukarıda belirtilen özelliklerinden hareket ederek milliyetçiliğin doğal ve verili bir olgu olmadığını ifade etmek mümkün görünmektedir. Milliyetçilik hakkında yapılan tartışmalarda en çok ön plana çıkan hususlardan birisi bir ideoloji olup olmadığı hakkındadır ve çalışma açısından bizi ilgilendiren boyutu budur. Zira bir ideoloji olması bizi ulusun veya „milli‟ olanın muhtevasının nasıl biçimlendirildiğine, bu çerçevede tarihin nasıl kurgulandığına ve dolayısıyla tarihyazımı girişimlerine götürecektir. Bu anlamda, milliyetçiliğin 19. yüzyıl sonuna doğru beliren görüntüsünün devlet yurtseverliği ile hiçbir temel benzerliği olmadığını savunan Hobsbawm‟a göre artık bu dönemdeki milliyetçiliğin asıl sadakati „ülke‟ye değil, ideolojik bir kurguya yönelikti (Hobsbawm, 2014, s. 116). Bu da, bir ülke sınırları içerisinde yaşayan insanların etnik köken, dil gibi unsurlarla homojenleştirilmesi anlamına gelmekteydi. Bir „ulusal duygu‟dan milliyetçilik düşüncesine doğru gerçekleşen evrim bu anlamda modern döneme özgüdür. Smith de, modern ulusu, uygulamada modern öncesi özellikler taşıyan ve bir anlamda ulusların değişmeyen çekirdeği olarak nitelendirdiği „ethnie‟ ile beraber ansa da, ancak 18. yüzyıl ve sonrasında bir ideoloji ve hareket olarak milliyetçilikten söz etmek mümkündür (Smith, 2002, s. 33). Bir ulus-devleti oluşturan halk iktisadi anlamda mobilize edildiğinde ve gerekirse savaşa çağrılması gerektiğinde ise ulusa bir ruh kazandırmak gereklidir. „Ulusun çıkarlarının gerektirdikleri‟, sömürgeci taarruzu meşrulaştırmaya çalışırken burada milliyetçilik işlevsel hale gelmektedir. Balibar‟a göre, bu amaçlarla yapıldığında milliyetçilik, bir ideoloji olarak devreye girer ve yukarıdaki amaçların gerçekleştirilmesi için sistemli bir aygıta, yani „devlet‟e ihtiyaç bulunur (Balibar & Wallerstein, 2013, s. 116-120).

Bu görüşlere karşılık olarak milliyetçiliği bir ideoloji olmaktan uzak olarak değerlendiren veya başka hareketlerle bir araya geldiğinde bir anlam kazanacağını öne süren değerlendirmeler de mevcuttur. İdeolojiyi bir toplumsal yaşamda siyasal tavır alırken dayandırılan ve ilişkilendirilen sistemli bir dünya görüşü olarak ele alan Michael Freeden‟e göre milliyetçilik bir ideoloji değildir veya çok cılızdır. Ancak başka ideolojiler içinde çok daha mobilize edici ve renklendirici olabilir. Bu muğlaklık ise,

(21)

14

milliyetçiliğin herhangi bir ideolojiye eklemlenmesini mümkün kılar (Freeden, 2005, s.

204-224). Alan Finlayson da diğer ideolojilerdeki güçlü öğelere rağmen milliyetçiliğin cılız bir yanı olduğunu ama milliyetçiliğe ihtiyaç duyulduğunu belirtir. Milliyetçiliğin somut içeriği [concrete content] her yerde değişirken, hepsini bağlayabilecek bir teorinin nasıl geliştirileceği sorusundan hareket eden Finlayson‟a göre bu, milliyetçiliğe nasıl bağlı olunduğu açısından mümkündür. Bu noktada Finlayson‟un dikkat çektiği en önemli husus, büyük evrensel iddiaların tümelliği ile milliyetçiliğin tikelliği arasındaki ilişkidir. Milliyetçilik, bu sözü edilen evrensel iddiaları toplumun özgüllükleri ile ilgili hale getirerek bu hareketlerin yerel ideolojilerle meşruiyet kazanmalarına yardımcı olur (Finlayson, 1998, s. 99-117).

Milliyetçiliğin ideolojik boyutuna ilişkin olarak egemenler ile madunlar arasında bir ayrıma giden Hardt ve Negri ise, bunu, ulus kavramının bu iki güç dengesi arasındaki işlevinin tersine dönmesiyle örneklerler. Yazarlara göre dünya üzerinde hakimiyet kuran ve “hakim kesim” olan Avrupa‟nın elinde “ulus kavramı denge ve restorasyon sağlarken, madun kesimlerin elinde değişim ve devrim için bir silahtır.”

Ulus kavramı da tahakküm altında bulunan nüfusu ve kültürünü aşağı gören egemen söylemi etkisiz hale getirmek adına bir ideolojik silah işlevi görür, halkın asaletini olumlar, bağımsızlık ve benzeri talepleri meşru hale getirir (Hardt & Negri, 2003, s.

126-127). Bu tanım her ne kadar Batı ve Doğu milliyetçilikleri gibi bir ayrıma gidebilme olasılığı taşısa da, esas olarak vurgulanmaya çalışılan husus milliyetçiliğin ideolojik açıdan nasıl işlevsellik kazanabileceğidir. Buna tarihyazımı, milliyetçilik ve ideoloji ilişkisini ele alan kısımda değinilecektir.

1.3. Tarihyazımı ve Ġdeolojik ĠĢlevi

Tarih; kalabalıklar halinde katılım gösterilen etkinlikler ve geleneklerin anlamlılığından, gelecek kuşakların izlemeleri gereken yol ve hedeflere dek pek çok anı ve deneyimi etkileme kapasitesine sahiptir. Ritüeller, alışkanlıklar, kuruluşlar ve direnişler, ortaya çıktıkları veya gerçekleştirildikleri andan itibaren bir tarihsel birikime referansla insanların zihninde anlamlı hale gelirler. Modern insanlar elle tutabilecekleri bir geçmiş duygusunu kaybetmişler, bu yüzden bugün geçmişe yalnızca arşivlenmiş, yabancılaşmış ya da itaatkarca takip edilen tarihler aracılığıyla erişebilmektedirler (Vera‟dan akt. Özyürek, 2008: 18). Bu tür yönleriyle tarih, bir ulus-devletin, geçmişi, bugünü ve geleceği denetimi altında tutmak ve o ulus-devleti meydana getirdiği düşünülen unsurları tahmin edilebilir ve „yerli‟ kılabilmek için sıklıkla başvurduğu bir

(22)

15

alandır. Balibar‟a göre, Başta Fransız tarihi olmak üzere, ulusların tarihi bugüne dek hep, bu tarihlerin bir öznenin sürekliliğini atfeden bir anlatı şeklinde sunulmuştur.

Dolayısıyla ulusun oluşumu, her durumda özdeş bir şema içinde yer alan bilinçlenmeleri ve aşamaları gösteren yüzyıllık bir “proje”nin tamamlanması olarak ortaya çıkmaktadır (Balibar & Wallerstein, 2013, s. 107). Olayların yalnızca kronolojik bir akış içerisinde sıralandığını ve çizgisel bir doğrultuyu izleyerek bu güne dek geldiğini peşin olarak kabul etmek ise bir ulus-devletin, tarihe olan ilgisini açıklamak için yeterli değildir. Toplumda milliyetçi seferberliği uyandırabilmek, bir ideoloji olarak milliyetçiliğin istikrarını sağlayabilmek açısından en önemli girişimlerin başında tarihyazımı gelmektedir. Bu aşamada tarihin kimler tarafından, nasıl yazıldığı, hatta doğrudan tarihi kaleme almanın kendisi önem taşır. Bugün pek çoğu hâlâ varlığını sürdürmekte olan ulus-devletler için tarih, gerek uluslararası, gerekse ulusal anlamda meydana gelen olayların ışığında her tarihi eşikte yeniden yazılma gereği duyulan bir alandır. İspanyol düşünür Ortega y Gasset’in “İnsanın doğası yoktur; onun sahip olduğu tek şey tarihtir” sözünü aktararak, tarihin, insani ilişkileri araştırmanın tek yolu haline gelmekte olduğunu belirten Iggers’a göre tarihe nesnellik kaygısıyla bakmakla başlayıp, profesyonelleşme ile devam eden süreç 20. yüzyıl dönümünde tarihin artık moderniteyi ve demokratik bir toplumsal düzeni desteklemesi anlamına gelmiştir. Yine Iggers, tarihyazımı hakkındaki kuramsal tartışmaların ulusal çizgileri Aydınlanma Dönemi’nden bu yana hiçbir zaman, son otuz yılda olduğu kadar birleştirmediğini vurgular (Iggers, 2016, s. 34-50). Bu anlamda, çalışma ile ilişkisini de göz önünde bulundurarak, ulus-devletler dönemine doğru ve sonrasında tarihyazımının nasıl bir devinim kazandığını incelemek, konu için uygun bir bağlam teşkil edecektir.

Neredeyse her ulusun, köklerini dayandırdığı bir öğreti –bu din veya mitolojik öğelerden meydana gelebilir- veya modern öncesi dönemle bağlarının bulunduğu bir çekirdek topluluk anlatısı mevcuttur. Fransızlar kökenlerini önce Troyalılara ardından Galyalılara dayandırırken; İngilizler Troya ve uzak geçmişlerindeki Briton kahramanlarıyla gurur duymuşlar, sonrasında Anglosakson uzak geçmişini keşfetmişler ve Romalıları içselleştirilememişlerdir (Breisach, 2009, s. 224-228). Ama konu, tarihyazımı ve ana akım çalışmaların üzerinden irdelendiğinde, özellikle Avrupa için Antik Yunan ve Roma vurgusu ön plana çıkar. Anılan dönemler hem tarihçiliğin miladı olarak sayılmışlar, hem de ulus-devlet öncesi mutlakiyetçiliğe direniş döneminde

„öykünülen‟ bir çağ olarak tarihin nesnesi haline gelmişlerdir. Yakın döneme dek, Soğuk Savaş gibi bir somut pratik üzerinden de vücut bulan Batı-Doğu, Avrupa-Asya

(23)

16

karşıtlığını Troya Savaşı‟na dek götürmek mümkündür. Troya Savaşı‟nda karşı karşıya gelen Dorlar ve Persler, aynı zamanda Atinalı-Barbar karşılaşmasıdır ve iki farklı uygarlığın çatışması olarak yazılan bir tarihi deneyimdir (Hartog, 2000, s. 40). „Öznel bir figür olarak tarihçi‟ ise, tam olarak, Antik Yunan tarihçi Herodotos ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bu anlamda, François Hartog‟a göre, Yunanlar tarihten ziyade tarihçinin mucitleridir (Hartog, 2000, s. 16). Tarih anlayışının dönüşümü açısından kırılma noktalarından birisi Antikçağ, Ortaçağ ve Yakınçağ ayrımlarına dayalı evrensel tarih anlayışının ortaya çıkmasıdır. Breisach‟a göre Eusebius ve Hieronymus tarzı evrensel tarihyazımı bu gelişme ile son bulmuş ve Hristiyanlık tarihi artık yalnızca genel tarihin bir parçası haline gelmiştir (Breisach, 2009, s. 236). Breisach‟ın düştüğü önemli bir not da 1500‟lerin ortalarından başlayıp 1700‟lerin başlarına kadar uzanan dönemi, geleneksel tarihyazımı modeli üzerinde parça parça değişiklik yapılan son evre olarak değerlendirmesidir. Bunun önemi, bugün de sürmekte olan, tarihin bilim dünyası içindeki yerini saptamak kavgasının başlamasıdır (Breisach, 2009, s. 241). Ama yine de Antik Yunan deneyimi Aydınlanma‟da yeniden keşfedilmiş ve aklın üstünlüğüne dayanan, pozitivist tarih, toplum ve devlet anlayışının temellerinin ve tarihyazımının kurulmasına öncülük etmiştir. Sonrasında ise evrensel bir hale gelen ticari faaliyetler ve beraberinde getirdiği sömürgecilik faaliyetleri ile „geri kalmış‟ ve „çağdaş‟ topluluklar ikiliği meydana getirilmiştir. Ardından meydana gelen sermaye birikimi, savaşlar ve devrimler ile ulusal vurgular pekişmiş, ulusal birliğini tamamlama ve yayılmacılıkta çağdaşlarına göre geç kalan ülkeler ise özcü bir kavrayışla tarih sahnesinde aslında öteden beri var olduklarını ve daima var olacaklarını vurgulayarak „rakiplerinin‟

karşılarına çıkmışlardır. Bu anlamda ulus ve devlet kavrayışlarının da söz konusu ülkeler arasında farklılık gösterdiğini söylemek mümkündür. Örneğin Fransız Devrimi sırasında ulus, halka mal edilen bir kavram iken, Almanya ve Orta Avrupa milliyetçiliklerinde yurt, ulustan sonra gelmekte ve sürekli olarak „devlet‟ ile anılmaktadır. Bu farklılık, tarihçilerin yönelimlerini ve gayretlerini de belirlemiştir.

Ayrıca Fransız Devrimi, Chateaubriand‟a göre „Antikçağ‟a, Atina‟ya, Roma‟ya ve özellikle Sparta‟ya‟ bir „dönüş‟tü. Zira Devrim kendisini bir başlangıç olarak görerek yüzünü Antikçağ‟a dönmüştür ve sonraları „öykünme‟ reddedilse de bu dönem bir

„mutlak bir başlangıç‟, bir „kopuş‟ olarak ele alınmıştır (akt. Hartog, 2000: 120-126).

Devrim tarihi, modern olan eski küçük cumhuriyetlerle hiçbir ortak yanı olmayan Fransa‟nın o anki gerçeklerini bağdaştırmaya çalışmıştır. Almanya‟da Leopold von Ranke, birincil kaynaklara dayanan, edebi zarafeti ve geçmişin dürüst bir şekilde yeniden canlandırılışını birleştiren bir tarihyazımı anlayışı getirmiştir. Yine Almanya‟da

(24)

17

güçlü bir karşılık bulan „Historizm‟ düşüncesi ise, bilim, özellikle de beşeri veya kültürel bilimler kavramı ile siyasal ve toplumsal düzen kuramını birleştirmekteydi (Iggers, 2016, s. 30-34). Bu anlamda tarihyazımı da, özellikle 19. yüzyılın ortaları ile birlikte ortaya çıkan profesyonelleşmenin ardından giderek ideolojikleştirilen bir uğraş haline gelmiştir. Georg G. Iggers‟a göre bu profesyonelleşmeye eşlik eden bir bilimsel ethos ve bilimsel uygulamalar mevcuttur ve bu doğrultuda tarihçiler arşivlere, kendi milliyetçiliklerini ve sınıfsal kanılarını destekleyecek kanıtlar bulmak amacıyla gidiyorlardı (Iggers, 2016, s. 33). 20. yüzyılın başlaması ile toplumsal ve ekonomik etkenleri de hesaba katan bir tarih anlayışının gerektiği öne sürülerek, tek tek önder kişiliklere yoğunlaşmaktan uzaklaşmak, olay ve kişilerin ortaya çıktığı toplumsal koşullara odaklanmak ses bulmuştur.

1.4. Aydın, Ġdeolog, Tarihyazımı ve Hegemonya

Bu çalışma çerçevesinde tarihyazımı girişimlerine eğilirken ön plana çıkan figür, aydın ve ideologdur. Aydın, bilgi ile yakın bir ilişkiye sahip olduğu varsayılan, dünyayı ve nesneleri akılla kavrama ve anlama çabası içinde bulunan bir öznedir. Bu çaba dolayısıyla sosyal kriz anlarında görüşlerine başvurulan veya bu anlarda sorumluluk üstlenen bir konumu işgal etmektedir. Öte yandan, aydın kavramı tanımlanırken de değişik hareket noktaları söz konusu olmuştur. Buna göre aydının belirli bir eğitilmişlik düzeyine göre mi, yoksa toplumda oynadığı role göre mi tanımlanacağı sorusu ortaya çıkar. Bu soru, aydının, ideolojik yeniden üretime yaptığı katkıya göre veya bu yeniden üretimi değiştirici yönde etkileri açısından bakılarak geliştirilebilir (Belge, 1983, s.

122). Diğer taraftan aydın kavramının bir ölçüde belirsiz ve kapalı olduğu dile getirilebilir. Zira sosyolojik, tarihsel, kültürel, ideolojik vb. olmak üzere pek çok veçhesi vardır. Statüsü tam olarak belirlenememiş bir topluluk olması itibariyle de, sabit bir meslek grubuyla ilişkilendirmek kolay değildir. Ama bilgi ile ilişkisi açısından aydınların bilgi ve düşünce ile ilgileri olan, işlevinin düşünce ve bilgi üretmek olan bir topluluk olduğu söylenebilir.

İdeolog ise, aslında fikirler öğretisi olarak ideaları temellendirmeye çalışan bir felsefi ekole Napolyon tarafından getirilen ve eleştiri amaçlı kullanılan bir kavram olarak ortaya çıkmıştır (Mannheim, 2008, s. 86). İdeoloji kavramının “hakim grupların, düşüncelerindeki bir duruma çıkarlarıyla yoğun biçimde bağlanarak iktidar bilinçlerini zayıflatacak belli gerçekleri doğal olarak daha fazla görememelerini yansıttığını”

belirten Mannheim‟e göre, belli koşullarda, belli gruplar, kolektif bilinç dışı olanı ve

(25)

18

toplumun gerçek durumunu gizlemektedir. Akademik tartışmaların karşısında politik tartışmaların da konumlandırıldığı düşünüldüğünde, politik tartışmalar sadece haklı olma çabasına dahil olmakla kalmayarak, karşıtlarının toplumsal varlığını da yok etmeye çalışmaktadır. Burada entelektüeller, Mannheim‟e göre “algılamayla ilgili geniş ufuklu yeteneklerini ve esnekliklerini partinin profesyonel kadroları konumna geldikleri oranda yitirmişlerdir” (Mannheim, 2008: 56-59). Bu ideoloji tarifinden hareketle bir entelektüel haysiyeti ile bağdaşması mümkün olmayan, muarızları ile cepheleşme konusunda kararlılık gösteren figür ideologdur. Rakiplerini etkisiz hale getirmek için elindeki sözcük ve kavramlara istediği biçimi veren, her durumda kullandığı kilit kavram ve sözcükleri olan ideolog genel olarak kitlelerin etik değerlerine atıfta bulunur.

Ancak, içinde bulunulan döneme özgü yeni kavram ve sözcükleri de imal etmek durumundadır. Sahip olduğu bütün araçları kullanmak için her zaman, net olarak belirlenmiş iki cepheye ihtiyaç duyan ideoloğa göre insanlar basit düşünme alışkanlığına sahiptirler ve bu yüzden onlara cephelerden birisi basitçe gösterilmelidir.

Ayrıca ideolog, bu cepheleşmeyi, bir mantık dizgesine de dayandırmaya çalışır ve bunu kolayca kavranabilir bir biçimde organize etmeye özen gösterir (Zileli, 1998, s. 86-90).

Fikir üretimi ve kitlelere sesleniş açısından aydın ve ideolog figürlerini bu çalışmada temsil eden topluluk ise köşe yazarlarıdır. Tarihyazımı ve milliyetçilik perspektifinden hareket eden bu çalışmanın analiz kısmını ise her iki dönem için de köşe yazarları teşkil etmektedir. Bu anlamda, aydının serüveni ve ideoloğun tarifi, tarihyazımına olan katkısı ve hegemonya ilişkisi Türkiye‟deki deneyim üzerinden tarif edilmeye çalışılacaktır. Özellikle erken Cumhuriyet dönemi için aydının sahip olduğu önemi anlamak açısından konu hakkındaki tartışmaları „aydın/entelektüel‟ figürünün Osmanlı toplumuna girdiği dönemlere dek geriye götürmek mümkündür

Gücünü yitirmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu‟nu ayakta tutmaya çalışanlar ya da bu inancı taşımayarak yeni bir düşünsel güzergah bulmaya gayret gösterenler büyük ölçüde aydınlardan oluşmuştur. Bu sınıfsal birikim, aydınların Cumhuriyet‟in ideolojik kurgusunda ve tarihe yaklaşımında etkili olmaları sonucunu da beraberinde getirmiştir. Her ne kadar, bağımsızlık savaşından başarıyla ayrılan eski Osmanlı subayları öncülüğünde bir Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş olsa da, hem bu insanların düşüncelerini etkileyenler, hem bağımsızlık mücadelesi esnasında Anadolu‟da ve İstanbul‟da milli mücadele lehine propaganda faaliyetinde bulunanlar, hem de devrimlerin tasarımına ve uygulanmasına katkıda bulunanlar yüzünü “Batı”ya çeviren, Türk milliyetçisi aydınlardır. Bu aydınların niteliği ve işlevi ise topluma egemen olan

(26)

19

grupla olan ilişkileri ve kendilerine atfedilen/atfettikleri vazife ile açıklanabilir.

Gramsci‟nin bakış açısından, egemen bir grubun tüm toplum üzerinde hegemonya kurma çabası düşünüldüğü zaman, aydınlar birer “memur” vasfı kazanmakta ve bu grupla sıkı ilişkiler içerisinde bulunması itibariyle “organik” niteliğe sahip bir topluluk olarak değerlendirilebilmektedir (Gramsci, 1986, s. 310). Milliyetçiliğin kültürel bir forma sahip olduğu Türkiye gibi bir ülkede bu ilişki ve işlev de daha çok üstyapı düzeyinde gerçekleştirilmiştir. Aynı zamanda bu dönemin aydınları, devlet seçkinlerinin meşruiyetinde rol üstlenmiş ve iktidara „yasayapıcı‟ olarak tabi olmuşlardır. Bu rolün içerisinde de neyin meşru/milli olduğunu belirlemek ve milli/ulusal kültürü tasarlamak bulunur (Taşkın, 2007, s. 58).

Yürüttüğü „hakikat‟ ve „bilgi‟ arayışına ilişkin olarak ayrışan veya ayrıştırılan Cumhuriyet aydınının Türkiye‟deki serüveni, Cumhuriyet değer ve ilkelerini gündelik hayata tercüme etmek işlevinden hareketle ele alınmıştır. Bu işleyişte ulaşılmaya ve aktarılmaya çalışan tek önemli „bilgi‟nin, belli bir toplumsal tabakaya sahip olanların bilgisi olduğu düşünüldüğünde (Foucault, 2011, s. 42) aydının, toplumun geri kalanından farklı olarak sahip olduğu bir özellik daha ortaya çıkmaktadır. Aydın, sınıfsal konumu veya var olan sınıflarla ilişkisi bağlamında elinde tuttuğu güçle, Bourdieu‟nün „kültürel‟ ve „simgesel sermaye‟ kavramsallaştırmalarıyla da dile getirdiği türden bir birikime sahiptir. Bu birikim, tek başına düşünme edimi ve bunu dile getirebilme serbestisiyle ilgili olmaktan öte, boş zamanın varlığı ve ekonomik kaynakların birikimiyle ilişkilidir. Mevcut sermayelerinden hareketle, ülkede olup bitenlere dair görüş belirtme özgürlüğü ve kararına sahip olanlar, bu sayede

„söyleyemeyenler‟den ayrılmaktadırlar. Bu „ayrım‟, sadece eğitim sistemi veya yayın kurumları tarafından uygulanan pekiştirmeye değil, „kişisel kanaat‟ iddiasının oluşturduğu habitusun üretimine ilişkin toplumsal koşullara odaklanmayı da gerektirmektedir (Bourdieu, 2015, s. 594-605). AK Parti dönemi ideologlarının yanında kurucu Cumhuriyet dönemi aydınları için de odaklanılmayı gerektiren bu koşullar köşe yazarlarının kanaat üretimi ve yeni fikirleri dolaşıma sokmasını olanaklı kılacak ve hegemonya aygıtı ile uyum içerisinde faaliyetlerini sürdürebilecek türdendir. Gazete haberleri ve köşe yazıları da bu ilişkiler içerisinden değerlendirildiğinde ve medya da Bourdieuan anlamda bir alan olarak ele alındığında, içeriklerinin bu alanın gerekleri doğrultusunda biçimlendiğini söylemek mümkündür. Köşe yazıları, politika, sermaye ve mülkiyet ilişkileri çerçevesinde üretilmektedir (Dursun, 2013, s. 154). Giderek kitleselleşmeye başladığı bir çağın ardından çoğunlukla „uluslaşan‟ 20. yüzyıl

(27)

20

toplumlarında da hem „bilgi‟ye ulaşma, hem de bu „bilgi‟nin kontrolü ve işlevi değerli olmuştur.

(28)

21

ĠKĠNCĠ BÖLÜM

TÜRKĠYE‟DE MĠLLĠYETÇĠLĠĞĠN DÜġÜNSEL KAYNAKLARI Milliyetçiliğin sahip olduğu nüfuz alanını açıklarken, bu fikir akımının Osmanlı İmparatorluğu‟nun son dönemlerinden, özellikle Batılılaşma yönelimlerinin başlangıcından beri bu topraklarda kök saldığını belirtmek gerekli görünmektedir.

Fetihlere dayalı bir büyüme anlayışına sahip, hanedan-tebaa ilişkisinin muhafaza edildiği ve önemli ticaret yollarını denetimi altında bulundurduğu için ekonomik anlamda ciddi bir sıkıntı yaşamayan bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu‟nun 18.

yüzyılı bu anlamda önemlidir.

2.1. BatılılaĢma ve Milliyetçilik

İmparatorluğun bu dönemde iyice görünür hale gelmeye başlayan zafiyetleri, neredeyse pek çok alanda yüzlerin Batı‟ya çevrilmesine neden olmuştur. Bu yüzyıldan itibaren, III. Selim ve II. Mahmut gibi padişahların başlattığı ve orduyu merkeze alan modernizasyon hareketleri, 19. yüzyılla birlikte „devletin bekası‟nı da merkeze alarak, başka alanlara sirayet etmiştir. III. Selim tarafından Yeniçeri Ocağı‟nın yerine tasarlanan Nizam-ı Cedit Ordusu‟nun varlığı, Yeniçerilerin tasfiyesinin başarısızlığı sonrasında tahta geçen II. Mahmut‟un bu kez ocağı kaldırması ve taşradaki yerel egemenler olan âyanlar ile imzaladığı Sened-i İttifak (1808) bu gelişmelerin ilk adımlarıdır. Askeri ve mali reform boyutunun yanında, çeşitli özerk iktidar odaklarına yönelik girişimlerle ilerleyen bu süreç, 19. yüzyılda artan iç ve dış baskı neticesinde yönetim biçiminin ele alınmasına dek taşınmıştır. Her ne kadar geç kalınan ve daha çok üstyapıda çeşitli reformları içeren girişimler söz konusu olsa da; bu çabalar, gittikçe dağılmaya yaklaşan bir imparatorluğun ardından kurulacak olan yeni cumhuriyete giden yolun taşlarını döşemiştir. Modern tarzda okulların açılması, idari ve adli yönetim mekanizmalarındaki kurumsallaşma ve elbette, her ne kadar bir danışma kurulu olsa da, Padişah dışında bir iradenin, yani halka dayalı idarenin temsilcisi anlamına gelen meclis ve Meşrutiyet sisteminin varlığı Batılılaşma çabasının bu anlamda somut örnekleridir.

Milliyetçiliğin Batılılaşma ile ilişkisini aynı zamanda bu reformlarla eşzamanlı yaşanan yıkıcı savaşların, ekonomik çöküntünün meydana getirdiği toplumsal yıpranmışlıkta aramak gerekir. Bu anlamda, imparatorluğun göz bebeği sayılabilecek Balkan topraklarının büyük bir bölümünün elden çıkmasına sebep olan Balkan Savaşı yılları, siyasal hayatta milliyetçiliğin etkisini artırmıştır. Bu dönemde ilk kez “Türk

(29)

22

ordusu”, “Türk hakanı”, “Türk hükümeti” gibi terimler kullanılmış ve imparatorluğun nasıl kurtarılabileceğine ilişkin iddiası olan kesimler arasındaki bakış farklılığı keskinleşmiştir (Berkes, 2013, s. 435-436). Bu arada imparatorluk, maddi ve beşeri tüm kaynaklarını uzun yıllar boyunca fetihler için seferber etmiş durumdadır ve artık borçsuz ayakta kalamayacak duruma gelmiştir. Bu ortamda, reformların ülkedeki Hıristiyan ve Yahudi cemaatine gerek ekonomik, gerekse toplumsal statü açısından belli öncelikler tanıdığına yönelik hissedilen ön kabuller de zaten görünür hale gelen mesafelenmenin iyice derinleşmesine neden olmuştur. Bu anlamda milliyetçilik, örneğin Fransa‟da olduğu gibi, feodal sınıfların düşüşüne ve burjuvazinin iktidarına meşruluk temeli oluşturan bir ideoloji olarak ortaya çıkmamıştır. Baskın Oran‟a göre, tam tersine, bürokrasiyi temsil eden fikir adamları tarafından, imparatorluğun çekirdeğini kurtarma çaresi olarak ortaya atılmıştır (Oran, 1977, s. 10).

2.2. Cumhuriyet‟ten Önce: Aydınlar ve Milliyetçilik

Buradan hareketle, Osmanlı‟da Türk milliyetçiliğinin ilk kez güçlü bir biçimde ifade edilmesini sağlayan önemli bir topluluğa, yani Rusya‟dan gelen Müslüman Tatarlara değinmek gereklidir. Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve Hüseyinzade Ali gibi okumak için ya da 1908 sonrası Rusya‟dan kaçarak Osmanlı İmparatorluğu‟na yerleşen aydınlar İttihatçı çevrelerin içinde ya da onlarla yakın ilişkide olmuşlardır. Bu aydınlar Cumhuriyet‟in kuruluşuna da aktif olarak katılım gösteren figürlerdir (Soysal, 2009, s.

484). Daha sonraları Türkiyat Enstitüsü ile Türk aydınları içine derinlemesine ve kalıcı bir şekilde giriş yapan (Copeaux, 2016, s. 47) Tatarların ve Azerilerin Türklüğü, Georgeon‟a göre Türk Yurdu dergisi aracılığıyla Osmanlı entelijansiyasına, Osmanlı kültürüne yabancı olan “etnik” bir bakış açısı kazandırmıştır (Georgeon, 2009, s. 27).

Yusuf Akçura‟nın Üç Tarz-ı Siyaset isimli çalışması bu bakış açısının önde gelen ürünlerindendir. Söz konusu yaklaşım, yukarıda anılan türde yayınlarla ve bilhassa Cumhuriyet‟ten sonra tarih alanında meydana gelen kurumsallaşmayla pekişmiştir.

Osmanlı‟da milliyetçi düşüncenin gelişmesinde sözü edilen isimler kadar, belki de onlardan daha güçlü ve pekiştirici bir etkide bulunan kişi ise Ziya Gökalp‟tir. Kerem Ünüvar‟a göre; Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük arasında ideolojisini söyleme dökmekte bocalayan İttihat ve Terakki Cemiyeti‟nin bu durumu karşısında Gökalp, Türkçülüğün fikriyatını ortaya koyan ve bunun siyasete yansımasında birincil derecede etkili olan kişidir (Ünüvar, 2009, s. 30). Osmanlılık, Türkçülük ve İslamcılık‟ın farklı perspektifler sunduğu, taraftar elde ettiği ve Ahmet Mithat ve Abdullah Cevdet gibi

Referanslar

Benzer Belgeler

Küçük yatırımcılar için 2016 yılında yayınlanan tebliğ ile aynı zamanda ABD’de olan kaldıraç oranları baz alınarak oluşturulabilecek kaldıraç oranı

yy‟da Eski Halfeti ye taĢınmıĢ, 1954 yılında ġanlıurfa‟ya bağlı ilçe merkezi olmuĢ ve nihai olarak 2000 yılından itibaren Birecik Barajı göl sahası altında

24.12.2015 tarih ve 29572 sayılı Resmi Gazete‟de yayımlanan 464 Sıra No.lu Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği‟nde:“Başkalarına ait iktisadi ve ticari faaliyetlerin

Bu anket formu, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde yürütülmekte olan “ĠĢ YaĢam Kalitesinin ĠĢe YabancılaĢma Eğilimi Üzerindeki Etkileri:

Kruskal Wallis H testi uygulanmıştır. Uygulanan bu test sonucuna bakıldığında yaşlı bireylerin yaşam doyumunun, gelir düzeyi değişkenine göre anlamlı düzeyde

yormak yahut bir tür strese sebep vererek “lokmaların tesbihini duyamamak” gibi olumsuz hallerin önünü almak olsa gerektir. Nitekim yemek yenirken namaz için

Ġdari yargı hakimlerine karĢı nerede dava açılacağını belirlemek için yukarıdaki hükümleri yorumlamak gerekir. Aydınalp‟e göre, “kanun koyucu hakim

oluĢtuğunu gösterme yoluna gitmiĢtir. Bu görüĢün Friedrichs ve Effrat‟la uyuĢan tek yanı, sosyolojinin yine çok paradigmalı bir yapıda değerlendirilmiĢ