• Sonuç bulunamadı

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

3.2. Millet ve „Millî Ġrade‟

3.2.3. Erbakan ve “Millî GörüĢ”

AK Parti‟nin millet kavramına bakışına geçmeden önce değinilecek son siyasi hareket, içinden çıktığı düşünsel akım olan „Milli Görüş‟ ve uzun yıllar beraber olduğu lideri Necmettin Erbakan‟dır. AK Parti kurucularının, bağımsız bir siyasi oluşum olarak sahaya indikten itibaren dile getirdikleri ve belli açılardan uzun süre tedavülde kalan muhafazakârlığın ve „değerlere‟ yönelik vurguların bu hareketten köklendiğini ve referans alındığını söylemek mümkündür. İktidar olduktan sonraki hemen hemen birkaç yıl boyunca partinin üzerine kapatma davası, Cumhurbaşkanlığı Seçim Krizi, siyasi yasaklılık gibi çeşitli sebeplerle gidilirken; bu baskıyı besleyen ana etmen de AK Parti‟nin Refah Partisi‟nin (RP) organik bir devamı olduğu yönündeki „şüphelerdir‟.

Son olarak, AK Parti‟yi de ortaya çıkaracak olan RP içindeki “Yenilikçiler-Gelenekçiler” ayrışmasının ardından kurulan Fazilet Partisi‟ne dek Erbakan‟ın kurmuş olduğu üç partinin de „irtica‟ ve „laiklik karşıtı eylemlerin odağı‟ olması sebebiyle kapatılması, AK Parti ve Erdoğan‟ın uzun süre yalnızca „Siyasal İslam‟ odaklı bir oluşum olarak değerlendirilmesine neden olmuştur. Söz konusu ideolojik birikimin ışığında, AK Parti‟nin „millet‟ anlayışını ve politik jargonunu, bütünüyle olmasa dahi, önemli ölçüde RP ve Erbakan‟ın deneyimlerinden hareketle okumak olanaklıdır. Ama bunlardan da önemlisi, özellikle teşkilatlanma açısından Erbakan‟ın rahle-i tedrisatından

41

geçmiş Erdoğan ve diğer AK Parti kurucularının, hem bu konuda, hem de söylemsel alanda hegemonya tesis etmeye çalışırken „Milli Görüş‟ deneyimlerini verimli bir biçimde sahada uygulayabilmiş olmalarıdır.

Milli Görüş nezdinde temsil imkanı bulan ve İslami hassasiyetleri merkezine yerleştiren siyaset anlayışı ilk olarak merkez sağ partilerin içinde kendisine alan bulmuştur. 27 Mayıs Darbesi‟nin ardından faaliyetlerine yeniden, yeni aktörlerle ama eski siyasi yönelimlerle devam eden parlamentoda çoğunluğa sahip olan Adalet Partisi (AP) bir anlamda sağın şemsiye partisi hüviyeti taşımıştır. Bu çatı altında bir milletvekili olarak siyaset yaşamına başlayan Erbakan, bir süre sonra partiden kopmuş ve temsil ettiği hareket Millî Nizam Partisi ile kurumsallaşmıştır. Parti 12 Mart Muhtırası‟ndan sonra kapatılmış, ardından Millî Selamet Partisi (MSP) adıyla yeniden siyaset sahnesine çıkmıştır. MSP‟nin, ülke siyaseti üzerindeki belirleyiciliği açısından ilk ciddi deneyimi CHP ile gerçekleştirdiği koalisyon ve bu süre zarfında Kıbrıs Harekâtı, haşhaş üretimi kararı gibi Türk milliyetçiliği ile anti-Amerikan atmosferin buluştuğu olaylardır. Ancak kısa bir süre sonra hükümetin görevine devam edememesi ile MSP bu kez „Milliyetçi Cephe‟ olarak anılan koalisyonda kendisine yer bulmuş ve sistem dahilinde anahtar bir rol oynayabilme kabiliyeti artmıştır. MSP‟nin 12 Eylül sonrasında kendisi gibi diğer siyasi partilerle beraber kapatılmasının ardından Erbakan önderliğindeki hareketin sıradaki girişimi RP olmuştur. Mütedeyyinlerden ve İslâmi hassasiyetleri daha baskın olan muhafazakârlardan oluşan tabanı kadar, Nakşibendiler ve Nurcular gibi tarikatlarla da güçlü bir bağ içerisinde olan Millî Görüş bu andan itibaren hatırı sayılır bir seçmene ve gittikçe artan oy yüzdesine kavuşmuştur.

1990‟ların ilk yıllarından itibaren Kemalizm‟in yaşadığı ideolojik kaos, enflasyon ve devalüasyonlarla görünür hale gelen ve popüler biçimiyle tepki uyandıran iktisadî istikrarsızlık, sıklıkla başarısızlığa uğrayan koalisyonlar ya da 12 Eylül idaresinin ülke yönetimindeki çeşitlilik olasılığını „anarşiye müsait‟ bir ortam olarak zihinlere kazımış olması gibi sebeplerle RP, kullandığı söylem ve seslendiği kitlelere yüzünü çeviren yeni ve „denenmemiş‟ bir fırsat olması itibariyle beklenmedik düzeyde oy elde etmeye başlamış ve ideolojisi bir anlamda siyasi „meşruiyet‟ elde etmiştir. Bu sürecin sonunda yerel seçimlerde İstanbul, Ankara gibi şehirler başta gelmek üzere belediye başkanlıklarını kazanmış ve ertesi sene yapılan genel seçimlerde birinci parti olmuştur.

Bu andan itibaren bir kitle partisine dönüşen RP ve temsil ettiği Millî Görüş, sonraki yıllarda ülkeyi idare etmeye başlayacak olan AK Parti‟ye hem siyasi özne, hem de ideolojik yön açısından önemli bir miras bırakmıştır.

42

Millî Görüş‟ün yükselişi ve temsil ettiği İslâmi hareketin „marjinal‟ bir topluluktan „merkez‟ siyasetin ana unsurlarından biri haline gelmesi, İslâmi hassasiyetler ile milliyetçilik ve muhafazakarlığın birbirleriyle uyumlu bir ideolojik zeminde buluşturabilmesinde yatmaktadır. Bu zemini, 12 Eylül‟ün ardından resmi ideolojik yönü Türk-İslâm sentezinin temsil etmesi ve belirlemesi kadar, Erbakan‟ın

„millîliğe‟ atfettiği değer de doldurmaktadır. RP deneyimine dek daha tavizsiz olarak dile getirilen bu „millîlik‟, Türklük ile Müslümanlık arasında salınan bir anlayışa sahip olmuştur. „Türk‟ kelimesinin telaffuz edilmediği ama milletle aynı anlama gelen ümmetin ifade edildiği; „bin yıllık tarihin‟ anıldığı ama Osmanlı mirasının sahiplenildiği ve ön planda tutulduğu bir anlayıştır bu. AK Parti‟nin de „millet‟ bilincine ve bununla ilişkili dış politikasına sirayet edecek olan “Yeniden Büyük Türkiye” sloganı ile de Osmanlı ihtişamı anılmıştır. Yine bu anlayış açısından MSP ve sonrasında RP nezdinde Millî Görüş, „millî‟ olanı temsil ederken, diğer siyasi oluşumlar, içinde bulunulan bağlama göre, komünizmi, liberalizmi, “devletçi” CHP‟yi ve diğer “taklitçi” unsurları temsil etmektedir. Politik kutuplaşma bu eksende kurulmuştur (Bora, 2017, s. 470). Bu aslında Türkiye‟de kendisini siyasi yelpazenin sağında veya muhafazakârlık bölgesinde tanımlamış bütün siyasi oluşumların yeniden ürettiği bir ikilik olmuştur. Ama AK Parti‟ye dek kurucu rejimle verilen mücadelede daha çekingen adımlar atılmış olsa bile, yaratılmaya başlanan İslâmi burjuvazinin varlığı ve Müstakil Sanayici İşadamları Derneği (MÜSİAD) gibi oluşumların bir tür karşı-seçkinler grubu oluşturmasıyla, anılan ikilik daha farklı ve yeni alanlarda tezahür etmiştir. Hem siyasette, hem ekonomide, hem de kültürel uzamda alanı belirlemeye başlayan İslâmi hassasiyetler, rejim tarafından hor görülmesi neticesinde bir karşı-sermayeye dönüşmüş ve mevcut mekanizmanın karşısına kendi talepleriyle çıkmaya başlamıştır (Yankaya, 2014, s. 59).

Bu yeni sermaye fraksiyonu kadar, RP‟nin dayandığı bir diğer sosyal topluluk, üniversite öğrencileri ve aydınlardan müteşekkil, toplumda üst tabakalara ilerlemek isteyen ama İslâmi kimlikleri sebebiyle engellenen mütedeyyin orta sınıflardan oluşan yeni kesim olmuştur (Akça, 2018, s. 44). AK Parti‟nin kitleselleşmesine ve zamanla pekişen hegemonya inşasına da oldukça önemli bir katkı veren bu toplumsal birikim, her ne kadar beklentisi duyulan kültürel iktidarı yeterince sağlayamamış olsa da, gündelik hayata ve orta-uzun vadeli politikalara ilişkin söylemsel gücü arttıran, itici bir kuvvet olmuştur.

43 3.3. AK Parti ve „Millet‟

AK Parti, 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından, elde ettiği tek başına iktidar olma konumunu en uzun süre sürdüren siyasal oluşum olarak Cumhuriyet tarihine geçmiştir. Sahip olduğu bu konuma rağmen iktidarının ilk yıllarında, partiyi kapatılmanın eşiğine dek götüren çeşitli krizlerle karşılaşmış ama bu krizler aşılmıştır.

Beraber siyaset yaptıkları Millî Görüşçülerden farklı olarak, partinin bu krizleri aşabilmesinin ve siyasi hayatını sürdürebilmesinin arka planında hem rızasını aldığı kitlelerin verdiği destekle pekişen yeni türde bir güç/hegemonya, hem de ideolojik açıdan eklektik bir karaktere sahip olması yatmaktadır. Partinin, bu krizleri ve koşulları aşmasında belki de en önemli neden, sermaye dönüşümleri meselesini, adını koymadan da olsa, çeşitli söylemlerle devamlı olarak gündemde bulundurması ve toplum nezdinde kendini sembolik sermaye açısından şanssız hisseden kesimlerdeki iktidar mücadelesi potansiyelini harekete geçirmesi olmuştur (Koyuncu, 2014, s. 325). Hakkında yapılan yorumların çeşitliliğine ve partinin ürettiği söylemlere bağlı olarak „Siyasal İslâmcı‟,

„muhafazakâr demokrat‟, „merkez sağ‟, „liberal‟ vb. gibi pek çok ideolojik etiketle anılan bu parti hakkında belki de, hem bizzat kendilerinin uzun süre reddettiği, hem de kendilerine iliştirilmemiş olan düşünce şekli milliyetçilik olmuştur. Partinin, bu düşünce şekli ile arasına uzun bir süre mesafe koymuş olması, Kürtler ve liberallerin desteğini sağlaması kadar, AK Parti‟ye dek ülke yönetiminde bulunmuş merkez partilerin ekonomik buhran anlarında sarıldığı küçük milliyetçilik patlamalarının büyük ve

„sessiz‟ kitleler nezdinde artık bir karşılık bulamamasının da bir sonucudur. Bir geçmişi bulunsa da, AK Parti‟nin kullanım biçimiyle esaslı bir tarihsel ayrışma unsuru olarak araçsallaştırılan „Yeni Türkiye‟ söylemi, belli tarihsel ve ideolojik referansları muhafaza etmek koşuluyla, yeni bir tarih, millet ve milliyetçilik kavrayışının somut bir ifadesidir.

Bu çerçevede ilk olarak AK Parti‟nin „millet‟ kavramının içeriğini nasıl belirlediği ve biçimlendirdiği meselesi üzerinde durulacak, ardından özellikle seçimler aracılığıyla pekiştirilen „millî irade‟nin kapsamı tartışılacak ve son olarak bu iradenin teorik ve pratik yansımalarının buluşturulduğu „Yeni Türkiye‟ söylemi tarif edilmeye çalışılacaktır.

AK Parti iktidarını ideolojik yönden besleyen millet tanımları yukarıdaki satırlarda çeşitli veçheleriyle ifade edilmeye çalışılmıştı. Bu tanımların birikiminden yola çıkarak AK Parti dönemine nasıl bir millet kavrayışının miras kaldığı ile ilgili şöyle bir tanım ortaya çıkmaktadır. Millet; Türkiye Cumhuriyeti‟nin büyük çoğunluğunu oluşturan ve Sünni İslam‟ın sınırları içerisinde bulunan

44

Müslümanlardan/Türklerden müteşekkil, bürokratik elit ve kurucu Kemalist seçkinler tarafından kendilerine hiç ulaşılmaya çalışılmamış, geleneklerine ve tarihine gönülden bağlı, yaşadığı ülkenin potansiyelleri kendileri lehine verimli bir biçimde değerlendirilmediği için ekonomik ve sosyal açıdan özgüvensiz „bırakılmış‟ bir topluluktur. AK Parti kurucularının da hem siyasi yaşama adım attıkları ilk yıllarda, hem de bu açıdan yükselişe geçtikleri anlarda mensup oldukları ve çeperlerini belirledikleri bir topluluk formudur bu.

Partinin ve Erdoğan‟ın, popülist sağ ve muhafazakâr iktidarların söylemlerinden damıtılarak elde edilen bu topluluk veya millet bilincine öncelikli katkısı ise seslenilen topluluğun, yani halkın, gitgide bütün boyutlarıyla Türkiye‟nin „gerçek sahibi‟ olduğuna ilişkin söylemin pekiştirilmesi olmuştur. Yönetim devralındığı esnada tarihin en büyük ekonomik krizi yaşanmış, başarısız koalisyonlardan ve siyasi çekişmelerden yorgun düşülmüştür. Bir süredir, yarattığı sınırlı seferberlik anları dışında kitleleri uzun vadede bir araya getiremeyen ve manevra sahası –en azından o dönem için- daralan milliyetçiliğin gözden düştüğü bir ortamda AK Parti, „halkın‟ yeniden ülkenin kaderine el koyması yönündeki bir kavrayışla ortaya çıkmıştır. 3 Kasım 2002 seçiminin ertesi günü Vatan Gazetesi‟nin ünlü “Sandıktan Öfke Çıktı” manşetine de yansıyan bu kavrayış, ancak bir siyasi parti tek başına iktidar olduğu takdirde halkın „tepki göstermiş‟ olabileceği ve iradesini ortaya koyabileceği düşüncesini yansıtmaktadır.

Türkiye‟de yerleşmiş “siyasi temsil kabiliyeti”, “demokrasi” anlayışını bütün paradokslarıyla ortaya koyan bu yaklaşım; gerek popülist sağ partiler, gerek yurttaşlar nezdinde „halkın kendi kendini idaresi‟ olarak vulgerize edilen parlamenter rejiminin esası olarak kabul edilmesi açısından ise bir paradoks değil, „millet iradesinin tecellisi‟

olarak ele alınmaktadır. Klasik liberal teorinin ve demokrasi anlayışının gerekliliği olan

„çoğulculuk‟ yerine, „çoğunlukçu demokrasi‟ kavrayışına dayanan bir anlayıştır bu.

Seçimlerden çıkan neticenin sorgulanamazlığını vurgulayan ve ulaşılan sonucun halkın tercihlerine içkin kılındığı bu anlayış, AK Parti deneyiminde ise, başta ekonomi ve siyaset olmak üzere, pek çok alanda „istikrar‟ vaadiyle dile getirilen bir yönetim tarzı şeklinde kendisini göstermiştir. Ekonomide son koalisyon hükümetinin sona ermesine doğru Kemal Derviş‟in başlattığı ve AK Parti döneminde neticelerini veren yeniden yapılanma bu dönemin ilk gelişmelerindendir. AB üyeliği hedefinin ve bu hedefe ulaşmak için öne sürülen koşulların öncelikli kılındığı „uyum süreci‟, teknokrat sağ siyaset anlayışından mülhem „icraat‟ vurgusunun ön plana çıkarılarak bütün ideolojik çekişmelerin bitirileceği yönündeki söylem bu „istikrar‟ algısını pekiştiren unsurlar

45

arasında olmuştur. Halkın, eski bir İETT çalışanı ve İmam Hatip mezunu bir parti lideri olarak Erdoğan‟ı „içlerinden birisi‟ şeklinde görmesi, „sessiz bırakılmışların sesi‟ olarak hem Türkiye‟deki geleneksel yönetici seçkinlere hem de zamanla dünyaya „meydan okumasına‟ eşlik edilmesi ile gerçekleşmiştir. Bu aynı zamanda „millet‟e atfedilen gücün gitgide hegemonik bir karaktere bürünecek izdüşümüdür.

Yukarıdaki olaylar ve konjonktürün etkisi kadar, Türkiye‟yi AK Parti iktidarına hazırlayan bir dış ortamın varlığından da söz etmek mümkün görünmektedir. Körfez Savaşı yıllarının ardından bu defa 2003‟te, 11 Eylül saldırılarının peşinden yükselen

„nükleer silah‟ propagandalarının eşliğinde ABD‟nin Irak‟ı yeniden işgal etmesi ile Ortadoğu‟da Siyasal İslam ve Batı karşıtlığı yükselişe geçmiştir. Bu dönem, aynı zamanda, içinde dinin de bulunduğu geleneksel değerlerin muhafazası ile küreselleşme sürecini buluşturma çalışmak gibi bir girişime de neden olmuş ve „muhafazakar demokrasi‟nin alana dahil olmasını beraberinde getirmiştir. Bunlardan hareketle, AK Parti‟yi „neoliberal dönüşümün yeni aktörü‟ olarak değerlendiren İlhan Uzgel‟e göre, 2000‟li yıllarda Türkiye siyasetinde yeni bir ittifak ilişkisi ve hegemonik blok oluşmuştur. Türkiye‟nin dönüşümünü üstlenen bu hegemonik blok, ılımlı İslamcıları ve diğer yandan, arka planda TÜSİAD‟ın ama görünürde liberal entelektüellerin bulunduğu bir yapıdır. Bloğun bileşenleri Türkiye‟de siyaseti gitgide İslamcı ya da etnik kimliklerin üzerinden kurarken, Uzgel‟e göre, CHP‟nin de aynı dili laiklik ve karşıtı kavramlar üzerinden kurmasıyla, politik tartışmalar kimlik sorunu içinde hapsedilmiş ve böylece neolibeal sürecin yarattığı yıkım ve tahribatın gölgelenmesi sağlanmıştır (Uzgel, 2013, s. 22-29).

AK Parti‟nin millet tasarımına yön veren diğer etmen, üretim-dağıtım mekanizmalarındaki durum ve Anadolu sermayesinin merkeze taşınmasıdır. DP ve ANAP gibi, AK Parti de, yalnızca ülkenin kaderine ortaklık anlamında değil, „refah‟

açısından da, dışarıda bırakılmış kitleleri içeren topyekun bir „büyüme‟ iddiası ile varlık göstermiştir. DP‟nin tarımsal büyümeye dayanan ama uluslararası koşullar karşısında fazlaca kırılgan kalan hamlelerinden farklı olarak ANAP‟ın yerli üreticiyi „serbest‟ kılan ihracat odaklı büyümesini benimsemiş olan AK Parti nezdinde yeni olan unsur bir tür

„hayırseverlik‟ anlayışıdır. ANAP, sermayenin dağılımını, yerli ve iç pazara sıkışmış, önünde „engeller‟ bulunan Anadolu sermayesi lehine biçimlendirmiş ve tüketim motivasyonunu kitlelere taşımaya çalışmıştır. Ancak buna rağmen, „İkinci Ulus‟ olarak tarif edilen ve gerek aidiyetleri gerek ideolojik pozisyonları itibarıyla „dışarıda bırakılanların‟ yanında Özal‟ın istediği „zengin‟ ve „girişimci‟ yurttaş profiline uymayan

46

çoğunluk bu imkanlardan istifade edememiş, sınıfsal olarak ayrıştırılmış ve ANAP, seküler-kentli seçmenin omuzlarında yükselen bir parti olarak siyasi hayatını tamamlamıştır. Ama AK Parti, her ne kadar gerçekte neoliberal sistemin üretim-dağıtım mekanizmalarını bütün olanaklarıyla işletmiş ve emek mücadelesine tipik bir popülist sağ iktidar gibi yaklaşmış olsa da, yukarıda anılan „hayırsever‟ anlayış çerçevesinde, özellikle belediyelerden aktarılan seçimlik veya dönemlik yardımlarla rıza üretimini pekiştirmiştir. Kitlelerin içinde bulunmaya devam ettikleri hem günlük hem de geleceğe ilişkin endişelere, inşaat odaklı ve artı değer üretebilmekten yoksun bir büyüme anlayışına rağmen bu yardımlar, halk nazarındaki yöneticilik algısını maddî, somut ama bir o kadar da dar ölçekli bir konuma sıkıştırmıştır. Bu açıdan parti, 2001 krizinin ortaya çıkardığı ve “modern yoksulluk” adı verilen unsurla mücadelede tüm dünyada yükselişe geçen “refah yönetişimi” ile Millî Görüş‟ten devraldığı dini hayırseverlik yaklaşımını bir araya getirmiştir (Koyuncu, 2014, s. 247). Aynı zamanda bütçeye bir yük getirmeden, sermaye açısından ek vergi manası içermeden ve uluslararası finansal durumla da uyum dahilinde sağlanan bu yardımlarla partinin seçmen tabanı genişlemekte, bu yardımların ulaştırıldığı bağımlı sınıfların yoksul kesimlerine yaslanılması sonucu artan siyasi destekle neoliberal birikim projesi ve onun hegemonya projesi istikrar biçimde sürdürülebilmektedir (Yıldırım, 2013, s. 99). En az bunun kadar etkili diğer unsur olan Anadolu sermayesinin yükselişi de AK Parti‟nin millet tasarımını belirleyen diğer bir faktördür. Zira seslenilen kitlelerin taleplerini merkeze taşımak ve temsil ettiği yurttaşlar nezdinde siyasi açıdan varlık sürdürmek sadece söylemsel ve kültürel boyutta olanaklı değildir. „Milleti‟ temsil ederken, aynı zamanda „geleneklerine bağlı‟ ama „ticaretle uğraşan ve yüzü dış dünyaya dönük‟, bu ülkenin zenginliklerinden mahrum bırakılmamış ve önü kesilmemiş müteşebbislerin varlığı da hesaba katılmalıdır.

Partinin millet bilincine ilişkin olarak değinilebilecek bir diğer husus da, “millî”

ve “dini” olanın iç içeliği ve bu ilişkinin zamanla „millet‟in sınırlarını daha güçlü çizgilerle belirlemesidir. Milliyetçi-muhafazakâr ve popülist sağ siyasi oluşumların

“halk-seçkinler” ikiliğini miras alan bir siyasi organizasyon olan AK Parti, ekonomik ve siyasi açıdan krizde olan Türkiye‟nin „değişim‟ ve „reform‟ beklentilerine paralel olarak siyasete başladığı ilk yıllarda „kimlikler üstü‟ bir anlayış ortaya koyacağı vaadinde bulunmuştur. Kendileri hakkında, Millî Görüş‟ün organik bir devamı olduğu yönündeki şüphelere karşılık „muhafazakâr demokratlık‟ kimliğini öne sürerek, bu iki konumun bir arada buluşabileceğine dair, bazı sosyalist ve liberal entelektüellerin de paylaştığı umudu dile getirmiştir. Bu çerçevede peşi sıra gelen açılımlarla desteklenen ama

47

„kapsayıcı‟ bir gelenekçiliğin şemsiyesi altında çoğulculuk bulmaya çalışan türde bir kimlik politikası yürütülmeye çalışılmıştır. Kürt Sorunu‟nu doğrudan telaffuz eden ve zaman içinde bunu müzakere etme girişimleri gösteren ama İslâm ümmeti/milleti şemsiyesi altında bir aradalık vaat eden anlayış, bu politikanın yansımalarından biridir.

Dersim Olayları karşısında ilgili dönemin sorumluları ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti adına özür dilenmesi ile yeşeren umutlar, aynı hızda, Şırnak‟ın Uludere ilçesindeki köylülerin bombalanarak öldürülmesi ile sönmeye başlamıştır. Alevilerle ilişkilerin, onların statüsünü tanımak ve onları görmezden gelen „devlet aklını‟

dönüştürmek üzerine kurulacağı iddiasına karşın cem evlerine yasal statü tanınmamasıyla, zaman içinde ve geri dönüşsüz olarak kendilerinden uzaklaşılması, Kürt Hareketi ile birlikte Türkiye‟nin diğer bir yakıcı sorunundan kısa zamanda kaçılması anlamına gelmiştir. Yine, partinin ilk dönemine ait kimlik politikalarına yön veren bir diğer unsur, Türkiye‟de yaşayan Ermeni ve Rum cemaati ile geliştirilmeye çalışılan yoğun ilişkiler ve bununla paralel olarak Ermenistan‟la yakınlaşmadır. Ancak, azmettiricileri ve gerçek failleri hakkında halen belirsizliklerin sürdüğü, Agos Gazetesi yazarı Hrant Dink‟in katli, sonrasında gösterilen tutum ve kimliksel bir aidiyet olarak Ermeniliğin bizzat Erdoğan tarafından bir konuşmasında “Affedersiniz” sıfatıyla anılması, bu meselede atılmış adımların da aynı hızla yüzünü geriye çevirdiğini göstermiştir.

Millet tasarımında “millî” ve “dini” öğelerin iç içe geçmesi, AK Parti‟nin, yaşadığı krizleri atlatması ve iktidarını pekiştirmesinin ardından başta tarihyazımı olmak üzere, kültürel sahadaki hegemonya arayışlarıyla eşzamanlı gerçekleşmiştir.

Öncelikle, mücadele içerisinde olduğu ve askeri, yargısal ve yönetsel alanlarda geleneksel iktidarı elinde bulunduran Kemalist kliğe karşı elde edilen kazanımlar, bu topluluğun ve onların hassasiyetlerinin, AK Parti‟nin „millet‟ bilincine hiç dahil edilme gereği duyulmadan dışarı çıkarılması sonucunu doğurmuştur. Partinin zamanla, kendisine meydan okuma kapasitesine haiz merkez sağ ve muhafazakâr siyasi girişimleri hem politik, hem de ideolojik açıdan etkisiz kılması ise „millet‟in kapsamını belirleyen kırılma noktalarından birisi olmuştur. Burada yapılan; milliyetçileri, Kürtleri, Millî Görüşçüleri, DP-ANAP-DYP gibi merkez sağ siyaset geleneğini benimsemiş olan

Öncelikle, mücadele içerisinde olduğu ve askeri, yargısal ve yönetsel alanlarda geleneksel iktidarı elinde bulunduran Kemalist kliğe karşı elde edilen kazanımlar, bu topluluğun ve onların hassasiyetlerinin, AK Parti‟nin „millet‟ bilincine hiç dahil edilme gereği duyulmadan dışarı çıkarılması sonucunu doğurmuştur. Partinin zamanla, kendisine meydan okuma kapasitesine haiz merkez sağ ve muhafazakâr siyasi girişimleri hem politik, hem de ideolojik açıdan etkisiz kılması ise „millet‟in kapsamını belirleyen kırılma noktalarından birisi olmuştur. Burada yapılan; milliyetçileri, Kürtleri, Millî Görüşçüleri, DP-ANAP-DYP gibi merkez sağ siyaset geleneğini benimsemiş olan

Benzer Belgeler